Özlem Y. Uçak

İSTİLA

Hana yatağa uzanmış Knut Hamsun’un Açlık romanını okuyordu. Kâğıdı hışırdatmamaya büyük bir özen göstererek kitabın sayfasını çevirdi. O sırada Nayiri kaşınarak koca kıllı cüssesini yatağa yayıyordu. Uyurken bile öyle yorgun görünüyordu ki, hiçbir ses onu uyandıracak güçte değildi. O sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkmış, etraftan elektrik kabloları, tabletler, telefonlar ve kullanılıp tüketilmiş pilleri toplayıp merkezdeki devasa çöp konteynerine atmaya gitmiş, saatlerce sırada bekledikten sonra onca emeğini, bir somun ekmek, bir kibrit kutusundan biraz daha büyük soğan ve ailesindeki kişi sayısı kadar patates ile ödüllendirebilmişti hepi topu. 

Hana, Nayiri ve yeni doğmuş bebeklerinden oluşan üç kişilik bir aileydiler. Onlara ait olmayan bir dünyada yaşıyorlardı. Yaşadıkları bu dünya başkalarınındı. Onlara ‘Uçanlar’ diyorlardı. Gece karanlığı çöktü mü dünyanın o asıl sahipleri gökyüzünde belirir, karanlığı delen, kulakları rahatsız eden bir çınlama ile etrafta gezinirlerdi. Bizim çekirdek aile, Uçanlar’ın dışarıda ne yaptıklarını bilmeden, dahası merak etmeden küçük evlerinde sessizce sabahlardı. Uçanlar geceye yayılmaya başlayınca bu küçük aile gibi diğer hiç kimse de çıkmazdı dışarı. Bir ölü kadar sessiz, sabahı beklerdi herkes. Sabah olunca Uçanlar kendi kuytu yerlerine ancak çekilirdi. Güneş doğduğu anda koca dünya sanki sadece insanlarınmış gibi herkes kaldıkları yerden devam ederdi hayatlarına.
Fakat ne var ki bu gece diğer gecelerden farklı, tuhaf bir sessizlik hâkimdi. Sağır edecek kadar bir derinliği vardı sessizliğin. Bu sessizlik pek hayra alamet değildi. Uçanlar, insanların var olduklarını bilmiyormuş gibi ortalıkta uçmalı, anlamsız, ürkütücü, insanı dehşete düşürecek kadar tiz sesler çıkarmalılardı. Ama çıt çıkmıyordu. Hana kitabı okumaya devam ederken bir yandan da kulaklarını dikip sessizliği dinliyor, bir şeyler duymaya çalışıyordu. Derken sağ işaret parmağının ilk boğumundaki bir nokta kaşındı. Tırnağını tenine sürttükçe çıkan hışırtı sessizleşen odayı gürültüye boğdu. Kendi gürültüsünden endişe duydu. Bedeninde bir şeyler yürüyordu sanki. Birden içini bir korku sardı. Kaşınmak, gelecek olan facianın yaklaşmakta olduğunun ilk belirtisi olabilirdi. Uçanlar, insanlardan çok daha küçük ama fazlaydılar. Akıllı değillerdi. İçgüdüleri ile hareket eden disiplinli ve vahşi yaratıklardı. İnsanların varlıklarını hissettikleri anda bulundukları yere geliyor, ne olduğunu anlayamadan onları ısırıyor ve kaşıntı ile öldürüyorlardı. Silahları yoktu. Daha doğrusu silah, kaşıntıydı. Isırdıkları anda çılgın bir kaşınma dürtüsüyle insan kendi kendini parçalayarak öldürüyordu.
Hana ve Nayiri bundan birkaç yıl önce gelmişlerdi bu dünyaya. Nereden geldiklerini onlar bile unutmuş, bebekleri Ayka burada dünyaya gelmişti. Doğduğunda içlerini yersiz bir huzur kaplamıştı o zaman. Bir sokak köpeğinin, tekmeler gördüğü acımasız hayatının ardından şefkate alışması gibiydi bu durum. Burası hiçbir zaman onlara ait değildi, olmayacaktı. Beklemedikleri bir anda yerlerinden olacaklarını düşünmeden geçirdikleri bir gün, bir an dahi olmamalıydı.
Hana “Kaşımamalıyım” dedi ağzının içinden. Nayiri’ye baktı. Uykusunda debeleniyor, orasını burasını kaşıyıp duruyordu. Alnına bir şaplak attı. Kızartana kadar kaşıdı. El bileklerini ve sonra yanağını. Ensesini. Domino etkisiyle açıkta duran her yeri ardı ardına acıtırcasına kaşıyordu. Hana belki de sadece sivrisinektir, onlar değildir dedi kendi kendine. Buna inanmak istiyor, gerçeğin böyle olmadığını içten içe hissediyordu. Ayka’nın sesiyle doğruldu. Kucağına aldı. Hızla göğsünün birini açtı.  Memenin mor ucunun etrafına yayılmış şişkin hareleri dahi kaşınıyordu. Ürkek, çekingen ve tedirgin, serçe parmağının ucuyla memesini yavaşça okşadı. Kaşımaya başlarsa kendini durduramayıp çıldırmışçasına bir hazla sonu ölümle biten bir yola girmiş olacaktı. Hemen elini çekti. Dayanmalıydı.
“Bebeğin her yerinde kızarıklıklar var” dedi telaşla. Ayka’nın minik ayak parmakları, bacak boğumları kanıyordu. Bebeği yemeye başlamışlardı. Nayiri sıçrayarak uyandı. Eli omzunda kaşınmaya devam ediyordu. Hana hafif devinimlerle bebeğin bacak boğumunu, kollarını kaşıdı. Tırnağını her sürtüşünde bebek susuyor parmaklarını çekince ağlıyordu. Bir yandan kendini kaşımaya çalışırken bir yandan da Ayka’yı rahatlatmaya çalışıyordu. Nayiri korkusunu belli etmeden dışarıya çıktı. Etrafa baktı. Hava sakin görünse de bu sinsi sessizliği ne zaman olsa tanırdı.
Nayiri içeri girdi, kapıyı sessizce kapatıp Hana’ nın kulağına eğildi.
“Bizi fark ettiler…”
“Yoksa…” dedi Hana, yutkundu ve devam etti. “Gitmeli miyiz? ”
Ayka çığlık çığlığa ağlayarak çırpınırken Hana haykırmaya başladı.
“Ona dokunmayın, bırakın onu! Gidin evimden!”
Bebeklere ve çocuklara daha güçlü ve korkusuz saldırıyorlardı. Uçanlar’ın insanoğlunu nereden zayıf düşüreceklerini bilecek kadar duygusal zekâya sahip olmaları şaşırtıcıydı. Belli ki onların da hayatlarında  aile, çocuk ve ev kavramları vardı. Ve bu duyguyla dünyalarını korumaya çalışıyorlardı. Hana, Nayiri’nin odadan çıktığını fark edince telaşa kapıldı.
“Nayiri, çok dikkatli ol. Yalnız bırakma beni!”
“Çıkmayın dışarı sakın! Evi sarmışlar… ”
Odanın dışından güçlü ve ritmik sesler geliyordu  ‘Dan, dan!’.
Hana gergin bir şekilde beklemeye başladı. Ardından birkaç tane daha ‘Dan dan, pat pat, dan dan, pat pat!’
Ses hiç durmuyordu. Hana kapının deliğinden olanı görmeye çalıştı. Nayiri gözü dönmüş şekilde etrafa vuruyordu. Korku, gücüne güç katmış gözlerini karartmıştı. Bu zaferi kazanmak ve hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır bir savaşçı, çıktığı arenada var gücüyle savaşırdı.
“Alın bakalım. Gelin, hepiniz birden gelin! Alın bakalım” diye bağırıyordu. Kan revan içindeydi. Ne acısını duyuyordu ne de yaptığının bir sonucu olmadığını görüyordu. Uçanlar her yerdeydi. Ne zaman bu kadar çoğalmışlardı? Çok kararlı ve saldırgandılar. Bu anı sabırsızlıkla beklerken, doğanın kanunu gereği hayatta kalma güdüsüyle bilenmişlerdi. Bu kararlılıkları insanın kanını dondurabilirdi.
Nayiri’nin her darbesiyle yaratıklar parçalara ayrılıyor, etrafa sıçrayan koyu çamur bedenleri, tekrar birleşerek eskisinden daha güçlenmiş şekilde uçmaya devam ediyordu. Dolap arkasına, koltuk altına, kapı içlerine yerleştiklerini ve orada sessizce beklediklerini Hana ve Nayiri nasıl fark edememişlerdi? Bu dünyada yaşayabilecekleri yanılgısı gözlerini kör etmişti. Küstahça ve bonkörce tüketmişlerdi her şeyi.  Dışarısı yapay çöp yığınlarıyla doluydu. Uçanlar’ın saklanabilecekleri ve üreyebilecekleri tek yer evlerin içerisi kalmıştı. Yaşamak için insanları ısırmaları gerekiyordu. Ya Uçanlar yok olacaktı ya da insanlar.
Hana ne kadar çok olduklarını görünce dehşet dolu gözlerle, elleri ağzında bakakaldı. Kurduğu hayat gözünün önünde yok oluyordu. Her şey parçalanmış, kırılmıştı. Bir anlık güçlü bir dürtü ile  öldürmenin basit, can alıcı ve gerekli bir eylem olduğuna inancı arttı. Öldürmek gerekiyordu. Ya onları öldürecekti ya da yaşam umudunu. Karıncaya bile zarar veremezken şimdi bunu yapabilirdi. Yaşamak için, hayatını yok etmeye çalışanları öldürecekti. Bu savaşı onlar başlatmıştı. Eline geçirdiği her sert eşyayla vurmaya başladı. Her darbede etraf kana bulanıyor, kalanlar kaçışıyor sonra tekrar toplanıyorlardı.
Sabaha kadar süren savaştan bitkindi ikisi de. Vücutları paramparça olmuş, akan kanları üzerlerinde kurumuştu. Yorgunluktan kıpırdayamıyorlardı. Güneş doğuyordu. Nayiri usulca elindeki küreği bıraktı, üzgün ve çaresiz bir şekilde kafasını sağa sola salladı.
“Gitmeliyiz buradan. Bizi öldürene kadar durmayacaklar.”
Hana hıçkırarak  “Çok alışmıştım buraya” diyerek ağlıyordu.
“Ayka’nın eşyalarını topla. Bize de birkaç şey al. Her şeyi alamayız.”
“Onca şeyi bırakıp nereye gideriz, nasıl yaşarız? Burası bizim dünyamız olmuştu.”
“Burası bizim değil, hiç olmadı.”
“Her şey bitti mi?”
“Ne yazık ki bu kadarmış. Diğerleri de gelecek. Ve onlar daha acımasız olacak. Zamanın geldiğini anlasana Hana! Biz buraya ait değiliz. Burası onlara ait. Hep öyleydi. ”
“Kalıp savaşmayacak mıyız? Hemen pes mi edeceğiz? Kurduğumuz hayat ne olacak? Eşyalarımız, evimiz…”
“Bizi yok edene kadar bırakmazlar. Kalırsak yok oluruz. Başka bir dünya bulmalıyız. Bizi kabul edecek başka bir yer. Böyle olmak zorunda… Lütfen zorluk çıkarma artık.”
Bir çanta aldı eline, diğer eline bebeğini. Yola çıktıklarında bir de gördüler ki, binlerce insan yola çoktan düzülmüş, suçlu ve sakınımsız bir şekilde yürüyor. Hem bir kabulleniş vardı hem de umarsızlık. Ne bir dünyaları vardı ne de toprakları. Onlar hiçbir yere ait değillerdi.
Gecenin sessizliği başlamıştı yine. Şimdi hayatta kalmak için vicdandan ve merhametten sıyrılmaları, gerekirse öldürmeleri gerekiyordu. Tekinsiz bir güç hissetti ikisi de. Kim haklıydı? Gitmek zorunda olan kimdi? Burası kime aitti, neden birileri gitmeliydi? Acıktıklarında, tehdit edildiklerinde ve zarar gördüklerinde yapacaklarını, bilinçlerinde dolaşan itici bir güçle biliyorlardı. Tıpkı okuduğu kitaptaki gibi buldukları ne varsa yiyorlardı. Sorgulamadan, onlara ait olup olmadığına bakmadan bir yeri ele geçiriyor,  oradaki herkesi öldürüyorlardı. Geçtikleri her yeri talan ediyorlardı. Hiç bir yerde kabul edilmediklerini görüyor ve böylelikle öldürmeye daha çok alışıyorlardı.
Günlerce ilerlediler. Karşılarına bir kulübe çıktı. Hana, kulübenin içinde yanan küçük lambanın ışığında elinde kitapla oturan bir kadın gördü. Nayiri hiç zaman kaybetmeden “Ben içeri sızıyorum,” dedi.
Hana kendini durduramadığı bir merakla kadını camdan izlemeye devam ediyordu. Kadın ayağa kalkınca göz göze geldiler. Ona ne kadar da benziyordu. Kucağında bir bebek olduğunu o an fark etti.
“Nayiri,” dedi fısıldayarak “Burası tam bize göre bir yer, bizim olmalı. Şimdi, tam şimdi saldır!”
Yoksunluk içinde ve insafsızca savaştılar. Onlara ait olmayan bu dünyada ayakta kalabilmek için diğerlerini yok ettiler. Çünkü asıl istilacı olan onlardı.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir