BOŞLUK
Otomobilin arka koltuğunda, elinden oyuncağı alınmış küçük bir çocuk gibi oturuyordu Fahri Bey. Artık kimsesiz kalacak olan ahşap evden gözünü alamıyordu. Gözyaşları yüzündeki derin çizgilerde bir çukura girer gibi bir anlığına kayboluyor sonra engeli aşarak yoluna devam ediyordu.
Fahri Bey buğulanan gözlüklerini cebinden çıkardığı mendiliyle kuruladı. Araba hareket ettiğinde geride bıraktığı anılarını titrek eliyle son defa selâmladı.
-Babacığım sana Filiz’ in odasını hazırladım.
Ön koltuktan gelen kadın sesiyle gecikerek de olsa kendine geldi.
-Hı? Ha, sağ ol evladım. Sana eziyet oldu güzel kızım.
-Hiç eziyet olur mu babacığım. Filiz arkadaşlarıyla eve çıkınca odası bomboş duruyordu zaten.
Kadın yanında oturan adama döndü.
-Murat, giderken markete uğrayalım.
-Olur sevgilim.
Fahri Bey büzüştüğü köşede, içindeki hiç bitmeyen filmi izlemeye başlamıştı. Hep aynı filmi izliyordu. Makinist siyah-beyaz eski bir filmi makineye yerleştirip çekip gitmişti. Filmin kopuk kopuk olması fark etmiyordu. Fahri Bey bıkıp usanmadan bütün gün aynı filmi izliyordu. Kimi zaman da gözünün ucunda beliren bir damla gözyaşını parmağının ucuyla kimselere belli etmeden alıyor ve filmi izlemeye devam ediyordu.
Havagazı ocağında annemin yaptığı yemekler. Sabah kahvaltıda sobanın üzerinde kızartılan ekmekler. İlk bisikletim. Okuldan geldiğimde evdeki mis gibi yemek kokusu. Gıcırdayan merdivenlerde koşturmacalar. İlk gençliğim. Akşamları sobanın üstünde kestaneler, portakal kabukları. Termosifon takıldığında annemin sevinci. Pencerede sardunyalar. Bahçede hiç susmayan yelkovan kuşları.
Murat’ın sesi ile film yarıda kaldı.
-Baba bu akşam mangal yapalım. Karşılıklı bir kadeh tokuşturalım ilk günün şerefine ha?
-Hı. Olur oğlum, yapalım.
Kadın araya girdi.
-Murat, eti kasaptan alalım.
-Olur hayatım
Aslında hiç istemiyordu doğduğu evi bırakıp da oğlunun yanına yerleşmeyi. Yapamazdı başka yerde, yaşayamazdı. Kaç kere söylemişti Murat’ a ama dinletememişti. Utanmasa şuradaki kaldırıma oturup bir çocuk gibi ağlayacaktı “gitmek istemiyorum” diye.
Onlar da haklı. Nezahat’ in ölümünden sonra yapayalnız kaldım. Gerçi Allah’ıma şükür her işimi halledebiliyorum ama ya dedikleri gibi düşüp bir tarafımı kırarsam, hastalanırsam, başıma kötü bir şey gelirse, kim uğraşacaktı bunlarla? İşleri başlarından aşkınken bir de benimle mi uğraşacaklardı? Belli bir yaşa gelince insan daha çabuk kabulleniyor bazı şeyleri. Gençlikteki direnci kırılıyor. Aslında gözüm evde değil, evde yaşadıklarımda. Kolay mı? Ben bu evde doğmuşum. Kadıköyü’nde, Bahariye Caddesi’ndeki bu iki katlı ahşap evde. Hatırladıklarım arasında lambalı radyomuzdan yükselen nağmeler, radyo tiyatrosu, 6-7 Eylül olaylarında yaşadıklarımız, daha neler neler. Yaz akşamlarında Nezahat’ la Moda’da yürüyüşlerimiz, Nezahat’la evliliğimiz, Murat’ımızın dünyaya gelişi, annemin ve babamın peş peşe vefatı. Nezahat’la kavgalarımız, barışmalarımız, ilk aşkım ve tek aşkım Nezahat’la yaşlanmamız. Nezaha…
-Baba Darüşşafaka ile konuştum. Pazartesi günü gelip bakacaklar eşyalara.
-Fotoğrafları ayırmıştım. Aldık mı onları?
-Onları bir valize doldurdum. Yarın tekrar gider bakarız seninle. Daha elbiselerin de var zaten.
Mendiliyle bir kez daha buğulanan gözlüğünü sildi. Göz ucuyla oğluyla gelinine baktı. Gözyaşlarını fark etsinler istemiyordu. İnsan yaşlanınca ne kadar sulu gözlü oluyordu. Göz pınarları kuruyacak yerde, coşkun bir kaynağa dönüşüyordu.
Düşünceler yormuştu. Başını cama dayayıp gözlerini kapattı. Hem böyle ağladığını da fark etmezlerdi. Gözyaşları yanaklarını usulca çizerken kendi içiyle sohbetine devam etti.
Evdeki ilk boşluğu babaannemi kaybettiğimizde fark etmiştim. Buz gibi bir boşluktu. Her giden arkasında bir boşluk bıraktı. Babam öldü bir boşluk. Ardından annem öldü, bir boşluk. Oğlumuz Murat evlendi, kendi evine gitti, bir boşluk daha. Köpeğimiz Hektor öldü, bir boşluk daha. Bir ay önce Nezahat’ımı, canımı kaybettim, kocaman bir boşluk daha. Sonrasında kaybedecek bir şeyim kalmayınca kendimi kaybettim, bir boşluk daha. Bütün ev boşluklarla doldu. Kırılan saksıdaki sardunya. Kaldırımda bir başına açan çiçek. Denize batan güneş. Çıplak ampul. Ağacın eteğindeki sarı-kızıl yapraklar. Çıplak kalmış ağaç. Sokak lambası. Boş sokak. Boş ev. Boş mezar. Boşluk. Boşluk. Boşluk. Boşluk. Boşluk. Boş luk. Boş…
Baba salatayı sen yapar mısın? Annem pek severdi senin salatanı.
-…
Neredeyim? Her taraf parıldıyor. Sonsuz bir aydınlık. Nezahat! Dur gitme! Korkuyorum. Korkuyorum. Çok korkuyorum…
-…
-Baba!… Baba uyudun mu?
-Nezahat dur! Korkuyorum. Korkuyorum!
-…
-Baba!… Baba. Baba!
Murat aniden otomobili sağa çekti. El frenini aceleyle çekip arabadan indi. Arka koltuktaki babasını sarsmaya başladı. Fahri Bey nefes nefese korku ve heyecan içinde gözlerini açtı.
-Hı? N’oldu?
-Baba! Şükürler olsun.
Fahri Bey utangaç bakışlarla yanıt verdi.
-İçim geçmiş.
-Bizi çok korkuttun baba. Kötü bir rüya mı gördün? Nefes nefesesin.
-Babacığım şu sudan bir yudum al istersen.
-Sağ ol kızım. Bilmiyorum galiba rüya gördüm.
Murat bir yandan suyu avucuna döküp babasının yüzünü ıslattı.
-Kötü bir rüya mı?
-Yok, çok güzeldi. Heyecanlandım. Biraz da korktum.
-Anlatsana ne gördün?
-Nezahat’la konuştum.
-Ne konuştunuz annemle?
-…
– Anlatsana.
-Dur şimdi. Biraz kendime geleyim. Sizi de boş yere endişelendirdim.
-Derin bir rüyaydı galiba. Uyanamadın bir türlü. Baba, baba diyorum…
-Tamam iyiyim şimdi. Hadi gidelim.
-İyi misin?
-İyiyim, iyiyim.
Otomobilin hareketiyle Fahri Bey’in normal dünyadan kaçış süreci başlamıştı. Bu kaçış benliğe doğru, gündelik gerçeğin ötesinde, hiçbir zaman tam kavranamayan yahut açıklanamayan, yaşandığı andan daha büyük bir karmaşaya kaçıştı.
Neydi o gördüklerim? Rüya gibiydi ama uyumuyordum da. Gözlerim açıktı. Her şey çok gerçekti. O parıltılı yer neydi öyle? O an aklıma Tanrı geldi. Sanki Tanrı’yla buluşma gibiydi. Peki ya Nezahat? Sanki uzansam dokunacak gibiydim. Bunları anlatsam delirmeye başladığımı düşünürler ama bunu bir tek ben yaşamadım ya. Kime anlatsam ki? Millet delirdiğimi zanneder hele böyle zor bir zaman yaşarken. O ışık Tanrı gibiydi.
-İyi misiniz babacığım?
-…
-Baba?
-Hı?
-İyi misiniz?
-Daha iyiceyim sağ ol kızım
-Baba çok merak ettim azıcık anlatsana şu rüyanı.
-Ne ağaç, ne çiçek, ne kuş hiçbir şey yoktu ama çok güzel bir yerdeydim.
Yaşlı adam ani bir kararla sonrasını anlatmaktan vazgeçti.
-Eee?
-Akşama kadar sabret. Gerisini rakımızı içerken anlatırım güzel güzel.
Otomobilin durmasıyla sohbet kendiliğinden son buldu. Karısı Murat’a sordu.
-Sen alır mısın, ben de geleyim mi sevgilim?
-Gel tabii. Sonra aldığım eti beğenmezsen bana kabahat bulma.
Murat babasına döndü.
-Biz hemen geliyoruz baba.
-Tamam oğlum.
Oğlu ile gelini uzaklaştığında Fahri Bey artık vazgeçilmezi olan ve tekrar tekrar yaşamaya doyamadığı o ana dönmüştü yeniden. Bu tek kişilik hücre onu dünyadaki her bir kişiden ayrıştırıyor, farklı kılıyor ve daha önce tatmadığı bir sır veriyordu. Bu gizli hücre ondan başka kimsenin bu kadar derinliğe inemeyeceği, sadece ona ait bir sırdı. Kendini hapsettiği bu zaman parçasından kurtuluşunun tek çaresi, yaşadığı o anın bilmecesini çözmekten geçiyordu.
Nur gibi bir ışıktı. Tanrı’yla karşılaştığımı sandım. Yoksa Tanrı mıydı? Keşke korkmasaydım da sonuna kadar orada kalsaydım. Ama çok korktum. İlk defa yaşıyorum, nasıl korkmam? Gördüğümü Tanrı’nın ışığı sandım. Belki de oydu. Kime sorsam ki? Hiç hoca falan da tanımıyorum. Olduğu gibi anlatsam delirdiğimi sanırlar. Ama illâki birileri daha yaşamıştır bunları, bir tek benim başıma gelmedi ya.
Açılan kapının sesiyle yeniden gerçek dünyaya döndü.
-Sıkılmadın değil mi baba?
-Yok oğlum. Sokağa bakıyordum.
-Murat markete de uğrayalım.
-Olur sevgilim. Babama da şöyle güzel bir müzik kanalı bul da bizi beklerken sıkılmasın.
-Hiç sıkılmıyorum oğlum içimdeki sinema hiç bitmiyor, biri biterken diğeri başlıyor.
-Bu müzik kalsın mı Babacığım?
-Kalsın kızım.
Bu defa bitmeyen filme bir de fon müziği eşlik ediyordu.
Hayal mi, gerçek mi gördüğüm bilmem.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.