KAPAK (45)
Hülya Duman

BASTİANİ KALESİ’NİN ASKERLERİYİZ (2): DİNO BUZZATİ “TATAR ÇÖLÜ”

Derler ya, tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya biri yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Tatar Çölü, metnin tamamı kadar muhteşem giriş ve sonlanış cümleleri ile de akılda kalan kitaplardandır. Baştaki önermeyi adeta doğrulayan girişiyle daha en baştan sizi etkisi altına almayı becerir.

“Subay çıkan Giovanni Drago, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere, kenti bir eylül sabahı terk etti.”

Evet, Drago yeni teğmen olmuştur. Kuzey İtalya’da, kimsenin yerini pek bilmediği, efsanevi söylentilerin olduğu, şehirden uzak, çöle bitişik, imparatorluğun öteki ucunda, sınır ganizosu olan bir kaleye atanır. Önünde  hayalet gibi duran bir kale onu beklerken; annesi, kardeşleri, arkadaşları, sevgilisi ve canlı şehir ardında kalmıştır. İsteksiz ve tedirgin gittiği kale yolunda epeydir kalede görev yapan yüzbaşı Ortiz’le karşılaşır, tanışırlar. İlk sorusu şu olur:
“Sıkılmıyor musunuz burada yüzbaşım?”
Ortiz “İnsan alışıyor” der.
Ortiz’in cevabını unutmayalım!
Ahh alışkanlıklar! Yıllar önce bir dostuma, yarı espriyle bilgiçlik yapıp “yaşam alışkanlıklardan oluşuyor, nefes alışımız bile öyle inan, alıştığımız için” demiştim de gülüşmüştük. Eh, tabi kadim bilgiydi. Hemen işittiniz değil mi “yavaş yavaş ölürler alışkanlıklarına esir olanlar” diyen Neruda’nın sesini. Şimdi bunu da hatırda tutarak, geçelim!
Kaleyi Drago’nun gözünden en ince ayrıntısına kadar resmeder Buzzati bize.
Sarı kavruk dağlar ile çevrilmiş kale; alçak duvarlarına, güzel olmayan kule ve burçlarına rağmen pitoresktir. Bacasının birinden çıkan solgun dumanı, sarımtırak duvarları, sarkık bayrağı, belirsiz boru sesiyle bir hapishane, terk edilmiş bir şato görüntüsündedir. Burada her şey gizemli bir uyuşukluk, ağırlık içindedir. Öteden sızan tembel ışık, kale bedenlerinin hüznü, düşman bekleyen askerlerin yüzündeki heykelsi görünümle yaşamın tatlı yanlarını anımsatacak hiçbir şey yoktur. Alışmış olduğu yaşamdan koptuğu için derin bir yalnızlık ve dönme isteği duyar.
Buzzzati ressamlığının da kuvvetli etkisiyle en ince ayrıntısına kadar öyle muazzam betimler ki, Drago ile beraber siz de sürüklenirsiniz kalenin içine,  hatta Drago’nun odasına. Ne sürükleniştir bu ama! Ayrılsanız dahi bu kale gözlerinizin önünde daima canlı kalacaktır emin olun.
Sessizliğin derinliği çarpıcıydı. Gitmeliydi bu puslu, gizemli yerden, gitmeliydi.
Güzel evini, onu geceleri bekleyen annesini düşündü, uyumaya çalıştı. Ne ki şıp şıp şıp şeklinde kesintisiz damlayan, uyutmayan bir su sesi vardı. Çağırdığı asker bu sesin kalenin altındaki sarnıçlardan geldiğini ve engel olunamadığını söyler. Bu detay da şurada dursun!
Uyuyamayan Drago sabah derhal binbaşı Matti’ye gider ve buradan gitmek istediğini söyler. Binbaşı gayet güven verici bir tavırla “Tabi gidebilirsin, doktor bunun için sana rapor verecektir. Ama tavsiyem 4 ay kal burada sonra ayrıl, siciline böyle geçsin” der. Drago’ya zor gelse de ikna olur. (İkna etmek: İnandırmak, kandırmak. Arapça ḳn kökünden gelen ikna kani kılma, kanaat getirtme)
Dört ayın sonunda ne mi olur?
Kalmaya karar verir. Görevin monoton ritmi ile geçen dört ay onu tuzağa düşürmeye yeter. Hiç nasıl olur demeyin, hangimiz düşmedik ki bu tuzaklara?
Drago dört aylık süreçte kaleyi en ince ayrıntısına kadar öğrenir. Başlangıçta angarya görünen nöbetler yavaş yavaş alışkanlığa dönüşür. Mantığı olmayan askeri kurallar, bürokrasi, yönetmelikler, ast-üst ilişkileri, üstlerin küçük takıntıları, tabyaların yer şekilleri, nöbetçilerin yerleri, rüzgârdan iyi korunan kuytuları, boruların diline kadar öğrenir.
Kendisine karşı duyulan saygı hoşuna gider.
Arkadaşları bildiktir, onları en ince ayrıntısına kadar tanıyordur artık. Yakın köylere yaptıkları gezilerle ezberlediği yollar, at yarışları, satranç partileri rahat ve lezzetli yemekler, subay yemekhanesinin gece gündüz yanan şöminesi, emir erinin aceleciliği, geceleri sakin sakin kitap okumak, yatağının tepesindeki çatlaklar, sarnıcın tıp tıpları, yatakta bedeninin oluşturduğu çukurluk; her birine alışkanlığın ipleri ile bağlanmıştır. Sabah tıraş olurken ışığın yüzünü daha iyi aydınlatabilmesi için aynanın önünde nasıl durması gerektiği, suyu dökmeden küvete nasıl boşaltabileceği, çekmece açılmadığında nasıl açması gerektiğini biliyordu. Hakeza her gece saat bir de yukardaki yarbayın sızlayan yarası nedeniyle gelgitleri… Bunların hepsi ona aittir, onun rutinidir artık.
Rutin neydi hatırlayalım: Route = yol, rota güzergâh (Fransızca)
Rutine uymamak, yoldan çıkmayı konforu, düzeni bırakmayı gerektirirdi.
Gitmesi için daha çok çaba sarf etmesi gerekiyordu. Gidebilmek yıllar geçtikçe daha da zor olacaktı. Ama Drago daha çok gençti. Öyle ya, önünde upuzun bir zaman vardı.
“Oysa masanın karşısındaki duvar saati yaşamı öğütmeye devam ediyordu.”
“İnsan, böylelikle, umut dolu kendi yolunda ilerler, günler uzun ve sakindir. Güneş yukarda gökyüzünde parlamakta akşam bastığında üzülerek yok olmaktadır. Belirli bir zamanda, arkamızda bir kapı kapanacak kilitlenecek ve geri dönüşsüz olacaktır.”
 Ha bir de Tatarların geleceği efsanesi… Zaman zaman görülen halüsinasyonlar…
Böylelikle dört yıl geçer kalede. Bu süreyi geçirenin yeni bir yere atanma hakkı vardır. Annesi de dönmesi için ısrar etmektedir. Dört yılın sonunda şehre, evine gider.
Annesi yaşlanmış, ayak sesleri bile değişmiştir. Kardeşleri ve arkadaşları ya ya da yeni bir yaşam kurup gitmiştir.
Tıpkı bir yabancı gibi şehirde dolaşır, kendisini yapayalnız eve götüren o sokaklardan nefret eder. Eskiden onu camda bekleyen annesine ayak sesleri yabancılaşmış, onun gelişini duymamıştır bile. Sevdiği kadın da kendisi de görünüşte aynı olmakla beraber aralarında sanki bir şey değişmiştir. Gece yatağında alıştığı şıp şıp su sesleri olmadan uyuyamadığını fark eder “Lavabonun hıçkırıklarını” arar. Artık buraya ait hissetmemektedir. Tayini konusunda hiçbir çaba göstermez ve kalede kalır. (Oysa kaleden ayrılmak için diğer arkadaşları kendisinden de gizleyerek planlar yapmışlardır). Kaleye dönüş yolundaysa kendisini tuhaf bir şekilde rahatlamış ve mutlu hissettiğini fark eder.
Kalede geçen günlerde pek çok kez Tatar saldırısı şüphesi doğsa da hiçbir zaman saldırı olmaz.
Saldırı olmasını o kadar çok ister ki! Neden dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü gelecek düşman burada geçen onca zamanın boşa geçirilmediğini, yaşamının heba olmadığını, anlamı olduğunu ve bir amaç için beklediğini ispata yarayacaktır. Kendini gerçekleştirmiş olması için böyle hissetmeye, bu duyguya ihtiyacı vardır. Boşa geçmiş, heder edilmiş bir ömür kime ıstırap vermez ki!
Sayfalar çevrilir, otuz yıl geçer.
Zaman hızlıca akıp gitmiştir, ruhu yaşlanmaya fırsat bulamadan, harcamakla tükenmeyecek bir servet gibi gördüğü zaman yok olmuştur. Hastadır, yaş almıştır, eski gücü yoktur. Yeni teğmenler gelir, konumlar değişir. Odasında acı çektiği sırada, sınırda bir hareketlenme fark edilir. Herkes heyecanlıdır, gelmekte olan düşmanı beklemektedir. Canlanır birden. Nihayettir. Ancak genç teğmen savaş için sağlam insanlara ihtiyaç olacağı gerekçesiyle odasına el koyar ve onu kaleden gönderir.
Gereğinden çok şey anlattım kitap hakkında bağışla, anlatmasam çatlayacaktım. Kitabın muhteşem sonunu sana bırakıyorum sevgili okur!
Bu küçücük kitap bittiğinde içimde kolay geçmeyecek bir keder kalmıştı. Son cümlelerde kendiliğinden akan gözyaşlarımı fark ettim. Drago için olduğu kadar kendim içinde olduğunun farkındaydım. Pandemi sürecinde okuduğum bu kitap tam da emekli olma zamanımın yaklaştığı ana denk gelmişti. 36 yıldır çalışmaktaydım ve emekli olma sürecinde o iç hesaplaşma herkesi vurduğu gibi beni de gelip çat diye vurmuştu. Zaman, rüzgâr misali hızlıca esip geçmişti. Ne ara geçmişti onca yıl? Doğru yaşanmış mıydı? Öte yandan rutinden çıkıyordum şimdi ne yapacaktım? Korku, boşluk, bilinmezlik, hiçlik, anksiyete. Drago gibi ben de kendi güvenli, konforlu kalemde, kendi rutinimi çoktan oluşturmuştum.
Biliyorum, biliyorum çoğunuz da böylesiniz. Hepimiz kendi kalelerimizde beklemekteyiz. Belki Tatarlar yoktu beklediğimiz ama daima bekleyecek şeylerimiz vardı.
Hele bir arabanın borcu bitsin, hele bir krediyle ev alalım, eşyaları yenileyelim,  çocuklar büyüsün, hele bir mesleklerini ellerine alsınlar, hele bir evlensinler… Beklemeler, ertelemeler, yeni hedefler. Nasılsa çok zamanımız vardı bizim de, duvarda dönüp duran saatlerin sahibi hep bizdik değil mi!
Sistemin çarkları dönerken bizi de farkında olamadan içine alıp esir eder.  İşe yeni başladığımda biri şu cümleyi kurmuştu “Memuriyette beş yıl geçince ayrılamazsın bir daha”. Evet, düzenli gelir, konfor, rutin hayat, garantilerimiz; her biri kale duvarlarımızın burçlarıydı.
Buzzati’nin başarısı işte buradadır. 232 sayfalık romanın içine sizi öyle bir sürükler ki artık Drago siz olursunuz.
Bu kitabı okuduğunuzda siz, artık eski siz olamazsınız, farkındalığınız artar, yüzleşmeniz başlar, sorgulamanız bitmez. Şimdi başımızı kendimizden çekip daha geniş alana çevirelim, bir de Barbarlar meselesine bakalım. İktidarların yarattığı öteki, düşman, dış güçler vesaire… Barbarları Beklerken şiirini hatırlayalım hemen.
Barbarın kelime anlamına bakarsak:
Dili anlaşılmayan, iyi konuşamayan, yani yabancı, yani öteki, yani düşman, korkulan, aşağılanan, belki mülteci; Suriyeli, Afgan, Berger’in Yedinci Adam’ları, belki Kayıp Söz’de (Oya Baydar) dağdaki militandır. Sistemin, emperyalizmin diğer dayatmasıdır. Çünkü daha çok genişlemek, daha çok yer işgal etmek, daha çok sermaye için her zaman düşmanlara ihtiyaç vardır.
Şimdi, Nikos Kazancakis’in “Ölüme yanıp kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakma!” cümlesinin gücü ile içine hapsolduğumuz kalelerimizin duvarlarını kimseleri ötekileştirmeden, düşman yaratmadan yıkabilmemiz umuduyla…

 

*Tatar Çölü, Duno Buzzati, İletişim Yaınları,2021, İstanbul

 

Yazarımızın diğer yazları için lütfen buraya tıklayın

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir