DAG SOLSTAD’IN MAHCUBİYET VE HAYSİYETİ
Okumanın bilişsel önemini anlatan Descartes’ın şu sözü ne güzeldir: “Bütün iyi kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş geçmiş yüzyılların en değerli insanlarıyla konuşmak gibidir.”
Sizce de öyle değil midir? Okuma edimimiz sırasında kitapla ve yazarıyla aramızda, çoğunlukla fark etmediğimiz, eşsiz bir ilişki süreci işler. Bu süreçteki ilişkimiz aslında yazarların bilgeliğinin sınırında kendi bilgeliğimizi başlatmak için bir olanak sunar bize. Bu olanaktan yararlanmak, kendini oluşturmak, kitapların zenginliğini yaşamımıza katmak emek ister.
Emek harcadığımız kitaplar düşünsel dünyamızın vazgeçilmezleridir.
Biz okurlar öznel birikimlerimizin açtığı kapıdan gireriz kitaba. Bu yüzden aynı metne farklı bakış açılarıyla farklı anlamlar yükleriz. Bazen bu anlam farklılıklarının yazarının metne yüklediği anlamın sınırlarını zorlayan değerlendirmeler olduğunu da düşünürüm. Bu düşünce Umberto Eco’nun Yorum ve Aşırı Yorum kitabında, yoruma dair yazdıklarını hatırlatır. Eco yorumlar hakkındaki görüşlerini metnin niyeti, okurun niyeti, yazarın niyeti olarak sınıflandırır ve yazarın niyetini aşan yorumlara dikkat çeker. Ucu açık yorumlamayı tartıştığı kitabında, yorumun mutlaka sınırlandırılması gerektiğini savunur. Metnin eğilip bükülmez bir tarafının olduğunu vurgular. Kısaca okurun, metni istediği gibi yorumlamaması gerektiğini savunur.
Eco ne kadar haklıdır bilmem ama bence istesek de istemesek de okur olarak yaptığımız her yorum, yazarın niyetini aşar. Bu anlamda, Mahcubiyet ve Haysiyet romanı hakkındaki düşüncelerimin, yazarının niyetini aşıp aşmadığını sorgulamadan yazacağım.
Öncelikle belirtmek isterim ki Dag Solstad’ın bu kısa romanını severek okudum. Düşündüren, araştırmaya iten, felsefi tartışmaları olan, iyi bir kitap. Ayrıca okuma edimi boyunca, edebiyat ve düşünce dünyasından birçok yazarı yanınızda hissetmenizi sağlıyor. Bana da Decartes’ın ve Eco’nun yanında, Victor Frankl ve Walter Benjamin yoldaşlık etti. Marks da romanın içinde, anlatı boyunca hep benimleydi.
Romanı okumaya başladığımda ilk sayfalarda Victor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı isimli kitabını hatırladım. Frankl umut etmenin insan yaşamındaki önemini ve anlamını irdelediği eserini 1946 yılında yazmış. Holokostu Auschwitz’te deneyimleyen bir bilim insanı olarak, kampta yaşadıklarından, gözlemlerinden yola çıkarak oluşturmuş kitabını.
Yazdıklarıyla umut etmenin yaşama anlam katmak olduğunu, bunun da insana dayanma gücü, yaşama sevinci, hayatta kalma direnci verdiğini vurguluyor. Sarsıcı tanıklıkların eşlik ettiği kitabını okuyup bitirdiğinizde, yazarın iletisi yaşamınız boyunca unutmayacağınız bir ilkeye dönüşüyor.
“Yaşamak acı çekmektir. Yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır.”
Yani anlam, yaşamı katlanır ve değerli kılar. Mutluluğun kaynağıdır diyor V. Frankl.
Dag Solstad da romanında Henrik İbsen’in Yaban Ördeği yapıtından yola çıkarak Frankl’la aynı ilkede buluşuyor. Romanını, İbsen’in Yaban Ördeği yapıtındaki karakterlerden birinin repliğini odağa alarak kurguluyor.
“Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.”
Biri 19. Yüzyılın, diğeri 20. yüzyılın başında doğan iki yazar; insanın, yaşama yüklediği anlam kadar insan kalabildiği görüşünde ortaklaşıyorlar.
Daha ilk cümleden okuru sarıp sarmalayan, odağa aldığı soruna ait mekân ve karakterleriyle sahiciliğini sonuna kadar sürdüren Mahcubiyet ve Haysiyet’i okuyup son sayfaya geldiğinizde kitap bitmiyor. Yazarın, felsefi tartışma içeren anlatım biçiminin okuru çağıran sesine kayıtsız kalamıyorsunuz.
Yanınızdan ayrılmayan Elias Rukla’yla birlikte, çağı, çağın dayattığı insan yapısını ve yaşamın amacını sorgularken buluyorsunuz kendinizi.
Yürütücü örgesi, İbsen’in Yaban Ördeği oyunundaki “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz” cümlesi olan romanın konusu, elli yaşlarında, devlet lisesinde yirmi beş yıldır edebiyat öğretmeni olarak çalışan Elias Rukla’nın yaşam öyküsünden bir kesit. Roman boyunca Elias Rukla yaşamının muhasebesini yapar gibi görünür ama aslında bütün anlatı, Dag Solstad’ın, yarattığı karakteri vasıtasıyla eğitim sistemine, toplumsal değerlere ve bireysel ahlaka dair eleştirileridir.
Geriye dönüşlerle olay örgüsü oluşturulan romanda başlangıç noktası 1970’lerdir. Sol düşüncedeki değişimin odağa alındığı romanın anlatım biçimi, bazen okuduklarımızın bir kurgu olduğundan şüphelenmemizi sağlayacak kadar gerçekçidir. Ayrıca roman, bizde modası geçtiği düşüncesiyle pek de sıcak bakılmayan bir görüşle, toplumsal gerçekçi bakış açısıyla yazılmıştır.
Ana karakterimiz öğretmen Elias Rukla, yıllardır büyük bir zevkle ama hep aynı tarzda İbsen’in Yaban Ördeği oyununu işlemektedir.
Bir gün oyunda geçen, çok bilinen edebi İbsen cümlesinde yeni bir anlam keşfeder. Keşfi büyük bir aydınlanma yaşamasına sebep olur. Bir taraftan o çok bilinen cümlenin, asıl anlamını yıllardır fark etmediği için şaşırırken, bir taraftan da yeni buluşundan coşku duyar. Her şey birdenbire değişir. Dünyaya bakışı yenilenir ve kendini iç hesaplaşmaya dönüşen sorgulamalar içinde bulur. O cümle aynı zamanda kişisel tarihini ve onu oluşturan toplumsal tarihi sorgulamasını sağlayarak, yaşamın kendisi için ne anlama geldiğini bulmasına yardımcı olacaktır.
Elias Rukla kendisini, sıradan, diğer insanlardan farklı olmayan, hatta zaman zaman modası geçmiş, çağa ayak uyduramayan biri olarak düşünse de bütün sıradanlığına karşın toplumsal durumlara ilgilidir.
Öğretmenliği boyunca, on sekiz yaşındaki gençlere ulusal edebiyatı öğretmek için çabalamaktadır. Çünkü edebiyat dersinin amacı “… genç, kafası karışık ve gelişmelerini tamamlamamış öğrencilerinin de bir parçası olduğu bu ulusun ve bu uygarlığın üzerine inşa edildiği bazı temelleri anlamalarını sağlamaktı.”(sf:18) olduğuna inanmaktadır. Bunun için de canla başla, kendisine verilen görevi yerine getirmektedir.
Yarattığı karakterin kafasından geçen bu düşüncelerle Dag Solstad’ın edebiyatın ne anlama geldiği hakkındaki düşüncelerini okuruz, ilerleyen sayfalarda. Edebiyat eserlerinin toplumun kültürel yapısını oluşturmadaki, birey yaratmadaki etkisine ve önemine dikkat çekmektedir. Kültürel yapıyı oluşturmak, oluşturulan yapıyla uyumlu bireyler yaratmak demektir. Edebiyatı bu anlamda en işlevsel araç olarak görmektedir.
Aydınlanma yaşadığı o edebi cümledeki anlamın öğrenciler tarafından anlaşılmasını, heyecanının onlara da yansımasını sağlamak için elinden geleni yapar ama onların ilgisini çekemez.
Çünkü Henrik İbsen koşullarını içinde yaşadıkları zamanın belirlediği, ruh ve düşünce dünyaları karmakarışık bireyler olan öğrencilere artık bir şey ifade etmemektedir. O çoğuna göre çağını tamamlamış bir yazardır. Rukla da onlarla aynı fikirdedir. Bu yüzden kültürel miraslara yer vermenin yanında, güncelin de derslerde yer almasını düşünür ve hâlâ eskilere dayanan edebiyat ders programını eleştirir. Neredeyse ilk otuz sayfa boyunca Elias Rukla’nın kendi öğretmenliği ve eğitim üzerinden sistemi sorgulamasına tanıklık ederiz.
Elias Rukla ders boyunca ne yaparsa yapsın öğrencilerin ilgisini çekemez. Öğrenciler onu dinlemedikleri gibi uykulu gözlerle anlamaz bakarlar. Durumu toyluklarına verse de kabullenmekte zorlanır. Çaresizlik içindedir. Bu arada dersin bittiğini haber veren zilin çalmasıyla birlikte, daha sözleri yarım kalmışken öğrencilerin dışarı fırlaması onu kızdırır. Bu durum hem kişiliğine hem mesleğine hakarettir. Büyük saygısızlık karşısında kendisini değersiz hisseder. Toplumuna, yaşama karşı sorumluluk yüklü biridir ama bunun karşılığı yoktur. Onuru kırılır. Üstüne, eve giderken açılmayan şemsiye artık son damla olur. Çılgın gibi yere vurarak onu parçalarken kendisini şaşkınlıkla izleyen bir kız öğrenciye küfür eder ve kaçar gibi okulu terk eder.
“Düşmüştü artık, bundan geri dönüşü yoktu. Kalkmaya gönlü de yoktu.”(sf:32)
Çünkü değişen zamanla birlikte hızla değişen hatta Elias’a göre çürüyen toplumsal yapıya uyum sağlaması mümkün değildir. Bu yapı, savunduğu bütün değerleri toplumdaki günlük konuşmalardan silmiştir.
“Bir çağ kapanmıştı ve toplumsal konularla ilgili bir birey olarak Elias Rukla’yı da beraber götürmüştü.” (sf.84)
Bu çürük toplumsal yapı, 1980’lerin dünyasındaki, borçlandırmayı odağa alan, istisnasız, ulaşabildiği her bir insanda tüketmeyi körükleyen yeni ekonomik sistemin yarattığı bireylerden oluşmaktadır. Artık herkes kendi hayatını yöneten kör ekonomik kuvvetlerin bir nesnesi olmuştur. Öğretmenler odasındaki konuşmalar da bu kısır dünyanın yansımasıdır. O bireyler artık toplumsal sorunlarla ya da kültürel zenginliklerle ilgilenmemektedir, daha doğrusu ‘ilgilendirilmemektedir’. Tıpkı ölen Pentti Saarikoski’nin, “..bütün kuzey ülkelerinde, çağımızın en büyük yazarlarından biri olarak gösteriliyordu.” (sf.81) hastalanan ünlü bir televizyon şovmeni kadar bile televizyon haberlerine konu olmaması gibi.
Solstad okuru da Elias Rukla’nın peşine takarak, 1980’lerin değişen ekonomik sisteminin yarattığı yeni değerleri, o değerlerin yarattığı yeni bireyleri irdeler takip eden sayfalarda. Siz de eğer Elias’la yaşıtsanız, onunla birlikte çürümüşlüğü fark eder, aynı yenilmişlik hissine kapılırsınız.
Elias Rukla artık geri dönülmez bir noktadır. Yenilmişliğini kabullenir. Kendisini kandırmaktan yorulmuştur artık. Çünkü “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz” sözünün gerçekliğini yaşamaktadır. Ne kadar görmezden gelmiş olsa da, onun da elinden, şimdiye dek kendisini kandırdığı her şey alınmıştır. Acı olansa elinden alan en yakın arkadaşı, öğrenim hayatı boyunca birlikte olduğu, bilgisine, görüşlerine, kişiliğine hayran kaldığı Johan Corneliussen’dır.
Johan Corneliussen 1968’lerin üniversitelerindeki öğrenci hareketleri içinde, sol düşüncenin lideri parlak bir felsefe öğrencisidir.
Marksizm konusunda oldukça bilgilidir. Öğrenci topluluklarında Marksizm üzerine yaptığı konuşmalar hayranlıkla dinlenmektedir. Bu parlak felsefe öğrencisi Kant üzerine tez hazırlamaktadır. Çalışma konusu “Kant’a dair çalışma yapmış binlerce düşünce adamı… ”dır. (sf:49)
Johan araştırmalarında Kant’ın Marks üzerindeki etkisini fark eder. Marks’ın Kant’a yaklaşımı dikkatini çeker. İnsanın zaman ve mekâna bağlı olarak düşünce üretebildiğini söyleyen Kant, kendinden sonrakilerin düşüncelerini de yönlendiren, aklı öne çıkaran, aklını kullanma cesaretini gösterenlerin yarattığı aydınlanma çağının filozofudur. Johan Corneliussen’a göre özgür düşüncenin önündeki engelleri işaret ederek yol açan Kant, Marks’ın özgürleştirici ideolojisini de etkilemişti.
Elias fark eder ki 70’lerde, öğrenciliği boyunca kahraman olarak yücelttiği Johan Corneliussen, 80’lere gelindiğinde, keskin bir Marksist olarak savunduğu bütün toplumsal değerleri ters yüz etmiş, sıradan biri olmuştur.
Marksizmi yalnızca kapitalizmi anlayıp açıklayan bir araç olarak gündeme getirir olmuştu. Aradan zaman geçtikçe Marksizmden özgürlüğe kavuşma aracı olarak pek söz etmemeye başlamıştı.”(sf.64) cümlesiyle vurgulan, Marks’ın insanı özgürleştirecek ideal toplumsal yapıyı sağlayacak üretim ilişkileriyle artık ilgilenmemektedir, ya da daha başka açıdan ilgilenir.
Burada kitaptan bir uzun alıntıyı daha eklemek isterim. Bu alntı belki de Dag Solstad’ın Marksizmi istediği gibi eğip bükerek, kendilerini haklı göstermeye çalışan, kapitalizm ve onun her türlü dayatmasıyla uyumlu yaşayan, ‘solcu’ olduklarını iddia edenlere bir naziresidir.
“]ohan Corneliussen’in hâlâ Marksist olduğundan kuşkusu yoktu, ama bu gerçek ne işine yarayacaktı ki? ]ohan, Marksizm adı verilen, olayların iç yüzünü kavrama yeteneğine sahipti ve bu benzersiz yeti ona içinde yaşadıkları toplumda insanların kurduğu düşleri yorumlama imkânı veriyordu. Bu yeteneğinin işe yaramasını ancak kapitalizmin hizmetine girerek sağlayabilirdi, zira bu düşlerden ve düş yorumcularından faydalanabilecek tek yapı kapitalizmdi. Buna şöyle de bakabiliriz: Marksizm’in ders verici, eğitici, ahlakçı tarafı, işin iç yüzünü kavrama yeteneğini uygulamaya koymakla çatışır. (sf.66)
Dag Solstad, Johan Corneliussen üzerinden Marksist açıdan günümüz kapitalist piyasasının analizini de yapar. Kurguyla gerçek arasında gidip geldiğiniz bu sayfalarda yazar Johan’nın reklama olan ilgisi ve tutkusu odağına alır. Romanda Johan’ın ağzından okuduğum, reklam verileri üzerinden yaptığı piyasa analizi, muhteşem bir kapitalizm eleştirisidir ama aynı zamanda da okuru Corneliussen’in ileride değişeceğine dair uyarısıdır.
Johan’ın reklam ışıklarının insan üzerindeki etkilerini anlatırken heyecanlanması, sesini yükselterek “Açlıktan mideleri kazınsa da televizyonda gösterilenle aynı çağda yaşıyor olmak insanlara bunu unutturuyor. Hayaller susuzluğu gideriyor. Hayaller tatmin ediyor!” (sf.65) diye konuşması, yanı başınıza Walter Benjamin’i getirir. O da kenti pasajlara, vitrinlere boğan pazar ekonomisi çağının flanörü olarak, ışıklı vitrinlerin ve ışıklı reklam panolarının insana neler yaptığını acıyla fark etmişti. Denemelerinin birinde şöyle yazar:
“Bugün nesnelerin kalbine giden en özlü bakış pazar ekonomisinin reklam bakışıdır. Reklam gözlem için var olan alanı yakıp yıkar ve nesneleri öyle tehlikeli biçimde gözümüzün önüne kadar sokar ki, sinema perdesinden bir araba, dev gibi büyüyerek ve zangırdayarak üstümüze geliyormuş gibi olur. … … sonuçta reklamı üstün kılan, elektrik ışıklı kırmızı yazının söylediği şey değil, asfaltın üstünde yansırken yarattığı ateş birikintisidir.”(W. Benjamin Tek Yön, Sf.65)
İşte Benjamin sözünü ettiği ateş birikintisi, geldiğimiz noktada artık insanı teslim almıştır ve Johan da yoksulluğu bile unutturan, insana imkânsız hayaller kurduran reklamın gücünü kendi yararına kullanmaya karar vermiştir. Uluslararası felsefe konferansı için gittiği Meksika’da kurduğu ilişkiler sayesinde, reklam üzerinde çalışma kararı alır, New York’ta hayallerinin işini bulur. Marksizm yardımıyla çözümlediği kapitalist sistemin içinde, kapitalist sistem adına reklamlar üreterek yol almak, zengin olmak isteğindedir.
Bunu Elias’ın yüzüne söyleyecek cesareti bulamaz. Bir gün havaalanından arkadaşına telefon eder ve şöyle der: “Zengin olacağım, dedi çok tuhaf ve naif bir şekilde.” (Sf.66). Elias’ın karşılık vermesine fırsat vermeden telefonu kapatır ve dönmemek üzere çekip gider. Sesindeki naifliği de tuhaflığı da mahcubiyettendi herhalde, karısı Eva’yı ve kızını Elias Rukla’ya bırakmıştır. Elias’ın himayesi ve korumasına karşılık, ulaşılmaz, güzel Eva da onun karısı olmuştur ama zaten başka çaresi yoktur. Ulaşılmazlığın değerli kıldığı, anlam kattığı her şey birdenbire sıradanlaşmıştır.
Johan Corneliussen’in yıllarca üzerinde çalıştığı Marks ve Kant arasındaki bağlantıya dair çok beğenilen tezi, Marksizim hakkındaki düşünceleri, değer verdiği ve değerli kıldığı her şey ama her şey sıradanlaşmıştır.
İbsen karakterinin o edebi cümlesi tecelli etmiştir. Rukla’nın, yaşam klavuzu olarak örnek aldığı, görüşlerine, çalışkanlığına, hal ve tavırlarına hayran olduğu mutluluk kaynağı Johan Corneliussen elinden alınmıştır. Elias Rukla elinde elma şekerinin sapıyla kalakalmış olduğu gerçeğine gözlerini kapatmaktan vazgeçer artık. Çünkü edebiyat tarihinin o kahrolası ölmez cümlesiyle yaşadığı aydınlanma, onu uykusundan uyandırmıştır.
Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet romanında yarattığı karakterlerden Elias Rukla, çağımızın çıkışsız, değerleri değersizleştirilmiş, eline sadece tüketme hazzı tutuşturulmuş, yalnızlaştırılmış insanıdır. Johan Corneliussen’e gelince; o da Marksizm’i çağa göre eğip büken Post-Marksizm, Neo Marksizm ya da daha birçok Marksizm çeşidi yaratan prototip mi acaba diye düşünmedim değil ama haddimi bilerek susuyorum. Kitabı okumanızı öneriyorum. Kim bilir siz kitaba ne anlamlar yükleyeceksiniz.
*Mahcubiyet ve Haysiyet Dag Solstad, Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık, 8. Baskı: İstanbul, Nisan 2019
Diğer analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.