ASUMAN
Asuman’ın seneler evvel vasiyet ettiği şeyi yapıyorum: Oğlu Ahmet’i, düğününde sımsıkı sarıp sırtını sıvazlıyorum ve “Seni çok seviyorum Ahmet,” diyorum gözlerinin içine bakarak. Önce şaşırıyor sanki. Sonra bir şey diyor ama boğazıma takılan hıçkırık duyulmasın diye azami uğraştığım için onu duyamıyorum. Geçmişten, annenden vasiyet bana bu not, söylemem lazımdı, diyemiyorum.
İkinci defa, bu sefer kendim için sarılıyorum. O zaman hissediyorum Ahmet’in sırtındaki teri. Hayat o kadar zor ki Ahmet, sen de neredeyse beşikte tanıştın bu gerçekle. İnşallah her terin şu anki gibi dans teri olsun, dert, tasa teri değil…
Ben gurur duyuyorum oğlunla sen de duy Asuman. Gelinin de kuğu gibiydi, narin ve asil. Daha fazla kelimeye ihtiyaç duymuyorum. Bu ikisi yeterli. Betimlemeler aciz kalıyor zaten ikisini yan yana gördüğümde. Burada olsaydın birlikte ağlardık, çok eminim…
Ilık bir sonbahar gününde, rüzgârla salınan yaprakların arasından bana ulaşan gölgeler ve güneşin yaptığı ışık oyunları sırasında tanıyorum Asuman’ı. Japonlar ‘Komorebi’ diyorlar yukarıda anlatmaya çalıştığım duyguya. Ne kadar anlamlı bir kelime! Asuman’ın sıcacık gülüşü, nahif sesi gibi anlamlı, güzel. Karanlıkta boğulduğum dünyama süzülen ışık sanki, neşe getiriyor hayatıma. Hep aradığım samimiyet var tüm hallerinde; yapmacıksız saf bir samimiyeti seviyorum.
Mesaj atıp ‘İşten çıkar çıkmaz hemen gel’ dediği günlerden biri geliyor aklıma. Beş dakika geciksem arardı. Evinin terasında abidar kahvemizi içip sohbet ediyoruz gökyüzüne ve deryaya bakarak. Latife ediyorum. Elimi semaya doğru uzatıp “Bugün parçalı bulutlusun Asuman” diyorum. Her zaman olduğu gibi sevgiyle yüzünü yüzüme döndürerek gözlerinin içiyle gülümsüyor. Doyamıyorum onunla oturmaya saatler nasıl geçiyor hiç anlamıyorum. Keki yine çok güzel kabarmış! Kahveye şeker koyulur koyulmaz kavgası vazgeçilmezimiz. Kayınvalidesi lahana sarmış. Söyle o tatlı şeye tencere tencere sarsın ben bunu satarım. “Hoş bu kadar tereyağını bana koysan ben de güzel olurum” diyorum. Evinde yapacağı değişiklikleri anlatıyor. Lafın arasında beşik lafı geçiyor. Üzerine atlıyorum ne beşiği diyorum. “Beşik ne demek bilmiyor musun?” diyor. Sarılıyorum. Ağlıyoruz. Hamileliğini öğrendiği anda neden söylemedi anlamıyorum. Utanır mı hiç insan? Teyze olacağımı daha önceden öğrenmek isterdim. Asuman, olmayan kız kardeşim, sırdaşım, gönüldaşım. Kızıyorum ama hiç kıyamıyorum ona.
Aylarca gelip gidip karnını seviyorum. Her gittiğimde bir şey var elimde. Çorap, patik, ağız bezi, saç tokası, zıbın, sevdiği şekerleme. Fena kızıyor bana. Alma, artık yeter, diyor. Biberonu bilerek almıyorum. Mutlaka emzirsin istiyorum. Ben anne sütü emmemişim, her seferinde söylüyorum ona ve büyürken o yoksunluktan dolayı bünyemin neler çektiğini anlatıyorum. Doğum ve sonrası için kitaplar alıyorum. Canın ne çekiyor diye soruyorum her sabah eşi gittikten sonra Asuman’a. Eşinden çekiniyorum. ‘Seninle sohbet’ diyor, ‘nefes alabildiğim yegâne sığınak’
Nişanlanınca İstanbul’a yerleşeceğimi öğrenip küsüyor benimle. Açmıyor telefonlarımı bir süre. Evine gidince de tavır yapıyor. Gözlerinde benim için akan yaşlarını görünce gideceğim için daha da üzülüyorum. Bu süreçte ben konuşuyorum o dinliyor. O konuşuyor ben dinliyorum. Dinlemenin ne demek olduğunu ben o zaman Asuman ile öğreniyorum. Geriye bakınca kimse can kulağı ile duymamış beni diyorum.
Anneme evimizde kına gecesi yapmak istediğimi söylediğimde kıyamet kopuyor, asla kabul etmiyor. Kadın tutar temizletirim demem kabahat, ben evimde istiyorum kınamı demem suç oluyor. Bir lokantada, salonda, kır bahçesinde ruhsuz bir eğlence istemiyorum. Olmuyor. Kına soran herkese ne kınası? Bir atlayamadınız yüksek tepelerden, kuramadınız senelerdir evleri, ne gerek var, diyorum. İçimdeki kıyameti tek kişi biliyor: Asuman beni arıyor…
Hâlâ soğuk davrandığı için aramasına seviniyorum. “Bugün gelsene iş çıkışı konuşmamız lazım” diyor. Kafamda düşüncelerle dört kat merdiveni soluk soluğa çıkmaya başlıyorum. Ne olacak, nasıl olacak davasına kilo almışım. Gelinliğe sığamayacağımı düşününce azalması gereken duygusal açlığım daha çok tavan yapıyor. Kına yapamıyoruz ama şehirdeki en pahalı moda evi bana İspanyol kollu, Fransız gipürlü, kare yakalı, arkada minnacık kırk inci düğmeli gelinlik dikiyor. Evlilik hazırlıkları bitmek bilmiyor, ne gelinlik giymek ne de evlenmek istiyorum artık. Hepsi safsata, yalan geliyor. İki kişi anlaşmışsa samanlık seyran kafasındayım onca işten sonra. Kap kacak, mefruşat yığınları her gün beni bekliyor. İşten gelince yıkıyor, ütülüyor, paketliyorum.
Merdivenler bitince belki kestiriyordur Asuman diye zile basmadan kapıyı iki kere tıklatıyorum. Kapının açılması ile birlikte konfetiler kafamda patlıyor. Evine topladığı tüm arkadaşlarım ile birlikte ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’ türküsünü söylüyorlar. Elimden tutup beni salonun ortasında bir sandalyeye oturtuyor Asuman. Başıma kırmızı bir yazma atıyor. Mutluluk, heyecan, neşe, gurur, ilgi, huzur: Yaşadığım tüm duygular bana kınamı yakan bu yeryüzü meleğini daha çok sevmemi sağlıyor. Elimi sıkı sıkı tutan elinden akan sevgiyi hissediyorum. Avucuma koyacağı hediyeyi bile düşünmüş. Tebrikleri kabul ediyorum. Herkes yemek için bir şeyler yapıp getirmiş. Birlikte güle oynaya yiyoruz. Sonrasında göbek havaları başlıyor. Yalancıktan kaynanam Asuman’ı kaş göz ile oturtuyorum. Yeğenim var karnında korkuyorum . Gözler ile konuşabilmenin de ne olduğunu Asuman ile öğreniyorum. Bakışarak anlaşıyoruz.
El ayak çekilince evi toplayıp birer çay koyuyoruz kendimize. Türkü söylemesini istiyorum. Boğazını temizliyor. Doğru tonla ve hüzünlü bir sesle başlıyor. Ses aralığı o kadar güzel ki tizleri, pesleri bu şekilde kullanabilen az sayıda müzik insanı var piyasada. Orta kuvvetle girdiği türkü arada yumuşuyor, mısra sonlarında yerinde vibrasyonlar yapıyor. Artikülasyonu özel ders almış gibi. Her çıkardığı sesin tadına varıyorum. Arka arkaya gelen notaları birbirine öyle bağlıyor ki içime işliyor söylediği türkü. Yorumunu dinleyen çoğu sanatçının onu kıskanacağını düşünüyorum.
Ben de katılıyorum. ’’Her kuşun bir yuvası var, hele bak ne sevdası var. Yaşamaya hevesi var, hevesi var. Neden tadın kaçmış, ömrüm? Ömrüm, ömrüm, ömrüm…’’
Ahmet’i doğuyor. Oğlunu büyütürken yanlarında olmayacak olmanın acısını çekmeye başlıyorum şimdiden. “Koca ömür,” diyor Asuman, “elbet hep oralarda kalmazsın, gelirsin.”
Asuman düğünümde gelinliğime bir düğüm atıyor. Bir kadın hayatı boyunca bir gelinliğe tek düğüm atabilirmiş. Kötü ruhları ve uğursuzlukları engelleyeceğine inanıyor, aşık bir kadının attığı bu düğümün bir mühür gibi olduğunu söylüyor ve kendi yaşadığı gibi bir sevgiyi yaşamam için bana dua ediyor.
Düğünden sonra fiziken ayrılıyoruz ama sabah akşam konuşuyoruz neredeyse. ‘Ben hastayım’ diyor o konuşmalardan birinde. İçime bir öküz oturuyor. Kendime gelmem uzun bir zaman alıyor. Yaz tatilinde memlekete gidince ilk işim Asuman’ın yanına gitmek oluyor. Bir insanın her şeyi değişir ama gözlerindeki anlam ve bakışı değişmez savım, kül olup toprağa karışıyor. Değişiyormuş meğerse bakışlar! Hastalığının gerçek olduğuna inanmak istemiyorum…
Hastalığı sırasında yanında olamamak büyük imtihan ikimiz için de. Sıla denilen şeyden nefret ediyorum. Asuman’ın günü gününe uymuyor. Bazen telefonlarımı bile açamıyor. Kendini iyi hissettiğinde arıyor. Sitem ediyorum. “Sen hamile iken ben yanındaydım hani sen neredesin,” diyorum. Çok seviniyor. Anne olmayı kendisine tattırdığı için Rabb’ ine şükrettiğini söylüyor. Telefonlaşmamız giderek azalıyor. Aramızda anlaşıyoruz; iyi olduğunda arıyor beni. Doğum yapıyorum. İkinci gün telefon çalıyor. “Kıskandım kızım seni, oğlan doğurdum, birlikte oynayacaklar Ahmet’le, abilik yapacak benim oğlana çabuk iyileş, bekliyorum,” diyorum. Kesik kesik gülüyor. “Beni yorma, konuşmamı kesme, sadece tamam de, sana söyleyeceklerim var. Çok mutluyum.” Diyor. Değer verdiği bir hocası görmeye gelmiş, yanına oturmuş ve “Allah seni sevdiğini söylüyor, sen de sevdiğin insanlara söyle. Rabb’ine darılma, gücenme, sevdiklerin de gücenmesinler öğüdünü veriyor. Yeni doğum yaptın, sakın beni uğurlamaya gelme. Ağla ama kendini harap etme. Sütün giderse üzersin beni. Ahmet’i görmeye gel. Şartlar elvermezse üzülme! Rüyasını gördüm çok iyi olacak Ahmet, insanlara fayda verecek, oğlum bana benziyor korkma! İki elin kanda da olsa düğününe git ve benim yerime sarıl, onu çok sevdiğimi söyle. Nasip değilmiş onu büyürken görmek. Susuyor.” Sessizce ağlıyorum “Tamam” diyorum. Söylenecek her lafın manasızlığını idrak edince lafın gerçekten çer çöp demek olduğuna ikna oluyorum. İbret alınası bir teslimiyet, vakarlı bir duruş, tamamlayamadığı sevgiler ile geldiği yere, toprağa geri dönüyor.
Öldüğünü kabul etmek istemiyorum, mezarına bir kez bile gitmiyorum. Adını bir mezar taşında görmek benim için kabul edilemez bir hâl Asuman. Bir yerlerde yaşıyor olduğunu düşünerek avutuyorum kendimi.
Ahmet’ in merhametli ellerde olduğunu, serpildiğini, güzel bir adam olduğunu görmek içimi ısıtıyor. Gönül rahatlığı ne büyük nimet Asuman!
Düğününde oğlunun gözlerinin içine bakıyorum. Sen gibi bakıyor, ışıl ışıl, hayat dolu. Sanki karşımda sen varsın, sana sarılıyorum. Sesi sen, kokusu sen.
Ahmet sevdiği kadına “Baka baka doyamadım, hem kokladım da” şarkısını söylüyor. Doyamıyorum ikisini seyretmeye…
Sen cennette düğününü yaptın ya, orada da düğünler doyumsuz mu Asuman?
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.