BEYAZ MANTO’YA İTİRAZIMDIR
Yaşamı çoğullaştırmakta ve paylaşmakta ısrarlı olan ve yaşadığı dünyaya karşı sorumluluk hissedenlerin, insanlara ulaşma yollarından biridir yazmak. Yazmak, düşünen insanlar için her zaman konuşmaktan daha kolay, daha büyük bir tutku olmuştur.
Oğuz Atay günlüğüne şöyle başlıyor.
“Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. ‘Kimseye söylemeden, içimde kaldı, kayboldu.’ dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da dinlemek istemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonun da bana bunu da yaptınız.”
Çağımızın önemli düşünürlerinden Ortega y Gasset de “Dünya, insanın ister istemez takılmış bulunduğu uğraşlar, ilişkiler yumağıdır. İnsan da ister istemez o uğraşlar denizinde yüzmeye bırakılmış ve tüm onlarla ilişkide olmak zorunda bulunan bir varlıktır” der.
İnsanlar yaşadığı çağa göre, içinde bulunduğu toplumun kendisinde yarattığı sosyalitenin etkisinde ve koşulların sunduğu olanaklar dâhilinde kişiliğini oluşturur. Bu anlamda sanatçı da kendi tarihsel koşullarının getirdikleriyle sanat ve düşün dünyasında etkili olur, çağın gerekleriyle şekillenen insan ihtiyaçlarının yansımasını taşır yapıtlarında.
Edebiyat, bu oluşumda etkili olan sosyal hareketliliğin en önemli tanıklarından biridir. Çünkü edebiyat insanın kendini ve yaşadığı ortamı ifade tarzlarının da en önemlilerindendir. Çünkü edebiyat kalıcıdır. İleriyi, çağlar sonrasını görme, etkileme özelliği vardır ve edebiyat tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Oğuz Atay da bu örneklerin bizdeki en önemli yazarlarından biridir.
Bir tarafın göklere çıkarıp öve öve bitiremediği, bir tarafın da karamsarlığından, çözümsüzlük içinde debelenen, bunalımlarda kıvranan karakterlerinden yola çıkarak görmezden geldiği bir yazardır. Ama şu bir gerçek ki, özellikle bunalım zamanlarının en çok okunan yazarlarındandır Oğuz Atay.
1970’li yılların edebiyat dünyasında, geleneksel kalıpları kırarak, özgün bir dil yaratmayı başarmış, özgün eserleriyle var olmuş, bugüne dek kalıcılığını korumuş, önemli yazarımızdır. Onu ve yapıtlarını anlamak için, 1950’li yıllardan başlayarak Türkiye’deki değişimlere kısaca bir göz atalım.
1950 ile 1960 arası yıllar, Türkiye’de liberalleşme adımlarının atıldığı, dünyadaki ekonomik gelişmelere koşut olarak, yabancı yatırımların ve yatırımcıların desteklendiği yıllardır. Uygulanmaya başlandığı andan itibaren büyük ekonomik değişimlere yol açan kararların alındığı bu yıllarda, toplumda da köklü sosyal değişimler yaşanmaya başlamıştır. Yeni ekonomik politikaların sonucunda oluşan sınıfların şehirlerde artık görünür olduğu, tarımda desteğin azalmasının yarattığı göç dalgasıyla, köyün kente aktığı, dilencilerin, seyyar satıcıların, yoksul mahallelerin çoğaldığı, gecekondulaşmanın başladığı, bunun sonucunda da insanların yaşadıkları şehirlerle ilişkilerinin karmaşıklaştığı yıllardır bu yıllar.
Kente göçerken, hiçbir becerisi kentle örtüşmeyen, iş güçleri tamamıyla ‘vasıfsız’laşan bu büyük kesimlerin, geldikleri yerle ilişkileri oldukça sorunludur. Uygulanan ekonomik politikalar; insanların yalnızlaştığı, birbirine yabancılaştığı, güven duygusunun azaldığı, sevginin ve hoşgörünün yerini acımasız rekabetin aldığı yeni çalışma koşulları yaratmıştır. Ayrıca 1960-68 yılları arasında tüm dünyayı saran savaş karşıtlığı ve ‘devrim’ söylemleri de Türkiye’de karşılığını bulmuş, meydana gelen sosyal olaylar, dünyadaki değişimlerin eşlik ettiği uzun soluklu bir dönemin habercisi olmuştur. Bu durumun sanat ve edebiyatta yansıması olan modernizm, gelenekseli reddederek, oluşan durumu ifade etmek için yeni yöntemler, yeni duruşlar ortaya çıkarmıştır. Sanatçılar dil ve anlatımda gelenekselin yerini alacak yeni arayışlara yönelmişlerdir.
İşte Oğuz Atay da öykülerinde bu değişim ve dönüşüm döneminin tanıklığını yapan, çok önemli modernist yazarlarımızdan biri olmakla kalmaz, yapıtlarıyla zamanını da aşar.
Korkuyu Beklerken 1973 yılında yayımlanmıştır. Arada kalmışlığın ve modernleşme krizinin iyice belirginleştiği dönemde ortaya çıkan toplumsal bunalımı yansıtan, sekiz öyküden oluşur. Modernleşmenin insani krizleri, karakterlerinin her birinde oldukça iyi yansıtılmıştır. Ekonominin sosyokültürel yapıda yarattığı bozulmanın neden olduğu, yozlaşmanın, yalnızlaşmanın ve yoksunlaşmanın ironisini yapan öykülerinde bireyselleşme öne çıkar. Karakterlerin durumu eski değer yargılarıyla yeni sosyal yapıya uyum sağlamaya çalışanların başarısızlıklarını yansıtır. Toplum dışına itilmenin ve kabul görmemenin yarattığı sancıları yaşarlar her biri. Oğuz Atay kitaptaki öykülerinde durum ya da olaylardan çok, kişilerin başlarına gelenlerin onlarda yarattığı ruhsal durumları anlatır.
Kitabı oluşturan öykülerin hemen hepsinin başkarakterleri isimsizdir. Yaratılan karakterlerin kendileriyle ve yaşadıkları toplumla çelişkileri hatta derin sorunları vardır. Dışlanmışlık, yabancılaşma, mutsuzluk, tedirginlik, yaşadığı sosyal çevrede başarısızlık, iletişimsizlik, yalnızlık ortak özellikleridir. Korkularına, saplantılarına, zavallılıklarına yenik düşmüş insanlardır her biri. Aşağılık kompleksi içinde, yetersizlik duygusuyla boğuşmaktadırlar. Düşüncelerinin arka planında hep intihar vardır ya da okura öyle hissettirilir. Psikolojik çöküntü adeta Oğuz Atay kahramanlarının kaçınılmaz sonudur.
Karakterler güçlü tanımlanmış, analizleri güçlü yapılmıştır ve ne yazık ki, hemen hepsi edilgen, inisiyatif almaktan acizdir. Her biri, adeta çıkışsızlığın temsilcisi gibidirler. Bunalımlarının kaynağını görememektedirler. Geçerliliğini yitiren bir zamanın değerleriyle yeni zamana uyum sağlamaya çalışmaktadırlar. Oysa yeni zamana ayak uydurmak için gereken donanımı sağlamak çaba gerektirir.
Atay’ın kahramanlarının hemen hepsi bu çabayı gösteremeyen, toplumsal algılama gücü olmayan, uyumsuzluğun insanda yarattığı tahribatları yaşayan karakterlerdir. Öykülerdeki olumsuzluklar ve uyumsuzluklar, aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun da olumsuzluklarıdır.
Bu anlamda Beyaz Mantolu Adam, Oğuz Atay öykülerinin hemen hemen bütün karakterlerini temsil eden iyi bir örnektir. Neredeyse öykü karakterlerinin tüm özelliklerini taşıyan bir başkarakterdir.
Öykü oldukça vurucu ve okuru içine çeken bir cümleyle başlar.
‘’Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı.’’(sf:11)
Başlangıç cümlesini hemen takip eden diğer cümleler de kahramanın özelliğini ilk baştan vurgular.
‘’Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı.’’ (sf:11)
Yazarın art arda sıraladığı cümleler, öyküdeki kahramanımızın düşünsel yetilerindeki yetersizliğini de ortaya koymaktadır. Dilenemeyecek kadar beceriksizdir.
Olanların ne farkında ne de bilincinde olan kahramanımıza, ilerleyen sayfalarda çevresinde rastladığı insanlardan kimi merhametle, kimi alayla yaklaşır. Çoğunluk onun bu eksikliğinden acımasızca faydalanma yoluna gider. Karakterimiz konuşmayan, iletişim kurmayan ama aynı zamanda da kendi başına buyruk gibi, kimseyi önemsemeyen bir tavır içindedir. Kalabalıkların arasında yalnızmışçasına hareket eder. Çevresinde olup bitenleri anlamıyormuş gibi davranır. Söylenenleri anlamadığı için tepkisizmiş gibi görünen adamımız hiç de öyle değildir. Kendisi gibi sokaklarda yaşayan bir yaşlının isteği üzerine, derme çatma kulübemsi barınağını gölgeye iter, bir diğerini karşıya geçirir.
Şişman bir adamın “Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?” (sf:13) sözlerinin ardından, aynı adamın bavulunu taşımaya çalışır beceriksizce. Ağır olan bavulu yerden kaldırmakta zorlansa da, uzakta gördüğü bir hamalı taklit ederek sırtladığı bavulu rıhtıma kadar taşır. Karşılığında aldığı para hoşuna gider ama diğer hamallar bir başkasının aralarına katılmasına izin vermezler. Ait olamadığı yerde kalamaz, itiş kakışlar arasında, biraz da hırpalanarak rıhtımdan ayrılır.
Yaptığı ufak tefek işlerle az da olsa para kazanmaya devam eden kahramanımız, öykü boyunca duygusal tepkiler de verir. Yaptığına karşılık alacağı parayı beklerken, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuğun kendisine bakıp ağlaması, parayı almadan oradan kaçmasına sebep olur. Bu olay, acımasızlaşan dünyada içimizde kalan ‘eskimiş’ olarak kabul edilen değerlerden kolay vazgeçemeyeceğimizin, insan yanımızın göstergesidir.
Sonunda gün ortasına dek orada burada salınarak geçirdiği süre içinde kazandığı bozuk paraları simitçiye bütünletir ve bulunduğu yerden ayrılarak kalabalık bir sokağa çıkar. Terli iki hamalın ortasında duran büyük bir boy aynasında kendini seyreder.
‘’Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi.’’ (sf:14)
Aslında yazarın bize aynada yansıttığı, kahramanımızın görüntüsünde toplumun sosyoekonomik durumudur. Aynayı taşıyan yorgun ve terli hamallar da ucuz iş gücü sahibi, büyük çoğunluktur. İstemeyerek katıldığı kavgada yırtılan gömleği, çorapsız ayakları, lastik ayakkabıları, belinden düşen bol pantolonuyla adamımızın görüntüsü de yoksulluğun tarifidir.
Atay kentte tutunmaya çalışanların, yaşamını sürdürmek için gerekli olan maddi koşulları aramaya gelenlerin, kentin periferisine yerleşenlerin çarpık görüntüsünü aynadan yansıtmaktadır okura. Adamımız ise başka birine bakıyormuş gibi bakar görüntüsüne.
Yürüyerek tekrar sokaklara karıştığında, satıcıların yoğunlaştığı, pazar yeri olduğunu anladığımız bir sokaktaki dükkânın önünde asılı bir beyaz kadın mantosunu görür.
‘’…beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı serin… Bir süre durdular mantoyla karşılıklı.” (sf:14)
Bu beyaz ve aydınlık manto, kahramanımızı etkilediği kadar okuru da irkiltir. Neyi simgelemektedir diye düşündürür. Bunun için, öykünün yazıldığı tarihsel süreci yeniden hatırlamakta yarar var.
Öykü, her bakımdan büyük dönüşümlerin yaşandığı bir zaman diliminde geçmektedir. Bu anlamda beyaz mantonun, insanı yaralayan sosyal ortamı ve onu doğuran süreci temsil ettiğini düşünebiliriz. Beyaz rengi de, vaat edilen aydınlık dünya düşüne ironik bir göndermedir. Belki de uyulması zorunlu hale gelen ama mutsuzluk doğurduğu için yaralayan, insanları ayrıştıran hatta kendi doğasından ayıran sosyal ortama, insanın, kendi tercihiymiş gibi dâhil olmaya çalışmasının ironik anlatımıdır.
İlerleyen satırlarda mantonun ağırlığını, okur olarak biz de bütün şiddetiyle duyarız. Hava sıcaklığının verdiği bunalma yetmiyormuş gibi, kalın mantonun, sıcağı dayanılmaz, yakıcı hale getirmesi, uzun eteklerinin yürürken zorluk çıkarması, toplumsal kıskaç temsilidir. Beyaz Manto, hem oluşan yeni toplum kurallarının insanları zorlamasının, sıkıştırıp bunaltmasının, hem de beyaz rengiyle her değişimin, dönüşümün daha iyi ve daha güzel bir yaşam için umut taşımasının ironik simgesidir.
Beyaz Manto’yu karakterin dış dünyaya uyum sağlama, görünme isteğiyle de örtüştürebiliriz. Kendisini yok eden, öğüten, ayakta durmasını güçleştiren tüm etkenlere direnmek için gereksinim duyduğu dayanaktır diyebiliriz.
Varoluşçuluk felsefesinin izlerini taşıyan öykü, Jean Paul Sartre’nin Varlık ve Hiçlik eserinde altını çizdiği gibi “İnsan giyinerek çıplaklığını gizlemek, utançtan kurtulmak, bir bakıma ‘görülmeden görmek’ hakkına sahip olmak ister. Bakışın nesnesi değil, yalnızca öznesi olmak; görülen değil, yalnızca gören olmak ister.”
Burada da kahramanımız kendi ayrıksılığını örtmeye çalışmakta, söz sahibi olmaya çalışmaktadır belki ama örtündüğü şey, daha ayrıksı olmasına neden olmaktadır. Çünkü ortama aykırı bir örtüdür seçtiği. Bu anlamda karakterin kırılganlığının güçlü bir simgesidir.
Tam da bu yüzden çevredekilerin gülüşmelerine, alayına sebep olur, herkesin ilgisini çeker sırtına geçirdiği mantoyla, ama gördüğü ilgi satıcıyı yüreklendirir. Herkesle birlikte eğlenir o da. Oysa adamımız mantoya adeta vurulmuştur. Sahiplenmiştir, çıkarmaz üzerinden. Cebinden çıkan paraya çaresiz razı olan satıcıdan, kendince bir kararlılıkla hatta zorlamayla mantoyu alır.
“Beyaz mantosuyla topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden.’’ (sf:15)
Beyaz Manto, artık her şey demektir adam için. Kendince, kendisini var etmiştir. Ama sonrası içinden çıkılmaz bir durumdur artık. Alışılmadık görüntüsüyle gün boyunca çok farklı tepkilerle karşılaşır geçtiği her yerde. Kimi gülerek, kimi aşağılayarak, alay ederek, peşine takılıp uğraşırlar onunla. Adamımız uyum sağlamaya çalışırken hepten uyumsuzlaşmıştır.
Oğuz Atay’ın ironik yaklaşımı burada çok güçlü hissedilir. Çünkü gerçek dışılığı o kadar gerçekçi olur ki, çoğunluk onu bir ‘yabancı’, bir ‘turist’ olarak algılar. Hatta bir şeyler satmaya uğraşarak, ondan faydalanmaya çalışanlar çıkar. Öykü boyunca, uyumsuzluğunu kuvvetlendiren mantonun da verdiği sıkıntıyla betimlenen bir bunaltı içindedir beyaz mantosuyla adam. Hiç konuşmamasıyla, toplumda hâkim olan yabancılaşmayı, iletişimsizliği, ötekileştirmeyi ve bunun insandaki yansımasını işaret etmektedir. Yazar adamın yaşadığı bunaltıyı, çevresinde biriken insanların zalim, acımasız, düşmanca hareketleri vasıtasıyla bize de kuvvetli bir şekilde geçirir.
Ortega y Gasset “Topluluk, evet insani bir şeydir ama insansız insanlıktır, ruhsuz insanlık, tinsiz insanlık, insanlığından çıkmış insanlık’’ der. Oğuz Atay öykü boyunca hissettirir bunu okura.
Belirsizlik içeren sıfatlarla hemen her sayfada topluluk eleştirisi yapmaktadır. En çok kullanılanı “kalabalık” sıfatı olmakla birlikte topluluğu belirleyen diğerlerini şöyle sıralayabiliriz:
“Kalabalık bir topluluk, kalabalık bir sokak, insanların arasına, yürüyen insanlar, kalabalık su birikintisi, işsiz güçsüz takımı, topluluğa katılanlar, ağır yük taşıyanlar, derli toplu insanlar, kendisi gibi kirli kendisi gibi yorgun kendisi gibi çevreyle ilgisiz insanlar, kalabalık hava almasını engelliyordu, kalabalık bir bütün olarak yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı, kalabalık üstüne yürüdü…”
Yukarıdaki örnekler, önündeki ve arkasındaki cümlelerle okunduğunda yazarın en büyük eleştirisinin, insanlığından çıkmış topluluğa olduğunu anlarız.
Öyküde gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de, öykünün büyük bir kısmında kahramanımızın ‘turist’ olarak algılanmasıdır. Bu durum, Oğuz Atay’ın önemli bir meselesini, “modernleşme” adı altında toplumdaki “batı hayranlığı” sorunsalını yansıtmaktadır.
“Canlı manken mağazasına buyurun! … İşte, büyük fedakârlıklarla Kuzey Kutbu’ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu terletmemektedir.”(sf:19)
Mağaza sahibi ve tezgâhtar tarafından, görenlerin ilgisini daha çok çekecek bir duruma getirilerek vitrinde sergilenen kahramanımızın konuşmaması, söylenenler karşısındaki anlamıyormuş gibi durmasıyla görenlerin “İsveçli” olduğu inanması sağlanır. Bu durum mağazanın satışlarını artırır. İsveçlinin tercihi olan bir giysi, öğlen tatiline kadar “..iyi iş” çıkararak, iyi para kazandırır mağaza sahibine.
Satışları artırdığı için, mağaza sahibi tarafından, yığılıp kalmasını engellemek için yemek ve sigara verilir.
“Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını.”(sf:20)
Dinlenme sonrasında onu yeniden vitrinde sergileyeceklerini düşünmektedirler. Ama konuşmalara katılmadığı için iletişim kuramadıkları kahramanımız, dinlendikten sonra çıkıp gider mağazadan. Çaresiz arkasından koşup cebine biraz para sıkıştırırlar.
“Patronun mantosunun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sarılı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti.” (sf:20)
Deniz kıyısında bir plaja gider. Mantosuyla oraya hiç uymamaktadır. Durumunun herkesin ilgisini çekmesi, kargaşa çıkmasına neden olur. Karışıklık görevliyi sinirlendirir. Plajdan kovmaya kalkar Beyaz Mantolu Adam’ı.
‘’Beyaz Mantolu Adam doğruldu, kalabalığın üstüne yürüdü; hemen açıldılar, geçebileceği kadar boşluk bıraktılar halkada. … Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı sonra ağırlaşıp battı. … bütün manto suyun üstünde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.’’ (sf:25)
Uyumu kaybeden, toplum dışına itilen, kabullenilmeyen kahramanımız, toplum içinde edinemediği yerini, kendi kurallarıyla, kendince belirler. Horlayan, dışlayan, kabullenemeyen, toplum kurallarını benimsemiş ‘’uyumlu’’ herkese, bir başkaldırı olarak “intihar’’ı seçer.
Ortega y Gasset İnsan ve Herkes kitabında ‘’Yaşamak bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır’’ der. Beyaz Mantolu Adam’sa, ortamın çaresiz tutsağı olmaktan kurtulmaya çalışmıştır kendince ama olmamış, kurtuluşu “intihar’’da bulmuştur. Benim Beyaz Manto’ya itirazım da burada başlar.
Bu kadar güçlü bir doğu-batı, modernleşme eleştirisi içeren öyküde, ironik beyaz mantosuyla ortamın çaresiz tutsağı olmamaya çalışan Beyaz Mantolu Adam’ın, güçlü başka bir karakterle dengelenmesini, Beyaz Manto’nun başkaldırıyı ileriye taşımasını görmek isterdim. Tam da burada Oğuz Atay okur olarak itirazımı öngörerek, yere tüküren bir başka öykü karakterine, “Amma da hikâye” dedirterek öyküyü bitiriyor. Bir kurmaca içinde olduğumuz gerçeğini yüzümüze çarpıyor. Ben de oyuna dâhil olup çözümü bana bıraktı diye avunmak istiyorum ama bir şeyler eksik. Evet, okuduklarımız hem gerçektir, hem değil. Evet, hikâyeden zihnimize takılıp kalan son cümle, yazar tarafından bize tutulan bir ayna, diye düşünsem de…
“Ben buradayım ey yazar, sen neredesin?”
Yararlanılan Kaynaklar:
Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken – İletişim Yayınları
Oğuz Atay, Günlük– İletişim Yayınları
Jean Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik – İthaki Yayınları
Ortega y Gasset, İnsan ve Herkes – Metis Yayınları
Daha fazla Panzehir kitap analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.