KARAKUYU
Demir levhanın üstünden dura kalka geçti. Bir ileri bir geri, gıcırtıyla yerleşti. Dışarıdan tok erkek sesleri geliyordu. Gözlerimi cama dayamış, ağzım açık izliyordum.
“Uyan da bak kuzen, otobüs gemiye bindi!”
Kapüşonunu kafasına çekmiş horul horul uyuyordu o. Dirseğimle böğründen dürttüm. Uyandı. Ağzını ayıra ayıra esnedi. Gözlerine inanamamış gibiydi.
“Hakkatten ha abla, hem otobüste hem gemideyiz.”
“Sayın yolcularımız gemi seyir halindeyken otobüste kalmamanızı önemle rica ederiz.”
Anonsla birlikte onca insanın inişlerini izledim. Nizam intizam içinde.
Bir biz, bir de molalarda yarenlik ettiğimiz yaşlı teyze kalmıştı otobüste. Kuzen kalktı, başımızın üstündeki bölmeden çantayı aldı. Fermuarını hızlıca açtı kapattı. “Tamam,” dedi. Yaşlı teyze önde biz arkada geminin balkonuna çıktık. Herkes oradaydı. Yaşlı teyze ittire ittire yer açtı bize. Dizi dizi oturduk denize doğru. Denizle gökyüzü birbirine karışmış, dev gagalı kuşlar gökyüzünü sarmıştı. Bağrış çağrış. Yüreğim ağzımdan çıkacak sandım.
Çığlık seslerine uyandım o sabah. Cama koştum. Top sahasına dev tomruklar düşüyordu. Kamyonun yanında ciddi kıyafetli adamlar vardı. Yabancı yüzler. Muhtar Hüseyin’i gördüm sonra, kaçışan çocuklara bağırıyordu. Patlak bir topun peşine takılmış çoğu yalınayak, terli, kirli, kavruk ve gürültücü ‘bizim sokağın’ çocukları. Duymuyorlardı. Öleceğimi sandım. Camı açtım. Avazım çıktığı kadar bağırdım bağırdım. Durun! Çocuklar var orada!
Yaşlı teyze güngörmüş bir kadındı. Bize İstanbul’u anlatıyordu.
“Çayla simit vapur yolculuğunun şartıdır gençler, kışın da sıcacık salep.”
Eski İstanbulluymuş kendisi meğer. İyi bir insana benziyordu. Bizimki, yaşlı teyzenin aldığı simiti mideye indirmişti bile.
“Halamın küncülü çöreğine uymaz ama.”
Anam gelmişti o an aklıma.
“Ergen o kızım, tam yiyecek yaşta.”
Bana gelince.
“O son lokmayı da atmayaydın ya ağzına, tombalak tosbağa.”
Benden gayrı herkesi severdi Dul Halime. Gözlerimi devire devire baktım halasının kıymetlisine.
Bir simit parçası için kıyasıya kapışan martıları izlerken düşündüm. O bir lokma için değil miydi bunca çaba? Şu zavallı hayatta.
Denizin kekre kokusunu çektim içime.
“Oh olsun ona.”
“Ana dediğin halden anlar, sevmese de korur kollar. Benimkisi bildiğin taş duvar. Şimdi kendi çıksın bakalım görücülere. Kuru Fatma’nın oğluna da kendisi varsın. Yakışır ona.”
Bizimkinin yüzü düştü. Halasına laf söyletmezdi.
“Halam böyle, değişmez abla. Onun yaşadıklarını başkası yaşasa delirirdi. Kocasının kırkı çıkmadan erkek kardeşini vermiş toprağa.”
Yaşlı teyze konuştuklarımıza kulak kesilmişti.
“Kim bu bahtsız kadın, anan mı kızım?”
“Bahtsız mı bilmem ama anam,” dedim. Bastıra bastıra söyledim, “pencereme konan küçük bir kuşu bile ocutan anam.”
Gökyüzünü şenlendiren martıları gösterdim ona.
“Burada olsa, onları da kişelerdi değneğiyle.”
Sözlerimi makul dile çeviriyordu bizim kuzen.
“Halam titizdir biraz, onu diyor ablam.”
Çaydan mı bilmem içim bulandı bir an. Yaşlı teyze anladı halimden.
“Deniz tuttu seni kızım.”
Öndeki demir korkuluklara yürüdüm. Denizi soludum. Gökyüzüne saçılmış bulutları, dalgalarla yarışan martıları ve birbirine değmeden giden kocaman gemileri seyrettim. İyi gelmişti bu İstanbul bana. Bizimki geldi durdu yanıma. Birlikte İstanbul’a bakıyorduk.
“Yüzme biliyor muydun sen kuzen?”
Öylesine sormuştum.
“Karakuyu’da deniz vardı da öğrenmedim mi sanki. Hem ağzını hayra aç abla, bu karanlık suda ölümüzü bile bulamazlar ha.”
“Karakuyu’da sadece deniz mi yoktu?”
“Bulamasınlar zaten, ölümüzü bile bulamasınlar bizim,” dedim. Korkutmuştum onu.
“Keşke iki satır yazıp bıraksaydın sen de abla. İlkin anam koşup gelmiştir size, konu komşu çoktan toplanmıştır bile.”
“Oh olsun ikisine de. Birlikte ağlayıp dövünsünler şimdi, gelin görümce. Uğursuzmuşum ben. Kıdemsizmişim. Naftalin kokuluymuşum bir de. Emlakçı Hasan kapıya dayandığında görür gününü.”
Söylerken bir hançer saplandı yüreğime. Dul Halime’ye bir başkasıymış gibi üzüldüm.
Kuzen sessizdi. Çakır gözleri denizle bir olmuştu. Ağlıyor muydu?
“Bizim derdimiz ne biliyor musun kuzen?”
İngilizce sormuşum gibi baktı yüzüme. Sormamıştım aslında.
“Nefessiz kalmışız Karakuyu’da.”
Yaşlı teyze şimdi aramızda oturuyordu. Biraz dinliyor daha çok konuşuyordu. Dışardan bakan biri onu anamız sanabilirdi.
İstanbul’a yaklaşıyorduk, anonstan anladık. Yaşlı teyzenin merakı dinmemişti.
“Söyleyin bakalım gençler, gideceğiniz adres belli mi?”
Bizimki hevesle anlatıyordu.
“Önder Abi babamın asker arkadaşıymış, babam ölünce annemle yazışmışlar yıllarca. Ben gizlice aldım adresini, yazdım ona, böyleyken böyle dedim. Lisenin bitmesine lüzum bile yokmuş, yabancı dili olana iş hazırmış otelinde. Anama hiç bahsetmedim bundan. Ölür de salmazdı beni İstanbul’a. Bir tek Güler Ablam’a söyledim. Birlikte karar verdik. Ablam parayı denkleştirince de düştük yollara.”
Dev geminin limana yanaşması da gürültülü oldu. İnsan sesleri, korna sesleri, bir hengâme. Arabalar, otobüsler, simitçiler, baloncular… Mahşer yeri gibi bir şeydi. Yaşlı teyze de bu telaşa ayak uydurmuş çoktan gitmişti. Vedalaşamadan ayrılmıştık.
Bir ıslığıyla taksiyi durdurdu bizimki. Bavullarımızı bagaja koydu. “Laleli’ye” dedi. Yetişkin bir erkek gibiydi. Sanki yıllardır İstanbul’da yaşamış da her yeri biliyordu.
“Laleli’de nereye?”
Bu Laleli belli ki bizim Karakuyu’dan büyüktü.
Adresi ezbere söylemişti.
“Ordu Caddesi, numara 31.”
Taksiden indik. Hayat Palas’ın önünde iki garip taşralıydık.
Kapıda sırma yelekli, şapkalı bir adan duruyordu.
“Doluyuz.”
Daha sormamıştık ki.
“Bu sırma yelekli belli ki bizim oralı abla, baksana sirke satıyor suratı.”
Gülesim geldi. Anam gülüşümü hiç sevmezdi.
‘Ağzını ayıra ayıra gülme kız, ayıp. Hem kız kısmı öyle kahkahayla gülmez.’
Kendisini de gülerken hiç görmemiştim ya. Neydi bu kız kısmının çilesi. Çözemedim.
“Önder Abi’yi göreceğiz, arkadaşı Mustafa’nın oğluyum ben. ”
Sırma yelekli değişik bir bakış attı bana.
“Önder Bey gelir birazdan, odalarınızda dinlenirsiniz o gelene kadar.”
“Hani oda yoktu?”
Bu sırma yelekliyi hiç gözüm tutmamıştı. “Biz kuzenimle aynı odada kalırız” deyiverdim.
Girişteki yüksek cam masanın önünde duruyorduk. Yan yana. Nüfus kâğıtlarımızı koyduk masaya. Tövbe tövbe, evleniyor gibiydik. Dönüp şöyle bir baktım bizim ergene. Yüzünü gözünü bir gecede sarı kıllar bürümüştü.
Kara kaplı deftere ismimi yazarken bir duraladı sırma yelekli.
“Güler Durmaz.”
Tanıyacakmış gibi baktı yüzüme. Sonra diğerini aldı, evirdi çevirdi.
“Aaa reşit değilsin sen. Sırrı!”
Bu yer cücesi pek sinsiydi.
“Önder abi ikimize de iş verecek bu otelde. Bizde İngilizce var ya.”
Kuzeni ilk defa böyle merdane görüyordum. Sırma yeleklinin süngüsü düşmüştü. Bavullarımızı aldı, başıyla yolu gösterdi bize. Daracık izbe merdivenlere yöneldik art arda. Aklıma geldi o an, fısıltıyla sordum bizimkine.
“Çanta?”
Bakışından anladım. Beynime bir ağrı saplandı. İndik, çıktık, çarpındık. Çanta yoktu. Anacığım böyle durumlarda “Belimin ipliği koptu” derdi. Koptu. Kıyamet koptu. Laleli karakolundaydık sonra. Genç komiser en başından dinlemek istedi olanı biteni.
“Babamdan kalan zeytinliği emlakçı Hasan’a sattıydım, helal zülal hakkım olanı. Paranın tamamı o çantadaydı. Hepsi gitti. Eve dönmeye artık yüzüm yok benim.”
Kuzen ilk kez ağlarken görmüştü beni.
Para dolu çanta sır olmuştu. Kuzen otobüsten inerken aldığını hatırlıyordu, ben almadığını. Keşke yaşlı teyzeye sorabilseydik. Eski İstanbullu olduğundan başka bir şey bilmiyorduk hakkında. Takside mi unutmuştuk? Belki. Bildiğimiz tek şey vardı, çantayı İstanbul havuduyla yutmuştu.
“Yapacak bir şey yok” dedi Komiser Enver. Acımıştı halimize. Karnımızı doyurdu. İstanbul’u anlattı bize. Müşfik bir baba gibiydi.
“İstanbul karanlık bir ormandır gençler; insan eti yiyenler pusudadır. İyiyle kötü kucak kucağadır burada. Kötüsü iyisinden fazladır. Anlayacağınız, kokuşmuş bir bataklıktır bu şehr-i İstanbul. İnsanı yutar.”
İstanbul’u hiç böyle düşünmemiştim.
Bizimkine baktım, bir gecede sararıp solmuştu. Gözlerini kapıya dikmiş Önder Abisini bekliyordu.
“Belki de işi çıkmıştır, ne de olsa iş adamı ya.”
Gece bitti. Önder abi gelmedi. İstanbul’daki son günümüzdü. Polis otosuyla otogara geldik. Eve dönüyorduk. Bütün gece gittik. Otobüs ağırladı ağırladı. Karakuyu tabelasından toprak yola döndü. Tıngır mıngır tıngır mıngır tıngır mıngır… Osmanlı’dan kalma Kuru Çeşme’ye kadar böyle gidecektik. Biliyordum.
Gün ağarmıştı.
Başımı cama dayamış kara kara düşünüyordum. Bizimkine baktım, kapüşonunu başına çekmiş uyuyordu. Dirseğimle böğründen dürttüm onu. Uyandı.
“Geldik mi abla?”
Gülesim geldi. Daha reşit bile değildi.
Kulağına eğildim.
“Önder Abi’nin adresi hala ezberinde mi?”
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.