DAVA
Josef Kılçıksız

MAHKEME SALONUNDAKİ YER BEZİ

Dava felsefi olmanın yanı sıra savı ve derdi olan bir roman olarak öne çıktı. Her şeyden önce Dava bir karabasanın titiz anlatımının romanıydı.

Mekanların tuhaf ve sisli olması Kafka’nın dünyayı, rüyaların ya da kabusların gizemli süreçlerinde olduğu şekliyle, gerçeğe benzeyen ama hiçbir zaman gerçek olmayan rüya benzeri metaforlarla sunma yetisini ortaya koydu.

Kafka’nın yapıtındaki “rüyasallık” Alice Harikalar Diyarında’nın epiloguyla da açık bir bağlantı kurulmasını sağlıyor.

Burlesk, absürt ve gülünç olanın ciddi olanla bir kombinasyon oluşturduğu romanda yüksek bir otoritenin özneyi hakikatten önce kaparak izini bir sürek avıyla sürdüğü görülüyor.
Burada karakterin ancak acınası bir şekilde boyun eğebileceği yüksek otorite, kurumsal bir yapısı dahi olmayan mahkeme salonudur.
Josef K erkin labirentimsi koridorlarında hakikate ulaşmanın boşuna çabasını verdi. Ancak Dava hakikat yarasının nereye gizlendiğinin yanıtını yine de bir türlü vermiyor.
Josef K, eğer hâlâ bir yerlerde kalmışsa, hakikat süprüntülerini bile toplayıp taşımak için absürdün dibine kadar ilerledi.
İktidar ile onun düzeneklerini sorgulayan arasındaki ilişkilerin bu yüzden bir dikiş tutmazlığı bulunuyordu.
Dava insanın kendisini sadece mağdur, mağlup, suçlu ya da haklı olarak gördüğünde de hakikatin izlerini takip edemeyeceğini gösteriyor.
Dava bir mağduriyetin dünyaya nasıl yansıdığını, hukuksal çöküşün yavaş sızıntılarından mahkeme salonunun dışına taşanın nasıl da öznenin mahrem alanlarını tehdit ettiğini, hakikatin sadece parçacıklı yapısını, öznenin toplumsalın kıyılarında nereye düştüğünü göstermesi bakımından eşsiz bir romandı.
Romandaki anlatının düğümlendiği yerin “hakikat krizi” olduğu tüm açık seçikliğiyle fark ediliyor.
Dava, keyfiyetin maddi gerçekliğin üzerini örttüğü oranda hakikatin orada hiç yara almadan duramadığını gösterdi.
Dava, hakikatin, kusurlu ve delik deşik bir hikâyeden yara almadan sağ çıkmasının mümkün olmadığını gösteriyor.
Kafka bu romanı felsefi bir amacı olan bir tür acı-tatlı fars olarak kurguladı.
Romanın diğer güçlü ekseni, “Muhafız” ve “Kale” alegorisinin anlattığı şekliyle hukukun ne olduğu konusunda okura bir meydan okuma dayatmasıydı.
Bu meydan okuma, “Hukuk her zaman doğruların yanında mı yer alır? Yasayı kim, kimin için yapar? Kanunu kim bilebilir ve doğru yorumlayabilir?” gibi rahatsız edici sorular içerdi.
Hukuk ile keyfiyetin melezleşmesinin miti güç ilişkilerini ve toplumsal eşitsizlikleri gizliyor.
Bu, iktidar ve tahakküm ilişkilerini tamamen gizleyen ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırarak tarihin belirli bir şekilde yeniden yazılmasına hizmet eden “mutsuz” bir karışımın mitiydi.
Bu mitin matrisi, Baba-Tanrı’nın oğlunu intikama susamış kitlelerin çarmıhında kurban edilmesine göz yummasına ilişkin metafizik absürde sabitleniyor.
Bu matris, “Baba” kültünün uzak geçmişten günümüz iktidar ilişkilerine aktarılmasından kaynaklanan hem bir anakronizmden hem de bir modernizmden hız aldı.
Dava’da çarmıh, mahkeme salonuyla, Pontius Pilatus ise, “keyfiyetin ferisi yargıçları” ile yer değiştiriyor.
Kafka’nın yapıtlarında erkin muadili olarak başka başka şekillerde yer alan ezici baba figürü, yargılandığımız “Dava”larda hep yasa koyucu olarak karşımıza dikile geldi.
Dava’da hüküm hemen verilmedi; fark ettirmeden yargılama süreci hükmün kendisine dönüştü.
Dava büyük diktatörlüklerde yaşanan olaylar ışığında, bu tür totaliter sapma ve aşırılığın alegorisi bir roman olarak da okuna geldi.
Ancak siyasi önermenin fazla öne çıkarılmasının kitabın diğer felsefi savlarını gölgeleme tehlikesi bulunuyor.
Mahkeme salonu faşizan erk ilişkilerinin mikro hapishanesi olarak öne çıktı. Bu modern sahnelemenin altından Josef K’lar kadar toplumsallığın yaraları da sızıp durdu.
İşte bu yüzden aslında, hacminden büyük yer kaplayan, söylediklerinden çok sızdırdıklarıyla konuşan bir bütünle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu bütün, ‘okült’ iktidar mekaniğinin kendisiydi.
Josef K’ nın toplumsallaştığı yer tam da mahkeme salonunun dış kapısının dış dünyayla karşılaştığı o sınır çizgisine karşılık geliyor. Bu çizgi, iktidarın da en dış sınırıydı.
Derrida, “Hukuk kendini korumayarak kendisini korur. Hukuk, kapı hep açık olduğu ve hiçbir şeyden dolayı açık olmadığı için hiçbir şeyi korumayan bir kapı tarafından korunandır” diyor. Bu tanım bana Kafka’nın Kanun Önünde adlı hikâyesini anımsattı.
Kapıyı herkes için açık bırakmak ama kimseyi içeri almamakla, kapıyı sadece erkin suçlu olarak damgaladıkları için açık bırakıp aslında herkese açık olduğu algısını baştan mahkûm edilmiş olana yedirmekle belirsizliğin ve kural dışılığın kural olduğu bunaltıcı bir ortam yaratılmış olunuyor.
Bu atmosfer sayesinde hem mekânın güncelliği ve işlevselliği korunuyor hem de keyfiyetin akışkanlığı sağlanmış oluyor.
Böylece özne hukuk dışı kılınarak hukuk içine alınmış olunuyor. Burada dışlayıcı bir içselleştirme söz konusudur. Bu da, kuralın dışına çıkmaya dair bir kuralı ortaya koyacak kuralsız egemeni doğuruyor.
Bu kuralsız egemenin kadim muadili Tanrı, çağcıl olanı ise iktidar, yasa ve devlet üçgeninin totaliter yapısıdır; bu yapının kurbanı Josef K’lardır.
Öznenin “kuraldışılanarak” yasaya tabi kılınması onun siyasallaştırılması anlamına da geliyor.
Savunma orada tam anlamıyla yasalarca yetkilendirilen bir hak olarak değil de yalnızca tolere edilen bir şey olarak öne çıkıyor.
Erk, sınır durumlarında itaatkâr bir özneyi tolere ededursun, başına gelenlere sessizce katlanan bir özneyi daha çok tercih ediyor. Çünkü yasa ve şeylerin işleme mantığı bir suç ittifakı oluşturuyor. Gerçi Josef K. bu durumu reddediyor, ancak tepkilerinin hangilerinin bir isyan ve yıkıcı bir eylem olduğunu bilmek ve sonuçlarına katlanmak tamamen onun sorunu olarak gösteriliyor.
Çocuk doktorları vardır hani, aşı yaparken batırdığı iğneyi hissetmezsiniz. Erk dava boyunca, hissettirmeden bir çocuk doktoru özeniyle iğneyi öznenin ruhuna batırmayı sürdürdü.
K’nın kendini temize çıkarması ve gerçeği gösterip onurunu yeniden tesis etmesi ancak kefeleri iyi işleyen Themis’in terazisiyle mümkündü, ama ne yazık ki Themis bu dünyaya ait bir tanrı değildir.
Kafka’nın önerdiği şey her şeyden önce metafizik bir düzenin sorgulanmasıydı.
Çıkışın belirsiz olduğu tıkanmışlık, engellenmişlik, cinnetli bir sıkışmışlık ve çıkmaz sokak imgeleri, başından sonuna kadar kontrolün elimizde olduğuna inanarak nedenini, nasılını bilmeden içine düştüğümüz erk labirentini imledi
Sadece “Kanun” çıkışı biliyordu ancak onun yolları da anlaşılmazdı.
Nitekim Josef K.’nın bu erk labirentinde kaybolduğu ve çıkışı bir türlü bulamadığı gözleniyor.
Sistem K’yı erk labirentlerinde küçük bir sineğe çevirip atomize etti. Sürecin içinde “şeyleşmiş” bir varlığa dönüşen K, modern devletin devasa ölçek kazanmış kurumları karşısında örümcek ağına takılmış bir böceği andırıyordu.
Özne, akıl-beden, maddi-manevi, rasyonel-absürt, apriori-posteriori, usla algılanan-hissedilen, evrensel-tikel, birey-kalabalık, özerk-ilişkisel, statik-değişken, aşkın-içkin, ölümsüz-ölümlü, uygar-ilkel, insan-hayvan, yurttaş-yabancı, toplumsallık-toplumdışılık, saf-lekeli, nüfuz edilebilen– yalıtılmış, hakikat-gerçekdışı, keyfiyet-hukuksallık, kutsal-kutsallığı bozulmuş gibi bir dizi kavramsal zıtlık etrafına kurulu ilişkiler içinde atomize edildi. Bu ikiliklerin hiyerarşik ve toplumsal cinsiyetli oluşları ve kavramsal zıtlık üzerinden tanımlanmaları onları ötekileştirici kılıyordu.
Düalitelerin yapı sökümüne uğratılması ancak Dava’nın baştan reddiyle mümkündü, çünkü Dava, tüm ikili yapıyı alttan destekleyen temel patriyarkal fikir tarafından inşa edilmiş devasa bürokratik labirentin minderi içinde güreşmeye çekilen öznenin davasıydı.
Bürokratik oligarşinin köhne patriyarkal narsisizmi, kendinden farklı olan herhangi bir şeyle yalnızca bir ters ayna ilişkisi kurulmasına müsamaha ediyor.
Tartışmanın bu patriyarkal erk boyutu politik bir kategori olarak öne çıkadursun, yine de çalılıktaki en dikenli çalının felsefi bir kategori olduğu gözleniyor.
Politik kategori K’nın sadece söylemsel inşasını hedefine koyuyor.
Aslında söylemsel olarak inşa edilen şey Josef K’dan çok onun maddi gerçekliğiydi. Onun periferide otonom bir özne olarak var olma sürecinin kesintiye uğratılıp iktidar merkezinin tam da içine çekilmesi tuzağıydı.
Erk ilişkileri içine çekilen özne, dilin sürgit tekrarlanan, parçalanan ve çeşitli silsileler şeklinde bir araya getirilen kavram, imaj, metafor ve göstergeleriyle boğularak kendi gerçekliğine yabancılaştırılıyordu.
Dava’da bükülmüş bir dil ile inşa edilen gerçeklik, diğer şeylerle ilişki ağları içinde özne için kapitalist-patriyarkal bir kuşatmaya dönüştü.
Hatırlarsanız, toplumsal hiyerarşinin hepimize kazandırdığı simgesel kimliklerin sahteliği Dostoyevski’nin maske takan kahramanlarında ete kemiğe bürünmüştü.
Oysa toplumun simgeselliğinin yarattığı gerçeklikte sadece küçük Bay Golyadkin’lere yer bulunuyor.
Dava’da diğer imgesel düzen, toplumun değer yargılarını reddeden “toplumsal Öteki” kilit altına alınarak tahrip edildi.
Josef K. simgesel (toplumsal) düzenin küçük Bay Golyadkin’i konumundaydı. Çünkü boğazına kadar gösterene batmış bir sistem ancak gösterilenin daimî geri çekilişiyle işliyordu.
Dava’da olaylar arasına gerili ip absürt aracılığıyla kopuyor.
Mahkeme salonu “Homo Sacer”lerin lanetlenip yargılandığı absürt bir topografya sunuyor.
Bireyin yasal otoritelerin önünde yalnızca bir sayıya (bir dosya numarasına) indirgenmiş olduğu, artık eylemde bulunan bir özne olmaktan çıkarılıp şeyleştirildiği süreçler içinde absürt giderek daha belirgin hale geldi.
Yargılamanın akışı absürtlüğün en dış sınırlarına ulaşadursun, orada saçmalığın nesnel bir yanının da olduğu fark ediliyordu.
K.’nın kendisine yardım edemeyen bu karakterler kalabalığının ortasındaki yalnızlığını, kararsızlığını, çelişkisini, gizli isyanını ve acınası durumunu not ediyoruz. Ve tıpkı Tatar Çölü’nde olduğu gibi, K’nın tavrındaki ironinin doruğa ulaştığı nihai sona kadar zaman akıp geçerken, meselenin absürdün etrafına gemici düğümleri atıp daha da karmaşık hale geldiği gözlendi.
“Homo Sacer” varlığı: İktidarın heryerdeliği ve çıplak hayat
Dava aslında, korkunç bir determinizmin içinde debelenen bireyin bir kul, bir Homo Sacer olarak yargılanışını anlatıyor.
Çıplak hayat kavramını, yani öldürülebilir ama kurban edilemez olanını, Batının siyasi alanının ilk paradigmasını oluşturan dinin ötesinde bir kutsallıkla ilişkilendirmeyi yeğliyorum.
Bu ilişkisellik Homo Sacer’i siyasetin en eski vücut bulmuş hali haline getiredursun, onun varlığı hem dinsel, hem dünyevi, hem normal hukuk hem de doğal düzenden farklı olan ilk gerçek politik alanı sınırlıyor. Gerçekliğin bozulmuş hali olarak Kafkaesk atmosfer Homo Sacer tarafından yeniden onarılıyor. Homo Sacer’de niteleyici unsur olan “sacer” kutsal anlamına geliyor. Diğer taraftan bu varlığın ancak bir ‘yer bezi’ kadar bir kutsallığının olması buradaki paradoksallığı daha da derinleştiriyor.
Kovulmuş olana, artık herkes tarafından öldürülebilecek olana kutsallık atfedilmesi, başlı başına bir çelişki olarak öne çıkıyor. Bir Homo Sacer olarak Josef K. bu dehşetli ikilem içinde bir yer bezidir: Değerli olamayacak kadar lekeli ama lekeli olmak yüzünden tanrıları tatmin edecek kadar kurban edilme vasfı taşımadığı için paçayı kurtarmış sayılabilecek denli talihli. Burada adeta lekesi çıkmayan gömleğin yer bezi yapılması gibi bir durum söz konusudur. Sadece yer bezi muamelesi görmekle kalmayıp kendisini de öyle kabul eden kişinin çaresiz çöküşü, toplama kampı ekonomisi ve siyasetinin, us dışı düzenlemelerin, hiyerarşilerin ve stratejilerin Homo Sacer varlığını ölüme değil de sonsuza kadar hayatta kalmasına hizmet ettiği uğraklarda, onun yaşamının sıfır derecesine dayandığı yerde gerçekleşti.
Homo Sacer’ler ve Josef K’lar Nazi kamplarındaki insanlar gibi öldürülebilir ama kurban edilemezlerdi. Çünkü onlar tanrılara kurban edilemeyecek kadar lekeliydiler.
Çünkü narsist tanrıların tatmin edilmesi için en fazla değer verdiklerimizin, en temiz, lekesiz ve bozulmamış olanların kurban edilmesi gerekiyordu.

Homo Sacer’lerin kurban edilmesine izin verilmezdi, ama bu kişileri öldürenler “jurisprudence”ın gözünde cinayet suçu işlemiş de sayılmadılar.
Üstelik modern toplum ‘büyük’ suç ya da günahtan ötürü Homo Sacer’i, İsmail örneğinde olduğu şekliyle, zaten artık kurban etmiyor. Onu, toplumdan dışlayarak, toplumun ontolojisi bağlamında yok sayarak ya da erk labirentlerinde küçük bir sineğe çevirip atomize ederek cezalandırıyor. Homo Sacer özgürlüğünün gerçekleşme yeri olan mekândan ve “Dil”den mahrum bırakılarak tanrıların kucağına itilmiş bir varlık haline getirildi. Bu haliyle sadece narsist-nevrotik tanrıların tatminine hizmet eden bir varlık haline gelmiş oluyordu.
Suçluluğu ve günahkârlığı ona sürekli anımsatılıp tanrılar nezdinde lekeli biri olarak kodlanan Homo Sacer giderek bir yer bezine dönüştürülürken, “yer bezi” konumundan kendine bir yaşama kültürü inşa etmesi istendi. Kendisi de bu duruma çok itiraz etmiyor; Romalı Curius gibi görünüp, Şarap Tanrısı gibi yaşamayı sürdürüyordu.
Homo Sacer, aynı zamanda düzenin devamlılığı açısından, sosyolojik olarak da korunması gereken nadide bir türdü. Bu bakımdan yer bezi metaforu, iktidarın bireylerin eylemlerini, başka deyişle yaşamlarını (Bios) kurnazca kontrol etmesinin işlevsel bir aracına dönüşüyor. Foucault bu süreçlere “biyosiyasallaşma” diyor. Ya yer bezi işlevselliği ya da Homo Sacer varoluşu arasında sıkışıp kalmış birey fena halde yarık bir entite haline geldi.
Çoğumuz lekeliler arasında daha uslu olduğu için zaman zaman başı okşanan, sisteme entegre olabildiği oranda sırtı sıvazlanan, tecrit edilmemiş gibi hissettirilerek kendisine özgürlük ve mutluluk yanılsaması bahşedilmiş, suçlu olduğu algısıyla yargılanmış ve savunma pozisyonlarına itilmiş Homo Sacer’ler ile Josef K.’lar durumundayız.
Her birimiz dünya hapishanesinde mahpus, her an bir mahkeme salonunda yargıç, tanık veya sanık olma olasılıklarının ‘aciz’ varlıklarıyız. Ve kapitalist ahlâkın yoldan çıkardığı yargıçlardan, adil kararlar dileniyoruz. Bizim olduğumuz ya da öyle olduğuna inandığımız ‘masumlar’ arasında kendi yaptıklarına bakıp, hiç kimseye karşı hiçbir suçu olmadığını kendi kendine söyleyebilecek kaç kişi var?
Özetle Josef K.’lar ile Homo Sacer’ler iktidarın devamlılığını sağlayan kurucu mitlerden sadece ikisiydi. Hatta aşırı bir savla, bu tipolojinin onayı ve rızası olmadan Nazi kampları bile kurulamazdı.
 
Çıkarımlar ve savlar
Kafka Dava’da, belirsizlik durumunun, ifade edilmeyenin, çelişkili önermelerin ve yalnızlık şeytanlarıyla karşı karşıya kalanın sonsuz beklentilerinin yarattığı yavaş zihinsel yabancılaşma sürecini anlattı.
Roman Josef K özelinde, kırılganlıkla kararlılığın eşsiz bir karışımını, bireyin dünyayla uyumsuzluğunu, erk cenderesindeki huzursuzluğunu, onu kuşatan tiyatroyu ve yalanları, kaçındığı kavgalarını ve onu öfkelendiren cebri uzlaşmalarının otopsisini yapıyor.
Dava, karakteri etrafında dönen klişelere atıfta bulunurken belki Kafkolojik değil de daha ziyade Kafkaesk büyüyle yazılmış bir roman olma özelliği taşıyor. Dava Voltaire’in ruhundan çok da uzak olmayan bir içerik barındırmakla birlikte, Kafka ne bir filozof ne de bir ahlâkçıydı. Bu açıdan bakıldığında eserde, totalitarizmin hicvine, adaletsizliğin eleştirisine, bürokrasinin temsiline ya da K.’nin cinselliğine ve ilgisizliğine dair ahlâki bir ders ya da manevi bir doktrinin aranmaması gerekiyor. Dava aslında korku ve yalnızlık çağında konuşan fakat iletişim kuramayan insanların hikâyesiydi. Yazgıların baştan belli olduğu, toplumun, bu kabullenmişlik içinde sistem çarkının işleyen bir dişlisine dönüştüğü ve tepki gösterenleri dışladığı, otoritenin yaptıklarının ve söylediklerinin mutlak doğru olarak kabul edildiği, ilerleyemeyen, ilerleyenlerin ise engellendiği statik bir yapılanma içinde anestezik olanların hikâyesiydi… Yargılanmayı sorgulamadan kabul etmekle birey kamusal bir özneye, bir Josef K.’ya dönüşüyordu. Öznelliğini ve özgünlüğünü yitiren kamusal özne bu sefil varoluşun üstünde yer alan estetik bir basamağa, erekselliği olan bir kalkışmaya yeltenemiyordu bile.
“Efendim, ne kadar az maaş aldığımızı bilseydiniz bizi daha az sert bir şekilde yargılardınız. Benim bakmam gereken bir ailem var…”
Bunalan özne, “amor fati” bir varoluşu kabul ederek, akla yakın tek yolun ne olursa olsun duruma ayak uydurmak ve yazgısıyla barışık olmak olduğunu düşündü.
Bu açıdan bakıldığında Josef K’lar ile Samsa’ların, Homo Sacer’lerle hapishane arkadaşı olması kaçınılmaz görünüyor.
Dava’da hüküm beklentisini kanıksadık, “Beni yargılayın da artık rahat edeyim”, diye cellatlarımıza yalvarır hâle geldik. Böylesi tutumların altında Dostoyevski’ci kaderciliğin izlerine rastlamak mümkündür.
Kısacası bu kitap bana, hem bireysel hem de kolektif olarak hepimizin içinde değişik hacimlerde barınan ve ona kimliklerimizi teslim ettiğimiz baskıcı “kör canavarı” gösterdi.
Kaynakça
  1. Robert Antelme, L’Espèce humaine, Gallimard, 1978.
  2. Jacques Verges, Adli Hatalar, Pinhan, Çev. Barkın Asal.
  3. Franz Kafka, Dava, Cem Yayınevi, Çev. Kamuran Şipal, 2017.

 

Diğer analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir