YOKUM BEN
Sahil kasabalarına yaz bittikten sonra yolunuz düştü mü hiç? Mevsiminde oralarda yaşam pek bir hareketlidir, dolu doludur. Cıvıl cıvıl insanlar, bakımlı bahçeler, dolup taşan dükkanlar ve neşeli bir uğultuyla kaynayan kalabalık nefis bir plaj.
Ağustos sonundan itibaren önce okulların açılması ardından da mevsimin sonbahara dönmesiyle kasaba peyder pey boşalır, mahzunlaşır ve bambaşka yabanıl bir hale bürünür. Sanki koca yaz parlayan, kalabalıklarla dolup taşan gözde belde orası değilmişçesine terk edilmiştir, bir başına ve oldukça hüzünlüdür. Kışa adım adım girerken, yazlık evlerin o güzelim rengarenk bahçeleri yabani otlarla dolar, kafeler, lokantalar kepenklerini kapatır, sokak köpekleri sürüler halinde başı boş çeteler gibi ıssız sokakları mesken tutar kendilerine. Deniz bile sanki yaz kadar mavi değildir artık…
Ekim ayının yirmi dokuzuydu. Tüm Türkiye gibi sahil kasabası da her sene Cumhuriyet Bayramı’nı belde halkının coşkulu katılımıyla gururla kutlardı. Meydandaki kahvelerin önünde, hemen iskelenin yanına sandalyeler sıralanır bir sahne gibi orta kısım boş bırakılırdı. Belediye başkanı ve arkasından birkaç kişi konuşma yapar, öğrencilerin hazırladığı gösteriler büyük bir ilgiyle izlenirdi. Bu sene ise hazırlıklar daha bir özenli, program daha bir doluydu. İlçeden gelen Türk Halk müziği korosu konser verecekti. Mehter takımı, halk oyunları gösterisi ve biçki dikiş kursunun hazırladığı mini bir defile de olacaktı. Kasabanın ileri gelen esnafı bir olup meydanda lokma döktürecekti. Günlerdir tüm sokakları bağıra bağıra dolaşan arabalar ile ilan edilmişti lokma merasimi. Gece de fener alayı, sahil plaj caddesinden başlayıp tepedeki zeytinliklere uzanan yola kadar yürüyecekti. E kolay değildi, bu sene Cumhuriyet’in yüzüncü yaşı kutlanacaktı. Cumhuriyetle geçen koskoca bir asır. Kasaba sakinleri için Cumhuriyet, Atatürk, Millî Mücadele çok önemli kavramlardı. Zamanında nice kasabalı bu uğurda düşmanla çarpışmış ve vatan sevdası uğruna hayatlarını kaybetmişti. Bu kutlu gün sebebiyle, tüm belde bayraklarla, Atatürk posterleriyle özenle süslenmiş, sokaklar tertemiz yıkanmış ve kasabanın her bir yerine kutlama programını bildiren afişler asılmıştı. Halk da haftalardır heyecanla bu büyük günü bekliyordu.
Sema, çöp bidonunun dibinde adeta bir hazine gibi parlayan boş zeytinyağı tenekesini almak için yarı beline kadar bidonun içine eğildi. Kanı, önce bol tişörtünde özgürce hareket edip yerçekimi etkisiyle bidonun içine doğru sarkan sutyensiz taze göğüslerine oradan da çöp kutusunun içindeki kafasına hücum etti. Gözleri karardı bir an. Hemen doğruldu. Böyle uzanamayacağını anlamıştı, konteynırın içine atladı. Boş yağ tenekesi elinde dışarı çıkmaya uğraşırken haline gülerek konuştu kendi kendine.
“Anam kahpesi beni az daha uzun doğuraydı iyiydi”
Tenekeyi, çöplerden topladığı hurdaları doldurduğu kocaman çuvalının üstüne fırlattı. Hava bir ekim sonunu değil de adeta sıcak bir ağustos gününü andırıyordu. Azıcık nefeslenmek, terleyen bedenini biraz serinletmek niyetiyle, çöp tenekelerinin karşısındaki bahçenin duvarlarından kaldırıma kadar sarkan incir ağacının gölgesine oturdu. Sabah beri sıcak adeta tepesine binmişti. Başındaki yazmayı çıkardı. Terden yapışmış saçlarını çözüp şöyle bir havalandırdı sonra tekrar sıkıca tepesine doladı. Göğüslerinin arasında tomurcuklanan teri tişörtünün yakasından içeri soktuğu yazmasıyla sildi. Naylon terliklerini çıkarıp toz toprak içindeki ayaklarını yola doğru uzattı. Keyiflenmişti. Canı sigara içmek istiyordu. Dün kaşla göz arasında, berber dükkanının önündeki sehpadan aşırdığı paketi bel çantasından çıkarıp bir sigara yaktı. Gölge bile nafileydi, sıcak nefes aldırmıyordu adama. Sigarasını dudaklarının arasına kıstırıp yazmasıyla yellendi. Arkadaki evlerin birinden sokağa doğru patlıcan kızartması kokusu yayılıyordu. Midesi bulandı kokudan, sulu bir tükürük savurdu yola. Üç dört oğlan çocuğu tiksinerek baktılar ona, bisikletleriyle hızlıca geçip gittiler önünden.
Karşıdaki evin alçak penceresinin perdeleri sonuna kadar açıktı. Bir kadın başı görünüp kayboldu bir ara, umursamadı Sema. Sigarası bitince kalktı oturduğu yerden, susamıştı. Hurda arabasını çekerek yolun sonundaki çeşmeye doğru yürüdü. Demin görünüp kaybolan kadın yeniden başını çıkardı pencereden, seslendi arkasından.
“Bak bakayım buraya. Torunumun kıyafetleri var. Vereyim de giydir çocuklarına.”
Durdu. Kadının kendinden emin kabalığına aldırmadan cevapladı.
“İstemez. Verme abla.”
Çocuğu yoktu ki Sema’nın, evli de değildi zaten. Yaşı kaçtı onu bile bilmiyordu. Senelerin, haftaların bir değeri yoktu, başlayan her yeni günden ibaretti onun yaşamı. Geçmişi, geleceği saymaktan vazgeçeli çok oluyordu. Çeşmeye doğru yürüdü ağır adımlarla. Suyun başında, boy boy bidonlarını ip gibi akan musluğun altına sıralamış, dolmalarını bekleyen orta yaşlı bir adam vardı. Genç kadından ve arkasındaki kocaman çuvalından yayılan ekşi kokudan rahatsız olup kenara çekildi. Bidonları çekti suyun altından. Kadına eliyle işaret edip konuştu keyifsizce.
“Gel sen iç önce, ağzını dayama ama.”
Sema, kana kana içti sudan. Adamın hoşnutsuz bakışlarını görmezden gelerek, elini, kolunu, toz toprak içindeki ayaklarını yıkadı. Yazmasını ıslatıp yeniden başına doladı. Hurda arabasını sırtına vurup eski evlerin bitip zeytinliklerin başladığı yokuşu tırmandı. Gelecek yaz, yeni ev sahiplerine hazır olabilmesi için, işçilerin harıl harıl çalıştığı hap kadar villalar yokuş boyunca sıralanmıştı. Henüz duvarları bile sıvanmamıştı, inşaat halindeydi hepsi. Yerler kırık mermer parçaları, kum yığınları, boş koliler ve çimento çuvalları ile doluydu. Karton kolileri ayağı ile ezerek çuvalına attı. Arabasını epeyce doldurdu burada. İşi bitince inşaat halindeki villalardan birinin yüksekçe bahçe duvarına oturdu. Nedense çabuk yoruluyordu son günlerde, nefesi kesiliveriyordu böyle birdenbire. Sıcaktandır diye önemsemedi.
Yazları çok kalabalık oluyordu buralar. Sahil kenarındaki evler gelenlere yetmediği için tarlalara, zeytinliklere bile binalar yapılıyordu artık. Sadece üç dört ayı denizde geçirebilmek içindi bütün bu tantana, sonra bomboştu her yer. Kasaba ne kadar da hızlı değişmişti son beş yılda. Oysa onun hayatı hep aynıydı. Uzaktan, meydandaki iskele civarından marşa benzer coşkulu bir müzik sesi getirdi rüzgâr kulağına. Düğün mü var acaba diye düşündü. Bir sigara daha yaktı.
Çocukluğunda annesinin ailesiyle beraber şimdi adını çıkaramadığı, Ege’den çok çok uzakta bir yerde yaşıyorlardı. Sapsarı topraktan yapılmış, mağara gibi evleri olan bir köydü. Sıcak yaz gecelerinde ninesi, dedesi, anası ve kardeşleriyle beraber damda uyuduklarını anımsıyordu. Ne tatlıydı orada uyumak. Babasını hiç görmemişti. Sema daha anasının karnındayken hapishaneye girmişti, orada da bir kavgaya karışıp öldürülmüştü adam. Dedesi bakmıştı onlara bir fasıl. Sonra annesi nasıl olduysa gebe kaldı, babası belli olmayan ikizler doğurunca, dedesi o sarı toprak evlerle dolu köyde onları istemedi, kovdu hepsini.
Sigarası bitince oturduğu duvardan kalktı. Tarlaları geçip sahile inen, taş evlerle dolu daracık sokaklara saptı. Plaja çıkan sokağın köşesinde durdu. Sezon bittiği için çoktan kapanmış olan mayocunun kepengine asılmış bir afiş gördü. Heceleyerek okudu. “Cumhuriyetin yüzüncü yaşı kutlu olsun…” okuyamadı devamını bir perde indi sanki gözüne, zaten okuması da pek iyi değildi. Karnı guruldadı, acıkmıştı. Koskoca hurda arabasını plajın önündeki caddeye çıkarmak istemediği için sokağın köşesindeki eski bir evin yıkık duvarının önüne bıraktı. Kokoreççi Ayhan’ın büfesine kadar yürüdü. Ayhan’ın dükkânı yaz kış her daim açıktı. Bel çantasından buruşuk birkaç kâğıt para çıkarıp, avucuna koydu. Dükkândan içeri girip seslendi Ayhan’a.
“Ayan abi bana bir yarım versene. Bi de ayran”
“Tamam geç dışarda bekle, geleni geçeni rahatsız edeceksin, paran var mı bari”
“Var abi”
Alışmıştı ya horlanmaya, aldırmadı. İlk zamanlar üzülüyordu çok, sonra görmezlikten gelebilmeyi öğrendi. Sıcacık ekmeğin ve buz gibi ayranın durduğu poşeti sallayarak yürüdü, az ilerideki çocuk parkına oturdu. Hayret bu saatte park bomboştu, çocuklar neredeydi kim bilir. İştahla ekmeğini yedi, ayranını da bir dikişte bitirdi. Karnı doyunca keyfi yerine geldi, perde merde kalmadı gözünde. Berberden aşırdığı paketteki son sigarayı da yaktı.
Sekiz yaşındaydı. Dedesi onları köyden kovduktan sonra annesi, abisi, iki ablası ve henüz bir yaşına bile girmemiş ikiz kardeşleriyle beraber, babasının asker arkadaşı Salih’e sığınmışlardı. Onun yanına geldikleri ilk gün Salih onları otogarda karşılamıştı. Sema, acıktım diye mızmızlanmıştı. Abisi ve ablaları da acıktık deyince Salih dört çocuğa iki yarım kokoreç ile iki bardak da ayran almıştı. İlk defa orada yemişti kokoreci. Çocuklar ekmeği sırayla ısırmış, ayranı beraber içmişlerdi. Soğuk bir sonbahardı. Sonra kış boyu Salih’in evinde kaldılar. Boyuna çamaşır yıkadığını, yemek yaptığını, ikizlere baktığını hatırlıyordu. Bütün bu işler devamlı ona kalıyordu çünkü annesi ve ablaları her sabah, Salih abi ile erkenden çıkıp giderlerdi evden. Nereye gittiklerini bilmiyordu Sema. Abisi ise tüm gün sağda solda aylaklık eder, eve ta akşamüzeri dönerdi.
Yaz mevsimi başlamıştı, Sema bir sabah uyandığında annesi, ablaları ve Salih’i göremedi evde, gitmişlerdi. Her zamankinden erken çıktıklarını düşündü. Akşama kadar bekledi küçük kız ne gelen oldu ne de giden. Abisinin de haberi yoktu. İkizleri de öylece bırakmışlardı. Dört küçük çocuk endişeyle beklediler gelmelerini. Sonra sabaha karşı çaresizce beklemenin, endişenin verdiği yorgunluktan uyuyakaldılar. Tüm masum çocuklar gibi dünyanın derdini dünyada bırakıp dertsiz tasasız düşlerden ibaret, açlığın, kötülüğün, sefaletin olmadığı o pembe dünyanın deryalarına daldılar.
Birkaç gün sonra konu komşu olanı biteni anladı tabii. Bu Salih’in ilk vukuatı değildi. Nice gencecik kadınları, küçücük kız çocuklarını, Anadolu’nun orasına burasına dağıtıp hiç etmişti hayatlarını. Çok bilmiş komşu kadınlar, sosyal hizmetleri arayalım da bu sabileri yuvaya verelim diyorlardı kendi aralarında. Konuşulanları duyunca ürkmüştü Sema. Abisi de istemiyordu yuva muva. İki kardeş anlaştılar, kaçmak o zamanki çocuk akıllarıyla en doğru karar gibi gelmişti onlara. Kardeşlerini, o minicik ikizleri bırakmak ise en zoruydu ama onları götüremezlerdi yanlarında. Konu komşu evden dağılınca abisiyle doyasıya öptüler kardeşlerini, son bir defa sımsıkı bağırlarına bastılar. Ağlaştılar dördü bir fasıl. Sonra iki kardeş koşa koşa köyden çıkıp, tarlaları aştılar. Nefesleri bitene kadar koşup zeytinliklere daldılar.
Kalktı parktan Sema, hurda arabasına doğru yürüdü. Kasabanın apartmanlarla dolu geniş caddesine gitmekti niyeti. Cadde göz alabildiğine Türk bayrakları ve Atatürk posterleriyle süslenmişti. Yeni açılan büyük marketler, lokantalar, giyim ve kozmetik mağazaları vardı yol boyunca. Süpermarketin arka kapısındaki büyük çöp tenekesine atılmış işe yarayacak ne varsa topladı. Yanından parfüm kokan, iyi giyimli iki güzel genç kız geçti. Daha önce koklamadığı kadar güzel bir şeyin kokusuydu bu. Belki de aynı yaştaydı kızlarla. Kızlardan biri şampuan kokan saçlarını savurarak kahkaha atıyordu. Diğer kız gülmüyordu, aksine yüzünü ekşitti birden. Kokusunu duymuştu belki de Sema’nın. Arabayı sırtlandı usulca.
Abisi ile kaçtıkları o yaz başladılar hurda toplamaya. Başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Abisi gündüzleri uyurdu çoğunlukla, Sema çıkardı hurda işine. Geceleri ise Sema uyur, abisi onun başını beklerdi, korurdu kız kardeşini aklınca. Ama nafile, sokaklar küçük çocuklara göre bir yer değildi. Zarar görerek zarar vermeyi öğrendiler zaman içinde. Başlarını menfaatsiz okşayan bir kişi de çıkmadı Allah için. İkisi de hayatta kalmanın, sokaklarda yaşayabilmenin yollarını öğrendiler mecbur. Bir gün adamın birini bıçakladı abisi, nedenini bir türlü öğrenememişti Sema. Adam öldü oracıkta, abisi de tutuklandı. İşte o zaman gerçekten yapayalnız kalmıştı bu dünyada. Sonra bir bayram arifesinde, abisinin hapishanede öldürüldüğü haberini aldı. Demek zavallı genç çocuğun kaderi de babası gibiydi, o da bir hapishane köşesinde aynı babası gibi son nefesini vermişti. Abisinin vefatından sonra duramadı o kasabada, birileri ona yardım etti ve tesadüfen şimdi yaşadığı bu sahil kasabasına geldi.
Kimse gelişini fark etmedi onun. Silik, yitik ve tek başına sokaklarda yaşamaya başladı. Onu koruyacak kimsesi de kalmamıştı artık. Zaten parasız kalınca mecbur kaldı abisinin lekelenmesin diye canı pahasına koruduğu namusunu satmaya. Her gün yanından onlarca insan geçiyordu. Bir tanesi bile kafasını kaldırıp yüzüne bakmıyordu genç kadının. Yokum ben herhalde diye düşünüyordu Sema. Oysa o hepsine ne kadar da dikkatle bakıyordu.
Caddenin sonundaki konteynırdan bolca pet şişe ve plastik ambalaj çıktı. Plajın girişindeki mayocunun kepenginde gördüğü afişten buradaki berberin duvarına da asılmıştı. “29 Ekim akşamı yapılacak fener alayına ve sürpriz eğlencelere tüm belde halkı davetlidir…” diyordu. Gitsem mi acaba diye düşündü. O da bu beldenin halkıydı nihayetinde. Bir yandan da çöpü karıştırıyordu. Konteynıra atılmış yarısı dolu bir parfüm şişesi buldu. Kokladı güzel kokuyordu, sevindi, hemen bel çantasına attı. Akşam gölete girip bir güzel yıkanacaktı. Sabunu da vardı. Sonra parfümünü sıkıp kutlama törenine katılırdı. Belki orada onu fark eden birileri çıkardı. Başı döndü yine.
Kasabanın dışında, sazlıkların çevrelediği gölet karanlıktı. Ay ışığında soyundu genç kadın. Su serindi ürperdi azıcık. Önce uzun ve güzel saçlarını yıkadı sabunla. Ardından göğüslerini, karnını, bacaklarını. Tertemizdi, mis gibi kokuyordu şimdi. En yeni kıyafetini giydi. Parfümden sıktı iki göğsünün arasına, saçlarına, boynuna. Şahane kokuyordu. Karanlıkta yürüdü. Ay ışığı yolunu aydınlatıyordu, birkaç kurbağa vırakladı, uzakta köpekler havlıyordu. Hafif esen rüzgâr saçlarını çabucak kuruttu. Yazmasını bağlamamıştı bu gece.
Sahile inen yola saptı. Sanki bir yaz akşamı gibi kalabalıktı cadde. Fener alayı geçişini heyecanla bekliyordu kalabalık. Dondurmacı bile açmıştı dükkânını. Dondurma yiyen, sahil boyunca yürüyen, kumlarda oturan insanlar vardı. Sokak lambalarının ışığından gözleri kamaştı. Ara sokağa çekti bedenini. Ağzı kurumuştu sanki, başı döndü birden. Burnundan birkaç damla kan aktı yere. Gözleri karardı, içi çekildi. Önce ayak parmakları uyuştu, buz kesti ayakları. Soğuk ürperti yukarılara kadar çıkınca takati kesildi, boşalıverdi dizleri. Düştü birden yere. Sabun kokan uzun saçları öylece savruldu kaldırıma. Parfüm kokan göğsü sessizdi, hiç kıpırdamıyordu.
Ertesi gün onu bulduklarında neredeyse öğlene yaklaşıyordu saat. Öylece yazlıkçıların evlerinin bulunduğu sokağın başında, caddeye çıkan aralıkta yatıyordu cansız. Çöp arabasındaki görevlilerden biri tesadüfen gördü onu. Bu sokağa yaz bitince kimsecikler uğramazdı, haftada bir çöp konteynırını kontrole diye gelirlerdi. Hemen arabayı durdurup yanına koştular. Bedeninden yükselen parfüm kokusunu duyunca onu önce baygın sandılar, sonra anlaşıldı tabii çoktan can verdiği. Alıp götürdüler zavallıyı.
Birkaç gün bekledi cansız bedeni morgda, kimse arayıp sormayınca anlaşıldı sahipsiz olduğu.
Kocaman mazıların, yaşlı çam ağaçlarının gölgesindeki kimsesizler mezarlığına defnettiler Sema’yı. Belediyenin görevlendirdiği iki kişi cenazesini kaldırdı. Oldukça gençti içlerinden bir tanesi. Kuş kadar, tertemiz, mis gibi kokan hafifçe bir kızcağızdı zaten. Biri kucakladı, yatırdı çukura, öbürü de nazikçe toprak attı. Başına çattıkları tahtaya ismini, yaşını yazamadılar, bilmiyordu ki kimse. Sadece ölüm tarihini yazabildiler.
29 Ekim 2023
Acıdı, üzüldü genç olanı. Böylesi küçük bir çocuğun ölüvermiş olması dokundu ona. Birkaç gün sonra elinde kendi bahçesinden söktüğü pespembe, kokulu bir gül fidanı ile geldi.
Dikti başucuna.
Duasını etti.
*Bu öykü yazar Nilar Gök’ün Azgın Var isimli kitabından alıntıdır.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.