Fatih Altınbeyaz

GÖÇMÜŞ İNSANLAR ÜLKESİ

Emniyet Müdürlüğünün kapısındaki nöbetçi polis, davetsiz misafiri başından savmaya çalıştı ama başaramadı. Adam “Mühim bir maruzatım var” diyerek, kimliğini bıraktıktan sonra ana binaya girdi. Önüne gelen birkaç kişiye meramını anlatamadı, en son, yüzüne bakan alakadar bir görevli buldu. “Benim adım Tayyar Ahmet, Yunus Emre Mahallesinde ikamet ediyorum” dedi.

Polis Ömer Âsaf’ın işi başından aşkın, kırlaşsa da uzatmaktan kaçınmadığı saçlarını karıştırdı.
“Sağdaki kapı, odama geçelim… Evet, sizi dinliyorum. Özetlerseniz sevinirim, savcılığa acil evrak götürmem gerekiyor.”
“Şöyle ki. Kalabalık bir aile vardı, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan Düdüklü Çeşmesi’nin yanında otururlardı. Geçen gün sırra kadem basmışlar, konu komşuya haber de bırakmamışlar” dedi Tayyar Ahmet.
Ömer Âsaf “Eee” diye iç çekti, daha evvel görev yaptığı yerlerden yanında getirip duvarına astığı yağlıboya tablolarına göz gezdirdi, ardı sıra pencereden dışarıya, karayolundan geçen araçlara baktı. Hayat hızlıydı, korkutucu ve bir o kadar da ruhsuzdu artık.
“Bundan bize ne? İnsanların taşınmaları en doğal haklarıdır. Sizce de öyle değil mi?”
“Bir müsaade edin, izin verin ama. Bunların, kalender bir anaları vardı, sıcak havalarda köşe başında oturur, mahalleliyle muhabbet ederdi. Beni de pek severdi. Genç adam, hanımı ve çocuklar gitmişler. Kadını ise evde bırakmışlar.”
“Olur mu öyle şey? Yanlışınız vardır. Koca çınar, nasıl unutulacak, eşya mı bu?”
“Gülmeyin memur bey. Başçavuşun eşeği osurmuyor burada. Kaç gündür uykularım kaçıyor, çünkü ninemiz bana kederle bakıyor, el sallıyor, inliyor. Zavallının açlıktan ölmesinden korkuyorum.”
“Durun canım, ağlamayın, yok daha neler. Bir hâl çaresine bakarız. Sahi, siz ciddi misiniz?”
“Hem de hiç olmadığım kadar. İnsan yaşlandıkça ağzından çıkan sözlere çok dikkat etmeli.”
Ömer Âsaf’da şafak attı, görevini ihmal ettiği yaftasıyla suçlanmamak için daha da ilgili göründü, bir ekip çıkaracağını, hemen gidip baktıracağını söyledi. Tayyar Ahmet tam adresi tarif etti.
Cep telefonlarının sultası, bütün bürokrasiyi egemenliği altına alsa da nadiren iç hatlarda kullanılıyordu. Ömer Âsaf ahizeyi kaldırdığında nöbetçi cumhuriyet savcısının görüşmek istediğini söylediler. Hay aksi şeytan, şimdi olacak iş miydi? Ceketini düzeltip vaziyet aldı.
İlkin buyurunlar, derhaller, anlaşıldılar havada uçuştu. “Kentimizin mukimlerinden Tayyar Ahmet Bey şu an benim yanımda” dedi sesin sahibi.
“Göçüp giden bir aile hadisesi varmış. Nedir bu önemli mesele? İlgilenmediniz mi?”
“Efendim, dün gidip baktık biz bu konuta. Evet, kâgir bir yapı, Bulgur Taşı’nda, Hacıahmet Camii’ne yakın. Ortalıkta mukavvalardan, kirli gazete kâğıtlarından başka bir cisim yoktu.”
Verilen yanıtı yeterli görmeyen karşı taraf, okkalı bir soru daha yöneltti.
“Sayın savcım, çilingir çağırmayı gerek görmedik, dışarıdan bakıldığında bütün odalar açık seçik görünüyor zaten. Adı geçen yerde yaşam belirtisi bulamadık, daire arkadaşlarım da buna şahit.”
Kudretli muhatap üstten bir tavır takınıp berikinin cümlesini hoyratça böldü.
“Şehla bir kedi varmış içeride, sızlanıp duvarları tırmalıyormuş. Yas tutan yaşlı kadının gölgesi de arada cama yansıyormuş. Ben, arama kararını sulh ceza hâkimliğinden çıkartırım. Siz gerekirse kapıyı kırdırın, çatı katına varıncaya kadar etrafa iyice bakın, her olasılığı değerlendirin.”
“Emredersiniz” dedi Ömer Âsaf, oysa o dakika manzara resimlerinin anlam ve katman bağlamına, her şeyin ne kadar saçma olduğuna kafa yoruyordu. Hışımla odasından çıktı. Evvela, Eren Komiser’e durumu izah etti. Söylene söylene yanına birkaç kişi aldı, çarşıdan işinin ehli bir çilingir çağırdı. Adliye sarayının önünden geçerken Tayyar Ahmet’i de bir kenarda bekler buldular, bahsi geçen sokağa doğru hareketlendiler.
“Kamu düzenini, huzuru ve güvenliği sağlamakla yükümlüymüşüz. Tamam, bir şey demedik.”
Sol görüşlü olduğu dilden dile dolaşan usta, kapıyı maharetle açtı, hep birlikte eşiği geçtiler. Yatak odasının ve mutfağın dolaplarını gıcırdatarak açtılar, tavan arasına çıkıp cep telefonunun ışığıyla çevreye baktılar, kanat çırpan bir güvercinden sıçrayıp hep birlikte geri kaçtılar. Cesaretlerini toplayıp “Kimse var mı? Ne oluyor orada” diye bir daha bağırdılar; duvarlara, kirişlere çarpıp kendilerine dönen tarazlı seslerinin yankısıyla şaşkınlığa uğrayıp tepeden tırnağa ürperdiler.
 “24.02.2025 tarihinde Yunus Emre Mahallesi, Necdet Tosun Caddesi, No:10 adresine gelindi. Her noktaya güzelce bakıldı, kargaların çatıya yuva yaptıkları, keme ve sinek dışkılarının sağa sola saçıldığı görüldü. Terk edilen evde bir Allah’ın kulunun varlığını sürdürmediği tarafımızca saptandı. İş bu zabıt birlikte imza altına alındı” doğrultusundaki ayrıntılı tutanağı, hazır olarak bir kenarda bekleyen çilingir ile vakitlerini boşa aldığı için bir kaşık suda boğmayı düşündükleri Tayyar Ahmet’e de okutup onaylattılar.
“Nasıl olur? Nasıl olur? Enteresan bir olay? Anlaşılır gibi değil. Burada olduklarına eminim.”
Tam haneden çıkmaya hazırlanırken ayaklarına takılan kartonların, naylon torbaların, yırtık poşetlerin ve kıl yumaklarının arasında, işlemeli çerçevesinin camı kırılmış bir fotoğraf ele geçirdiler. Allah Allah bu da neydi? Birden hava iyice ağırlaştı. Dışarıdan gelen gürültü kesildi. Saçaklardaki serçeler sustu. Öne atılan çilingir ustası, resmin tozunu yaralı bereli elleriyle sildi.
Eski bir kanepeye oturmuş, çizgili yüzü gurbetle dolmuş ihtiyar bir kadının kucağında, beyaz tüylü, şaşı bir kedi vardı. İkisi de deklanşöre basan muhayyel kişiye, hüzünlü bir tebessümle bakmışlardı. Tersine ironilerin, insani latifelerin ve süflî arzuların kaynağı olan yaşam; hikâyesini bir ömür sürdüren, puslu bir ‘an’dı.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir