Nuran Gezer

SENEM

Ön balkonda yorgunluk kahvemi yudumlarken birden çocuk çığlıklarıyla bıçak gibi kesiliverdi her şey. Bütün neşem kaçtı. Hemen kapıya koştum. Karşı daireden komşumun dört çocuğu sökün etti. Avaz avaz bağırarak fırladılar üzerime. Daha ne olup bittiğini anlamadan bahçe sulamakla meşgul kocam kopup geldi aşağıdan. Çocuklar çaresizce bacaklarımıza sarıldılar, kucağımıza atladılar. Gözbebeklerindeki dehşet ikimizi de ürküttü.

Abdullah bir kolunu kapı kasasına dayamış öylece kıpırtısız duruyordu. İnce uzun boylu, kalınca bıyıklı bu genç adamla kısa zamandır tanışıyorduk. Çok sık karşılaşmıyorduk. Üzerinde koyu lacivert takım elbise, içinde kırış kırış beyaz bir gömlekle yaka bağır açık, ayaklarında sivri burunlu, ökçeli rugan ayakkabıları vardı. Karşı komşumuzdu. Karısı Senem birkaç saat önce saçak altından alelusul bir selam verip apartmana girince, aslında bayağı meraklanmıştım. Böyle hayalet gibi, sessizce geçişi pek hayra alamet değildi.
Henüz otuzunda yoktu ve dört çocuğun, Hünkâr, Hürrem, Hürriyet ve Hülya’nın anasıydı. Nereden icap ettiğini bilmezdik isimlerinin “H” harfiyle başlamasının. Serhat’la “İyi ki Trakyalı değiller” der gülüşürdük. Hangi ara bunca çocuğu doğurup büyüttüğüne akıl sır erdiremiyorduk, daha kendisi çocukken. Elinde alışveriş poşetleriyle sanki eşek ölüsü taşıyor, yerleri süpüren pardösüsü, kalın çoraplarının üstüne alelacele geçiriverdiği terlikleriyle ince, uzun bedeni bıkkınlığını, bitkinliğini istese de gizleyemiyordu.
Arada bir dertleşirdik.
“İnan abla dayanacak gücüm kalmadı, kolay mı gün boyu dört veledin peşinden koşmak? Adamın hiçbir şeye aldırdığı yok.”
Kalın kaşları, kara üzüm taneleri gibi iri eşek gözleri, sert siyah kirpikleriyle aslında çok da güzel sayılmazdı fakat insanın adını koyamadığı dişil bir ışığı, albenisi vardı. Kemerli burnunun delikleri nefes alıp verdikçe, konuştukça bir kelebek misali kanatlanırdı. Başına bağladığı dallı güllü yazmasının alt uçlarından gür, kalın ve inatçı iki belik fışkırırdı.
“Memleketimiz Elazığ. Üç sene önce Hünkâr okula başlamadan buralara göçüp geldik, iş buluruz umuduyla. Abdullah epeyce iş aradı ya, amelelikten başkaca doğru düzgün bir iş bulamadı. Sonra bir hemşerimizin pavyonunda, bodyguard diyorlar ya bildiğin fedailik işte, onu buldu. Baştan ben hiç razı gelmedim. Akşamın altısında gider sabaha karşı gelirdi. Gündüzleyin uyuyunca çocuklara dur sus demekten gına gelirdi. Ama parası fena değildi. Sigortası filan da yapılınca sineye çektim mecburen.”
Yavaş yavaş anlatıyordu, en küçük ayrıntıyı kaçırmaktan korkarak. Gözlerini olağan dışı biçimde sık sık örtüp açıyordu. Kalın dolgun dudaklarının yanında bir seğirme başlayıp kapana kısılmış yaralı bir hayvan gibi gerildikçe, yüzü ürkütüyordu insanı.
“Çekilir dert değildi. Hep yüreğim ağzımda gezerdim. Bir de affedersin orospularla sabahlara kadar… Benimki babayiğit, yakışıklı adam. Deli oluyordum. Her sabah o derin uykusuna dalınca gizlice telefonunu yoklar, üstünde başında bir iz arardım. Ne yalan söyleyeyim şu pandemi çıktı da ben de azıcık rahatladım.”
Hafiften utanıp hınzırca gülmüştü.
Merdiven boşluğunda yanıp yanıp sönen otomat ışığında Serhat dikildi karşısına.
“Ne oldu Abdullah? Neden ağlıyor çocuklar?”
Genç adam put gibi donuk, tepkisiz, gözlerini kapı rezesine dikmiş, duymuyor, görmüyor, söyleneni anlamıyordu.
“Eyvah” dedim panik içinde. “Ne yaptın, dövdün mü yoksa kızı?”
Daha ötesine dilim varmıyordu. Yoksa öldürdü mü Senem’i? Kulaklarım uğulduyor, içim bulanıyordu.
Çocuklardan yarım yamalak da olsa annelerinin zehir içtiğini öğrendik. Şaşkınlığımızı keskin bir ambulans düdüğü böldü. Çocukları hemen iç odaya sokup korumaya aldık. Birer bardak su içirip sakinleştirmeye, korkularını yatıştırmaya çalıştık. Sanki gövdelerimizin bir uzvu gibi sımsıkı yapışmışlardı. Gözlerindeki yaş sümüklerine karışıyor, en küçükleri Hülya durmaksızın hıçkırıyordu. Benim gözyaşlarımsa istemsiz akıyor, sanki yüreğimin üstünde bir silindir ha babam gelip gidip duruyordu. Meraktan ölüyordum ama çocukları bırakıp gidemiyordum. Daha doğrusu çocuklarla yekvücut olmuştum adeta.
Ambulansa yürüyerek bindirdiler Senem’i. Sedyeye filan gerek duymadan. Az sonra da polis arabasından inenler doğruca eve daldılar Abdullah’ın ifadesini almak için. Meğer o sütten çıkmış ak kaşık gibi duran, bizim usta mamızlı Abdullah ne fındıklar kırmış da haberimiz yokmuş. Polislerin anlattıklarından çıkardığı buydu Serhat’ın. Pavyondaki kadınlardan biriyle işi pişirmiş, kadın bunun altına bir ticari taksi çekmiş, al çalıştır demiş. Bizim Senem zaten hep işkilli. Takip edip yakalamış bunları. Gözüyle gördüğü halde ses etmemiş hiç, çekip eve gelmiş. Sonrası malum.
Ortalık yatıştıktan sonra Abdullah tüm ısrarlarımıza rağmen içeri girmedi. “Size de bir sürü zahmet verdik abla” dedi kapıdan. Sustuk. İki küçüğü kucakladı, diğer ikisi de babalarının pantolon paçasını tuttu sıkıca. Abdullah da endişeli bakışlarımız arasında aldı götürdü evine çocuklarını. Nasıl avuttu, nasıl uyuttu bilemedik. Kulağımız kirişte sabahı sabah ettik.
Senem ne zaman eve döndü, ne konuşup ne karara vardılar merak ederken her zili çalışımda kapı duvar olmuştu sanki. Üstelemek anlamsızdı. Sanırım ikisi de o gecenin utancına tanıklığımızdan kapılarını açamıyorlardı.
İki gün sonra akşam saatlerinde yine ön balkonda oturduğumuz sıra ve ortalık kararırken, Senemle çocukları gördük. Ellerinde naylon poşetler, tortop edilmiş, baştan savma toplandığı anlaşılan giysi torbalarıyla Abdullah’ın şu yeni ticari taksisine binerken. Senem başı önde sersemlemişti, sıkılgandı. Çocuklarsa pür neşe tüm mahalleliye ilan edercesine “Elazığ’a gidiyoruz, yaşasın!” diye çığrışıyor, bize de el sallıyorlardı.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir