KENDİMİ KAYBEDİYORUM
Her şey bozuluyor, hızla. Hep mi böyleydi yoksa yeni mi oldu? Hatırlamıyorum. Nereye gidersem gideyim o kesif çürük kokusunu alıyorum. İçimi öyle kaldırıyor ki, af edersin istifra etmemek için kendimi zor tutuyorum. Gittiğim her yerde sapık gibi beni takip ediyor. Salon senin, mutfak benim kovalayıp duruyor. Dışarıdayken, hadi zor belâ kaçıyorum ama banyoya girip aynanın karşısına geçince beni köşeye sıkıştırıyor. Öğürte öğürte midemi de ciğerlerimi de söküyor.
İstifra ettiğim lavabodan doğruldum, bir de ne göreyim, alkarısının teki kıpkızıl gözleriyle karşımda. Küçülmüş gözbebekleri, kanlı mendereslerle sarmalanmış. Gözaltları elmacık kemiklerine kadar mora boyanmış, pütür pütür. Avurtları içine çökmüş, dişsiz ağzı dipsiz bir kuyu. O buruş buruş derisi, derin vadilerin uzandığı çorak topraklar.
Ah Fahri Bey, onu görünce korkudan donup kaldım işte. “Kim bu? Aynamda ne işi var?” dedim. Birisinin aynasına izinsiz girmek, en büyük tecavüz. O gancaloz cadısı, aynadan gözlerimin içine dik dik baktı, edepsizce yargıladı beni. Hâlbuki en iyi sen bilirsin benim tenimi. Kusursuzdur, ipek gibi pürüzsüz akar. Gören hayranı, dokunan meftunu oluverir. Boşa yazılmadı, ey melek sîmâ ki senden özge hayrândur sana.
Şükür, hileli aynalarda aklımı yitirecek değilim. Ama o evlerden ırak pis koku hâlâ burnumda. Kim bilir, ne parçalarına ayrılıyor şimdi. Hızla çürüyor, artık her şey çok fazla. Eskiden bu kadar değildi devrin alâmeti, her şey durmadan akıyor ama hiçbirinin değeri yok, yalnızca akası var. O kıymetsizler akmazsa kıyamet kopar. Lavabonun ve klozetin seramiği hemen sarıya dönüyor; yer yer kahverengi lekeli, Dalmaçyalı, ne acayip. Serkan’a dedim. “Değiştirelim” dedi. Hemen at, yenisini al. Hemen al, yenisini at. Çılgın bir israf bu, hayat boşa akıyor. Yoksa cadı mı kokarca? Lânet olsun aynalara!
Dün mü bugün mü, yine bozuk aynanın karşısındayım, Fahri Bey geldi şak diye. Beti benzi atmış; onu hiç böyle soluk görmedim, hayalet gibi. Oturdu. Çay ikram etmek istedim, suyu ısıtamadım, çay nerde bilemedim. Hiç dert etmedi, sesini çıkarmadı. Hâlbuki çaya bayılır, hiçbir akşamı çaysız geçmez. Ocağa bulgur vurdum ben de. Hayır demez bulgura. Bol naneli sever. “Nane, nefesin felâhıdır” der.
“Dünya bozuldu, Fahri Bey” dedim. Çok bozuldu. Ses etmedi.
Konuşmayı pek sevmez kendisi, hoş görmek lâzım, herkes benim gibi elifçi beci lâf ebesi değil. Fahri’ciğim sessizdir, sakindir, hatta melüldür. Kırçıldır bir de. Saçı sakalı gençliğinden beri tek tel dökülmemiştir. Kavruk teninin ortasındaki bal rengi gözleri, Akdeniz’in günbatımında yevmiyesini hak etmiş bir çift güneş gibi parlar. Işıltılı ama mahzun gözlerini görsen, cennetten buraya mecburi hizmete düşmüş bir melek zannedersin. Sakın kanma, saman altından ne sular yürüttü böyle böyle. Yere bakan yürek yakan dedikleri türden, anlatırım bilâhare.
Gelip beylik koltuğuna oturduğunda gözlerini halının desenlerine kaçırır, ilmekler arasında sıçrar durur. Ebediyetin hangi satırında kaybolduğunu kestiremezsin. Bir ümit onu yakalamak için Bâkîye’den girer, Servet-i Füsûn’dan çıkarsın. O ise eli belindeden akrebe geçer, taraktan çocuğa sıçrar. Resmen Fuzulî anlatırsın. Hâlbuki halıda ne vır vır söylenen kaynanayı görür, ne safdilliğiyle insanı canından bezdiren gelini, ne de tarlada uyuyan bir bebeğe hamle yapmış akrebi. Üçgenlerin, dairelerin, dikdörtgenlerin çevreleriyle alanlarıyla uğraşır, ilmiklerden hesap yapar. Matematikçidir, aslen sinsi hesapçının tekidir.
Bak, albümleri karıştırırken o fotoğrafına denk geldim. Ben koltuğun kolçağına oturmuşum, enayi, gülümseyerek makineye bakmışım. Fahri ise dediğim şekilde halıya dalmış, yamuk bir gelin motifinin iç acılarını topluyor. Ne benimle ne fotoğrafı çekenle muhatap oluyor. İlgilenmez anam, hiç ilgilenmez, huyu değil. Karısı olmayan kadınlar dışında, insanlar onun ilgisini çekmez. Herkesin kendine göre meşrebi, meziyeti var tabii. Çay içer misin? Nane koktu, mis gibi, bulgurdan.
“Benden kaçıyor herkes, Fahri. Kimseyi yerinde bulamıyorum.”
Geçen, kızın Nazan’a varayım dedim. Ne babacıdır o. Dokuz ay babası taşımış, babası doğurmuş sanki. Ne vakitti? Perşembe miydi nisan mıydı? Ne onu, ne de kocasını bulabildim. “Evi mi şaşırdım acaba” dedim ama mahalleyi bulamadım. Hepsi toptan göçmüş mü? Nicedir ziyarete de gelmiyor, eskiden uğrardı. Plâketimi çalan o hırsız temizlikçiden sonra bozuldu bana. Sen şımarttın bunu böyle. Zamanında deseydin. “Onca yıl edebiyat öğretmenliği yapmış, binlerce öğrenci yetiştirmiş, validen bizzat üstün hizmet plâkası almış Sıdıka Candan bu, çocuklarının ondan kaçtığını fark etmez mi” diye, hiç böyle olmazdı. Serkan bile bozdu. Eskiden böyle değildi. Annesi lâf söylediğinde dinlerdi. Kibardı. “Efendim anneciğim” derdi hep. Ah o karısı olacak şırfıntı yok mu, o bozdu çocuğu.
“Gel bizimle kal” diyor bir de. Israr, ısrar, ısrar. “Hayır” dedim tabii. Başkasının evinde ne işim var, sığıntı gibi. Otursan oturamazsın, kalksan kalkamazsın. Aman, kalsın. Taş yerinde ağır. Bu yaştan sonra kimsenin ağız kokusunu çekemem. Evlâdım bile olsa kimsenin yarım uyağına “tunç” diyemem. Reddettim tabii ki. Elli yıldır yaşadığım evden ayrılacak değilim. Hele o mıymıntı karısıyla aynı eve tıkışmaya hiç meraklı değilim.
Fahri’ciğim, sen beni anlarsın, tam değil tabiî. Matematikçisin, onca yıl boyunca tecâhül-i ârifin ne demek olduğunu öğrenemedin. Yine de kocamdın, beni tanırsın. İnsan sarrafıyım ben, seksen kaç yılda kurduğum hassas bir terazim var. O mizan o denli hassas ki, bir insanın mizacını daha üstüne konmadan havada anlar. Yine de haksızlık olmasın diye defalarca, farklı vesilelerle tartar. Onun üstünden ne öğrenciler, ne veliler, ne müdürler, ne şırfıntı Sevimler geçti. O hassas terazi yanılmaz; a’ların, i’lerin, u’ların şapkalarını bile unutmaz. İncelik bunu gerektirir.
Bak şimdi, şu temizlikçi Ayşe meselesi var. İlk başta da gözüm tutmamıştı ya. “Madem ısrar ettiniz, gelsin temizliğe” dedim. Demez olaydım. Ortalığı yalapşap temizleyip kaçarcasına gitti. Bir de ne göreyim, haspam kaşla göz arası altınlarımı çalmış. Onunla kalsa iyi, üstün hizmet plaketimi de yürütmüş. Söyledim bunlara, inanmadılar. Benim plaketimi naapsınmış. Valinin uzun, kıvrık imzasına bakıp kendisiyle oynayacaktır, ne bileyim ben. “Bir daha temizlikçi filan istemem” dedim. Bozuştuk biraz. Ardından, ne alakası varsa “Anne, çöpleri balkondan aşağı atıyormuşsun” demeye başladılar. Nazan mı, Serkan mı? İkisinden biri işte, anasına edep öğretiyor. Poşete koymuşumdur da atmışımdır, cahil cühela mıyım ben?
Senin matematik öğretmenliğin kadar edebiyat öğrettim ben Fahri. Emeklilikte zamanın nasıl geçmediğini göreyim diye saat hediye ettiler, onlara inat zaman yine de geçti. O geçtikçe anladım her şeyin bozulduğunu. Banyodaki ayna bile bozuldu baksana. Gerçi o kokmuyor, sadece korkutuyor. Kılları ağarmış, kemikleri yamulmuş, derisi kırışmış, memeleri pörsümüş bir umacı çıkarıyor karşımda. Pis porsuk, kokarca! Keşke tüm hayatımı seninle harcamasaydım, sarkmadan buruşmadan evvel açılıp saçılıp gezinseydim, kokana kadar canımın istediğiyle istediğin gibi paylaşsaydım. Çürüyeceğini bilen her akıllı insan bunu yapar aslında. İnsanlar neden hala duruyor anlamıyorum.
Koku seni de buram buram buruyor değil mi? Alıyorsun ama söylemiyorsun, içten pazarlıklı seni. De, hadi de, çekinme. “Ölmeden yiyorlar seni” de. Bazen ben de düşünüyorum… Düşüncelerim yiyor beni. Gülme, öyle geliyor işte. Her biri bir diğerini ısırıyor parça pinçik, içim kan revan. Ne vardı beni Sevim’le aldatacak? Diğerleri bulanık, isimleri aklıma gelmiyor ama onu hiç unutmadım. Hiç itiraf etmedin; ne zaman ettin ki? O okul gezisinde kaç saat ortadan kaybolmuşsunuz, şahitler var, pis günahınız boynunuza. Biliyordum ben, görünce içim cız etmişti. Öğretmenler odasında bakışmalar, karşılıklı sigara yakmalar, kahkahalar. Benimle öyle coşkun gülmedin. Size odanın öteki ucundan bakarken kana boyanırdım. Tek damla yere düşmesin, o gevşek ağızlıların ağzına sakız olmasın diye ne yapacağımı şaşırırdım. Akşam eve gelince üzerimde taşıyamazdım artık, kanlarım kabarıp akardı. Can havliyle, yaralı, sana sataşırdım. Sen susardın. En çok da bu kayıtsızlığın koyardı. Lütfedip kulenden aşağı inip kavgaya girmez, son darbeyi bir türlü indirmezdin. Sevdiğinden değil, kibrinden buna tenezzül etmezdin. Gözlerim yaşlı, köşede bucakta nereyi bulursam oraya kaçardım. Kafamı duvarlara vura vura ağlardım. İşte o Sevim böyle böyle aklıma çakıldı kaldı. Gönül hırsızı pis karı, hatıratımda, aynamda ne işin var?
Hafızam bozuldu Fahri, artık çalışmıyor. Gitgide anneme benziyorum. Bir şeyler avuçlarımın arasından kayıp gidiyor, neyin yittiğini hatırlamıyorum. O da böyle hissetti herhalde. Günbegün ışıklarının söndüğü, üzerine karanlığın çöktüğü bir şehir var içimde. Şalterler iniyor; sokaklar, caddeler, mahalleler kayboluyor. Her an küçüldüğümü biliyorum da, bir an öncesinde ne kadar büyük olduğumu kestiremiyorum. Ah anneciğim, sana ne diye kızdım ki ben? Her şeyin ağır ağır karardığı akşam vaktinin korkusuymuş bu. Gece çökecek, perde kapanacak, acizliğin büyüyecek, büyüyecek; büyücek bir karanlık, kaçamazsın.
Kurşunkalemle yazılmış insan. Tüm benliğin üzerinden bir silgi geçmesine bakar. Annemle kim bilir kimler silindi? Benimle birlikte annem silinecek, biraz da sen. Vehm-ü güman. Bunun nasıl korkunç olduğunu anlamazsın sen. Bunları düşünemeyeceğin yaşta, görkemli zamanlarının yokuşundan inmeye yenice başlamışken göçtün gittin. Onca yıl aynı yastığa baş koyduğumuz evimiz, sen ölünce topal oldu, sağır oldu, kör oldu. Şimdi benimle son darbeyi yiyecek, o da ölüp gidecek. Evler de ölür deseler inanmazdım. Şimdi sor, şimdi sor, ölüm emarelerini tek tek anlatırım sana. Sararan tuvalet taşları, kararan derzleri, sırrı atan aynaları, dökülen sıvaları, çürüyen balkon demirleriyle aheste aheste ölüyor evler. Son kertede bir patlama sesi duyuyorsun, bam bam bam! Temel sarsılıyor, yatağın beşiğe dönüyor, duvarlar üstüne üstüne geliyor, herkes kendi kıyametinde kayboluyor.
Yanık kokusu geliyor bir yerlerden. Sen de alıyor musun? Nazan sana diyorum, neredesin? Çocukken de böyleydin. Hoşuna gitmeyen bir laf edildi mi duymazdan gelirdin. Kötü bir huy bu; yapma, koca kız oldun. İyice kemikleşip yerleşmeden kurtul bu huydan. Kimse, işine gelmediğine kulak tıkayana he demez. Kalırsın tek başına, hayat geçmez. Yalnızlığın insanı nasıl delirttiğini dul kalanlara sor. Çocuk yaparsın, beslersin, büyütürsün, cefasını çekersin… Çekip gider. Hayatın düzenine sözüm yok, böyle gelmiş böyle gidecek, her nesil arkasına bakmadan kendi yuvasına yerleşecek.
Ama o cadı yok mu, çocuğun bana gelmesini engelliyor. Bak, ne zamandır uğradığı yok oğlanın. Nazan’la Ayşe de gelmiyor zaten. Evlerini yurtlarını aradım da bulamadım; dedim mi sana? Yer yarıldı içine girdiler sanki. Yalnızlık zor. İnsan işi değil. Eskiden tanrılar bile yalnız değildi, zaman geçip yaşlanınca yalnız kaldılar.
Demincek önlüklü bir genç geldi. “Kaç gün oldu ben bu ilaca başlayalı?” dedim. Doktora benziyordu ama anlamadı galiba. Mayısın bilmem kaçıymış. “Tam üç ay oldu” dedi.
Hava hala çok soğuk, bence aralık, bilemedin şubat; yanık nane kokusu bundan mütevellit.
“Hiç yakınınız yok mu?” diye yokladı sonra. Menüde bulgur varmış. Analarını sefil bir çadırda ölüme terk ettiklerini söyleyemedim. Üzülüp ağlarlar sonra. Kadrimi seng-i musallada bilip saf saf el bağlarlar. Üzülmesinler, dayanamam. Hakkımı helal ettim.
İlacım nerde acaba? Tansiyonum yükseldi çok fena. Geceleri sarsıntıyla uyanıyorum Fahri, sanki dünya üzerime çökecek gibi oluyor. Kürek kürek toprak atıyorlar üstüme. Kalbim güm güm çarpıyor, nefes alamıyorum, öleceğim sanıyorum. Bu sefer işin tamam Sıdıka diyorum. Şu derme çatma yatakta geberip gideceksin tek başına.
Hemşire elimi tutarken ölürüm belki diye acilen çağırtıyorum. Sağ olsunlar hemen geliyorlar. Kıvır kıvır saçlı, ak tenli bir kız var hele. “Geçmiş olsun öğretmenim” diyor. “Bu sefer ne var?”
Her zamankinden işte be kızım, ne olsun. Nefes daralması, boşa geçmiş bir hayat ve kalp kırıklığı. Neyse ki ağır ağır siliniyorum.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.