KAPAK 1
AYSEL KARACA

KURU OTLAR ÜSTÜNE VAROLUŞSAL OKUMA- YAŞANMAZ

                                      

   “Size yemin ederim ki, gereğinden fazla anlamak bir hastalıktır, gerçek bir hastalık.”

                                                                                                                                                        F. Dostoyevski

 

Yakın zamanda gösterime giren NBC filmi ‘Kuru Otlar Üstüne’nin kısa sürede mite dönüşecek, disiplinler arası git-gellerle örülü, çok katmanlı bir eser olduğu aşikâr.

Yönetmenin en iyilerinden diyebileceğim filmi izlediğimden beri Yusuf Atılgan’ımızın tarif ettiği o, sinemadan çıkmış insan’a dönüşmüş olarak- ki şükürler olsun NBC filmlerinden çıktıktan sonra Atılgan’ın söylediği gibi beş-on dakikada ölmeyip günlerce doğum sancıları çektiğimizden-  Camus’nun Sisifos’u, Mersault’sı, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı, Sartre’ın Roquentin’i, Hesse’nin Bozkır Kurdu gibi dönenip duruyorum.

Her şeyden önce şunu söylemeliyim sanırım; film tam bir varoluşçu sahnenin –Samet’in köyün sapağında minibüsten inip okul lojmanına ulaşıncaya dek süren, karlarla kaplı kırsalda, göz açtırmayan şiddetteki tipinin altında yaptığı o amansız, uzun yürüyüş- yarattığı boğuntu duygusuyla başladı ve bu duygu bütün o saatler boyunca sürdü.  “Ne duruyorsun, at kendini denize” diye çığlıklar atarak salondan çıkmamak için kendimi zapt etmekte zorlandığım doğruydu.
Nuray’ın protezini çıkarıp yatağa uzandığı sahnedeyse boğuntu yerini ‘bulantı’ya bıraktı.
Bu atmosfer Samet’te de bulantı hissi uyandırıyor olmalıydı ki tatil dönüşü okulun kapısından girerken: Toplandı mı sinekler, diye sormuştu hademeye. Sinek diye nitelediği, kirlilik ve kötülükle harmanlanmış arkadaşlarının yaptıkları ve yapacakları elbette şaşırtmayacaktı onu. Çünkü insan, ruhundaki arkaik, karanlık gölgede baskıladığı şiddeti, kötücüllüğü açığa çıkarabilmek için bir ya da birkaç kurban seçer ve her türlü kötülüğü ona reva görürdü: O sürüye ait değildi, dışarı atılması hatta yok edilmesi gereken bir varlıktı. İşte Müdür dâhil tüm toplum rahatsızdı bu sürü dışı öğretmenden. Hatta kendinden olmayan herkesten: Samet’ten, Nuray’dan, Kenan’dan, Vahit’ten, Feyyaz’dan bile…
Bunca veriye karşın sezgilerimi netleştirebilmek, doğru bir analiz yapabilmek için filmi üç kere izlediğimi itiraf etmeliyim.
Ne diyordu Borges; bir okuma hiç okumadır, bir eseri gerçek anlamda okudum diyebilmeniz için en az üç kez okumuş olmalısınız. Ben de büyük babamızın sözünden çıkacak değildim.
Film boyunca yönünü kaybetmiş, (Oysa ateşe uçardı bütün pervaneler ve belki Feyyaz da ateşe uçmuştu.) doğrusu ruh ölümü gerçekleşmiş canım Samet öğretmenin çektiği yaşayış ızdırabını görmemek ve Camus ustanın: “Gerçek ve tek bir felsefe sorunu vardır, intihar” cümlesini hatırlamamak mümkün müydü?
İşin doğrusu, üzerinden geçen onca güne karşın hâlâ sersem sepelek gezinirken film hakkında, heyecanla ve merakla okuduğum yazılarda ya da izlediğim videolarda, varoluşçu felsefeye ve edebiyata yapılan bu saygı duruşu hakkında kapsamlı bir yorum aradım. Çoğu yorum; NBC’nin Dostoyevski, Çehov hayranlığına vurgu yapıyor, izlek olarak ülkenin siyasi, politik meselelerini tema olaraksa Narsisist bir adamın küçük yaştaki öğrencisine olan sapkın duygularının işlendiğini anlatılıp duruyordu.
İlk günler üzerine bu denli konuşulan, tartışılan, yazılan böylesi kıymetli bir film hakkında yazmak bana mı kaldı düşüncesi sonradan yerini, varoluşçu edebiyat meselesinin tutkulu bir okuru olarak, bu filme dair düşüncelerimi mutlaka yazmalıyım kanaatine bıraktı. Dilerim aklımdan geçen onca şeyi yazıya dökebilirim.
Aslında bu varoluşçuluk meselesine yeniden dalmam Kuru Otlar Üstüne’yi izlememden birkaç ay önce; 5 bölümlük, balina avcılarını konu eden o kuzey dizisini: The North Water’ı izlememle başlamıştı.

Film boyunca elinden gelen tüm kötülüğü ardına koymayan, filmin anti-kahramanı Henry Drax, sonlara doğru onca kötülüğü neden yaptın sorusunu, ‘Yapabildiğim için yaptım’ diye cevaplamıştı.
Bizim filmde de veteriner Vahit, iki ineğini ayaklandırdığı çiftçinin gelip köpeğini vurduğunu söylediğinde Samet öğretmenin neden sorusunu ‘İnsan olduğu için…’ diye cevaplayınca kafamdaki tüm ışıklar yanmaya başladı.
Filmdeki kimi diyalogların; tıpkı o kuzey dizisindekiler gibi vurucu, varoluşçu konuşmaların ruhumda yarattığı sarsıntı üzerine, zihnimi her daim meşgul eden ‘İnsan’ın sınırları nerede başlar, nerede biter sorusuna cevap bulabilmek için sil baştan Tolstoy, Dostoyevski okumaya giriştim.
Belki de filmin: The North Water’ın alt metni Moby Dick’i okumam gerekiyordu fakat bir gün, -Henüz Melville’e sıra gelmeden- Yusuf Atılgan’ın Yaşanmaz öyküsü düşüverdi önüme.

Öyküdeki isimsiz kahraman (Biz buna Y. diyelim.) Y’nin, kendisini bir yumrukla yere yıkan adamın elinden kurtaran,  onu evine götürüp yaralarını temizleyen yüce gönüllü Ali’yi, gözünü kırpmadan,  tek hamleyle öldürüvermesi benim de Y. için aynı soruyu sormama yol açmıştı: Böyle bir kötülüğü neden yaptın?
Atılganın kahramanı Y. çocukluğu, okul yaşamı ve dahi çalışma yaşamı boyunca unutulmuş, ihmal edilmiş, aşağılanmış, sömürülmüş bir karakterdir. Burada Atılgan’ın da NBC gibi Gogol, Dostoyevski hayranlığını göz önüne alarak Y.’yi bir Golyatkin, bir Akaki Akakiyeviç prototipi olduğunu söyleyebiliriz.
Y. fakir bir ailenin çocuğudur, çirkindir, cüce denecek kadar kısadır. Çok okur, çalışkan ve zekidir. Ama bu onun sadece profesör diye alay edilmesine o da yetmezmiş gibi sınıf arkadaşı sarışın tarafından sömürülmesine yol açmaktan başkaca bir işe yaramaz. Üstelik bu Y. çocukluğunda yaşanan bir intiharın da tanığıdır. Böylesi travmalarla örülmüş yaşamın ilerleyen günleri de kahramanımıza mutluluk getirmez. Dairedeki arkadaşları ve mutemet bile onu hor görmeyi sürdürür. Bunca kötücül ve acı dolu yaşamın içinde ona umut vadedecek bir tutamak bulamayan Y. nihayetinde kendini öldürmeye karar verecektir.
Buraya kadar her şey kötülüğün o çok tanıdık sıradanlığı çerçevesinde ilerlerken tuhaf bir şekilde -bir yumrukla yere yıkıldığı o anda-  Ali’nin yardım eli uzanır.
Zavallı Y. yaşamı boyunca deneyimlediği, alıştığı bu karanlık evrende ansızın beliriveren bu ‘Kardelen’i  yine ansızın kafasına vurduğu tokmakla (Havaneli)  öldürüverir. Çünkü ona göre bu kurumuş, kötücül evrende kalbi iyilik dolu bir kardelenin yaşamasına imkân yoktur.
İşte NBC’nin yarattığı, karlar altında kalarak hiçleşmiş, aslına bakılırsa çölleşmiş bu evrenin merkezine yerleştirdiği Samet de tam bir Yaşanmaz’dır. Ve öykü boyunca ‘Hayat bana bir yaşama borçlu’ cümlesini tekrar eden Y. gibi işitilmeyen çığlıklar atmaktadır.
“Çağımızın öncüsüydüm ben; ama beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. ‘Yirmi liraya bu gömlek ha! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, on üç liraya.’ Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı: ‘Bütün dünya bir yaşama borçlu.’ İstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım.”*S. 59
Ve zaten film boyunca gizli bir kahramanmışçasına sergilenen, Samet’in, Tolga’ın, Vahit’in evinin duvarlarında görünmez harflerle YAŞANMAZ yazmaktadır.
Duvarlar bağırmakta, tavanlar yanmaktadır. Tolga’nın evinde, duvarlar üzerine geçen o uzun konuşmayı ve kameranın duvarlar üzerinde gezinişini hatırlayalım. Buradan bakınca filmde, üzerinde ‘yaşanır’ yazan tek duvar Nuray öğretmenin duvarıdır. Bu yeni (eksik) haliyle yaşamda kapladığı yeri sorgulayan Nuray’ın en büyük tutamağı resimdir ve evinin duvarları bu tutamağıyla kaplıdır.
Ne demiştik; ‘Hayat bana bir yaşama borçlu.’
En azından Samet için durum buydu.
Film boyunca kapanmayan, açık bırakılan kapılar meselesi de aynı derdin işaretiydi kanımca.
 Odasının, sınıfın, spor odasının, öğretmenler odasının kapanmayan kapıları ve kapatılma ihtimalinde bile avaz avaz bağıran bir kahraman bize neyi imliyordu sizce: Kapama kapıları ölüyorum.
Aslında Feyyaz için de durum aynıydı: Gidelim buralardan dayanamıyorum
Belki tüm hayal kırıklarını göğsüne bastırarak yaşamdan elini eteğini çekmiş, bir ‘mağara’ya sığınmış Vahit için de…
Gençliğin var ulan! Az şey mi…

Aslında Vahit’in mağarasının duvarında görünmez harflerle Y.’nin söylemek istediği şeyler yazılıdır:
Hayatı bu kadar derinden duyumsayan, onun saçmalığının ve anlamsızlığının insanda yaratacağı hayal kırıklığını deneyimlemiş bir insanın kaybedecek bir şeyi yoktur.  Ve bir kez hayal kırıklığına uğramış insan tüm hayatın hayal kırklığından ibaret olduğunu bilir…
Epifanisi gerçekleşmiş, tüm hayatın bir hayal kırıklığından ibaret olduğunu kavramış Samet’in de sığınağı elbet Vahit’in mağarası olacaktır. Ama o Vahit gibi çile doldurmak değil bilek damarını kesmek niyetindedir.
Mağaradan söz açınca Platon’u ve Mağara Alegorisi’ni anmadan geçemeyiz tabii. Tavana yansıyan alev, tam da buraya yaraşır bir görüntüydü ve oyundan/ mağaradan ilk çıkmak isteyen Feyyaz’dı bunu aklımızda tutalım. Bu bağlamdan bakınca asıl epifani/ uyanışı yaşayanın da Feyyaz olduğunu söyleyebiliriz.
Ve NBC’nin bu oyundan çıkma meselesinin altını çizmek için, bir bakımdan da ustası Peter Weir’in çektiği 1998 Yapımı Truman Show’a selam durmak için Nuray’la sevişmeden önce kapıyı açıp film setine çıktığı sahne, tam da Samet’e göre bir harekettir.

Truman gibi filminin yönetmenini aramaya girişmese de olan biten her şeyin farkındadır Samet. Bu bir oyundur ey seyirci, gerçek yaşam mağaranın dışındadır, dercesine film platosunu tavaf eder ve yine başka bir selamla Matrix filminin kahramanı Neo gibi elindeki hapı içerek harikalar diyarına geri döner…
“Mavi hapı alırsan hikâye biter.
Yatağında uyanırsın ve istediğin şeye inanırsın.
Kırmızı hapı alırsan harikalar diyarında kalırsın.
Ben de tavşan deliğinin gittiği yerleri sana
gösteririm”
Görünüşe göre No Way Out bir evren yaratan NBC’nin zihni de benimki gibi işliyor. Çünkü onun yarattığı çoğu evren de Kafka’nın Şato’su, Buzatti’nin Tatar Çölü, Kobe Abe’nin Kumların Kadını’dır.
Ki bu filmle birlikte NBC sinemasının yarattığı çölleşmiş arketipler evreni için Faulkner’ın Yokapatawna’sı benzetmesi yapmanın zamanı gelmiştir. Nasıl ki Faulkner evreni salt Güney Amerika olarak tanımlanamazsa Nuri Bilge Ceylan’ın evrenini de Bir Zamanlar Anadolu olarak sınırlamak doğru değildir. Orası artık bir mitik NBC evrenidir. Belki bir gün o da kocaman bir boşluğun/ çölün ortasına yerleştirdiği o arketipler evrenine bir isim bulacaktır…

Ve NBC’nin ilmek ilmek ördüğü, kötülüğün sıradanlaştığı bu mitik evrende/ çölde izlediğimiz her şey seraptan ibarettir.
Bu yüzden, bir tül perdenin arkasından akarcasına yağan kar taneleri izleyiciyle film arasında uçuşup dururken; aradığın gerçek burada, sen neredesin ey izleyici! dercesine, yüksek çözünürlü fotoğraf kareleri rüyayı orta yerinden bölüp yansır ekrana. İzleyici birkaç saniyeliğine bu görüntülerde tutulup kalsa da filmi kaldığı yerden izlemeye devam eder. Ve elbette ki oyun her zaman daha eğlenceli, Man is, ‘homo ludens’tir. NBC’nin dünyanın en güzel oyun tablosunu resmeden Bruegel tablosuna göndermeleri de boşuna değildir.
Fakat seyirci bu sefer de hayatlarının baharında kışa tutulan Nuray, Feyyaz, Kenan Ve Samet’in çektiği ısdıraba odaklanmak yerine Samet ve Sevim arsında yaşanan hayal kırıklığına/ kimine göre sapkınlığa takılıp kalır.  Oysa yaşananın bununla uzak yakın alakası yoktu kanımca. Samet Öğretmen yaşam denen olgunun saçma bir oyundan ibaret olduğunu çoktan çözmüş, kendine dağıtılan elden hoşnutşuz, anlamı, tutamaklarını kaybetmiş, ruhu sönmüş bir adamdır. Tıpkı Atılgan’ın saflık ve iyilik dolu karakteri Ali gibi ömrünün baharına henüz adım atmış Sevim de; el değmemiş, zedelenmemiş, yarılmamış saflığı, aşka olan inancı, yaşama güçlü bağları temsil etmektedir. Kaybettiği saflığını ararcasına bir sanat eserini izler gibi izlemektedir onu Samet. Ve ona gelecekten haber getiren İnterstaller kahramanı gibidir. Korkma, ben diğer öğretmenler gibi değilim… Âşık olmak utanılacak bir duygu değil… der ona içtenlikle.
Bu arada Nuray’la sevişmesine çok öfkelenen Nuray’ı ve Kenan’ı kötü emellerine alet ettiğini düşünenlere de şunu söylemek isterim:
Nuray tamamen özgür iradesiyle sevişmiştir Samet’le çünkü Samet onun özgür olduğu, sakatlanmamış günlerinin, eksik olmayan Nuray’ın eşdeşidir. Samet’le sevişirken özgür ve yarılmamış Nuray’la son kez buluşur ve vedalaşır. Kenan’sa onun eksik halinin… Ne de olsa o da toplumda marazlı bir hayvan muamelesi gören Alevi ve solcu tayfanın üyesidir. Yürüyeceği bu yeni yolda ona yoldaşlık edebilecek kişi odur. Sabah uyandığında Samet’in gelecek vadeden konuşmasını umursamadan, Kenan’a söylemezsin değil mi seviştiğimizi derken Samet’te yarattığı tsunamiyi fark edemez.
Oysa Samet bilek damarını kesmek üzeredir, bunlar son çırpınışlarıdır.
Nuray’la masabaşı sohbetinde ille de sürüye dâhil olmak mı gerekir. İnsan özgürlüğü seçemez mi diye diretirken bir Bozkır Kurdu gibi için için ulumaktadır.  Ama ihtimal, o meşhur Murakami cümlesini aklının bir köşesinde tutmuştur yine de, “Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir.”
Ancak geceleyin yeşeren umutlar sabahleyin kurulan cümlelerle kuruyup kalır.
Ne Nuray’ın onu ne de onun Nuray’ı sevme ihtimali kalmamıştır.
Hayal ettiği yaşamdan ve hayal ettiği ‘kendini bulmuş insan’  profilinden umudunu keserek dahası umut etmekten yorgun düşerek, tutkuyla bağlı olduğu resimden ve yaşamadan vazgeçen Samet, Sevim’in ona ihanetiyle bir kez daha yıkılır.
Aklım almıyor der Tolga’ya, daha dün görür görmez koluma bacağıma yapışan kız ne oldu da beni öcü ilan etti. Kendi içindeki yarayla öylesine meşguldür ki Sevim’e ne yaptığının farkında değildir. Onu son kez odasına çağırdığında bile yaşadığı hayal kırıklığını telafi edecek, onun gözünde yine yere-göğe sığmayan Samet öğretmen olacak o tavrı, o cümleleri duymak istemektedir. Üzerine basa basa söyler Sevim’e; beni ömrün boyunca bir daha görmen mümkün olmayacak. Buralardan temelli gidiyorum. Ama Sevim anlamaz, anlayamaz onun sürüklendiği yolu.
Yine de Atılgan’ın Yaşanmaz’ı gibi ödürmeyi düşlemez idolünü. Göksel bir mektupla veda etmeyi seçer.

Sisifos misali sırtında koca bir yaşamak ağrısıyla tepeyi tırmanırken yürüdüğü yer aslında kuruyup kalmış ruhlarla kaplı bir mezarlıktır. Ve o sonsuzluğun içinden son kez seslenir Sevim’ine: Hayatla daha sıkı bağlar kuran, hırçın ve umutlu biri olacağından eminim, der. Ki böyle olacağı için bir yandan sevinirken bir yandan üzülmektedir aslında. Gerçek sıkıcı olduğu kadar acımasızdır, zaman geçip gidecek ve kendi içine batmış bin bir aksiliğin yaşandığı bu coğrafyada hayatta kalırsan yine de sararıp kuruyup gideceksin. Geriye dönüp bakmışsın ki içindeki çölden başka bir kazancın olmamış…
İşin özü bu sözlerle yaşamla da vedalaşan Samet’in mezar taşında şu cümle (yazmalı) yazıyor diye düşünüyorum: Hayat bana bir yaşama borçlu. Sizinki gerçekten YAŞANMAZ!
 

*Bütün Öyküler, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları

 

Yayın Yönetmenimizin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

7 thoughts on “KURU OTLAR ÜSTÜNE VAROLUŞSAL OKUMA / Aysel Karaca

  1. Alev Turanli dedi ki:

    Çok güzel bir yorum olmuş. Bambaşka bir bakış açısı ile çok beğendim ellerine beynine sağlık.

  2. Özlem Y. Uçak dedi ki:

    Öyküler denizinde bogulalim mi dalgalara kendimizi bırakıp yüzelim mi? Bu kararı bize bırakıyorsun yazında. Deniz, Kuru Otlar Üstüne. Dalgalarsa tüm o okuduklarımız izlediklerimiz. Hepsi bu filmde gözle görülebilir ete kemiğe burunebilir hale gelmiş burada. Filmin büyüsünü göstermişsin. Bazen insan gördüğünü anlamaz. Büyüsünü yakalayamaz ama sen bize gösteriyorsun. Şimdi oturup yeniden izlemek gerek. Aklına sağlık

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Özlem’ciğim katmanlı okunabilen eserler bende büyük heyecan uyandırıyor. Aşkla bakıyorum karşımda duran anlaşılmaz şeye, deşeledikçe de bunlar çıkıyor ortaya. Büyük haz. Bunu hissettirebildiysem be âlâ. Sevgiler canım.

  3. Yusuf Türkmen dedi ki:

    Film elestirisi, içerden yapısalcı bir metin cozumlemesi. Sinamasal metnin zengin alt metinlerine yolculuk yapmada film okuru için çok besleyici bir kritik. Filmin geçtiği mekansal coğrafya ve buna bağlı olarak yatakta Nurayi’in bir yarısını kaybettiği bacağına odaklanan görüntü ve Kenan’in gecenin bir yarısında jandarmalarca evden götürülen ve bir daha dönmeyen baba anlatımı, filme bir tarihsel arka plan,bir alt metin ouşturmaz mi….

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Teşekkürler Yusuf Bey, ben metinde de söylediğim gibi varoluşçu bir bakışla yorumladım filmi. Bu bölümlerle ilgili görüşlerim de var zaten metinde. Feyyaz’ın alevi ve Nuray’ın bacağıyla ilgili bambaşka okumalar yapılabilir tabii. Sanatla kalın.

  4. Şebnem Satı dedi ki:

    Ne güzel bir üslup. Filmi izlemek şart oldu. Teşekkürler güzel arkadaşım.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Canım arkadaşım, böyle bir etki yarattıysam ne mutlu bana. Keyifli izlemeler. Dilerim hayal kırıklığı yaratmam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir