COETZEE’NİN “UTANÇ”I ÜZERİNE
“Gündelik yaşamlarımızı, duyusal deneyimlerden soyutlanmış düşünceler ülkesinde sürdüremeyiz. Sorun; hayal dünyamızı nasıl saf tutabiliriz, gerçeğin saldırılarından nasıl koruyabiliriz olmamalı. Bu ikisinin birlikte yaşayabilecekleri bir yol bulunabilir mi diye sormalıyız.”
Coetzee Utanç romanının başlarında profesör David Lurie’ye bunları söyletiyor. Ve bunları söylerken profesör, roman boyunca yaşamına katlanabilmek, duygu ve düşünce dünyasında bahsettiği denkliği sağlayabilmek için, savaş alanına çevirdiği-çevrilen dünyasının bedelini ödüyor, çoğu zaman bir “fail” olarak hazırlanacak yolculuğun arifesinde okuyucuyu karşılıyor.
J.M.Coetzee Güney Afrika edebiyatının en bilinen ve Nobel edebiyat ödülü sahibi yazarlarından. Kötü Bir Yılın Güncesi, Barbarları Beklerken, Romancının Romanı, Petersburglu Usta ve Utanç yazarın en bilinen romanları ve hepsinin ortak duygusu özellikle şiddet, arzu, sevgi, kibir ve tabi ki utanç. Bütün bu olguları kitaplarında ele alış şekli ise anlatıcının dilinden “tanık olunan” bir mesafede. Genellikle roman kahramanlarının bakış açısıyla dile gelen anlatıcı, yazarın kendi metinlerine olan mesafesini de oluşturuyor gibi. Kendi dilini yaratabilmesi adına oldukça başarılı bir yöntem olduğunu söyleyebilirim.
Romanın asıl kişisi olan David Lurie, ellili yaşlarında, modern diller hocası. Cape Town Teknik Üniversitesi’nde “romantik şairler” konulu bir ders veriyor. Ayrıca İngiliz şair ve romantizm akımının öncülerinden Lord Byron hayranı. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlki daha çok David’in üniversite yaşamına ve orada arzuladığı öğrencisi Melanie ile olan ilişkisine odaklanıyor. Genel olarak bedensel bir arzu hikâyesi. İkincisi ise lezbiyen olduğu için aslında pek hazzetmediği, yıllardır uzak olduğu ve bir çiftlikte tek başına yaşayan kızı Lucy ile birlikte olacakları hayatının diğer evresi.
David yaşamını arzularının güdümünde kavrayan bir adam, bunu doyurmak için birçok fahişe ile birlikte oluyor. Zamanla birliktelik yaşadığı kadınlardan olan Soroya’ya tutku ile bağlanıyor.
Onun özel hayatına dâhil olma hevesi ters tepince, derslerine giren ve hoşlandığı öğrencisi Melanie ile (son derece şairane sözleri ve çekimi sayesinde) tek seferlik gibi görünen bir birliktelik yaşıyor. Fakat bu durum, Melanie’nin okul yönetimine şikayeti ile sonuçlanınca, kendisini savunma gayretine düşmeden “Pişman mısınız” sorularına “Hayır, zengin bir tecrübe edindim” diyecek kadar da başına geleceklere hazırlıklı ve kendinden emin. Fakat burada Melanie ile olan ilişkisi karşılıklı rıza ile başlasa da, David zamanla bunu bir tür “ele geçirme” olgusu ile kavrayıp Melanie’yi saplantılı br nesneye dönüştürüyor. Romanın belli bölümlerinde bütün canlıların varoluşsal dürtülerden utanmalarını, kendilerine yapılacak en büyük kötülük olarak düşünüyor. Burada Melanie’nin okula yaptığı şikâyeti kendi rızası ile değil de erkek arkadaşı ve babasının zoru ile yaptığını belirtmek gerekir. Aslında kabaca bir “mağdur” kadın imgesi çizilmek istenmiş gibi geldi bana. Kaldı ki bu olaydan sonra Melanie’nin intihar girişimde bulunmasının sebepleri pek irdelenmemiş. Tabi roman ilerledikçe, bahsettiğim kabaca çizilen kadın olgusu, aslında toplumsal cinsiyet normları ile şekillenen utancın ve sessizliğin de ifşası.
Romanın ilk bölümde düşünülen kadın portresi, sadece Melanie ile sınırlı değil.
David’in eski eşi (Rosalind) ile olan bağı tam olarak kopmamış zaman zaman görüşüyorlar. Rosalind’in temsil ettiği kadın ise David’e yaptığından ötürü tepeden tırnağa utanca bulanması telkininde bulunan, zamanla eril hale gelen dili ile etrafındaki herkese yargı dağıtacak türden biri. Kitabın ilk bölümde ele aldığı erkeklik olgusu; zamanla bir “zıvanadan çıkma” davranışına varsa da, üniversite yönetimine ve toplumsal ahlakçı baskıya da direnen bir figür olarak düşünülüyor. Yaptığından utanç duyulması istenmesine “arzularından utanmadan” karşı çıkması, okuyucunun aklında erkeklerin egemenlik kurmak için sığındığı bir bahanenin ifşası olarak yer edecek türden. Fakat ilk bölüm üzerine yazar, üzerinde düşünülecek o kadar yoğun olgular ve olaylar yığını bırakıyor ki, üstünkörü bir okumayla, mağdur bir erkek sonucu bile çıkarılabilir. Zaten sanırım yazarın tartıştırmak istediği de bu yönde.
İkinci bölüm ise okul yönetiminin, utanması ve nedamet getirmesi halinde bağışlanacağı yönündeki baskısı ve telkinlerinden sonra, akademik hayatının kendi rızası ile sona ermesi ile başlıyor. Buradaki karakterle Albert Camus’nün Yabancı romanındaki Mersault’u ile kolayca benzerlik kurulabilir.
David yaşamının geri kalan kısmını kızı Lucy’nin yanında geçirmeye oldukça hevesli olsa da, orada karşılaştığı hayata da ait olamıyor. Lucy yaşadığı bölgenin yerlilerinden bir yardımcıyla (Peter) ve onun ailesi ile yan yana yaşıyor. Kendi arazisinde yetişen ürünleri halk pazarında satarak geçimini sağlarken, aynı zamanda ölmeye yakın terk edilen köpeklerin, sahipleri tarafından bırakıldığı barınak gibi işlettiği küçük bir yeri var. David burada günlük rutin işlere yardımcı olurken, köpeklerin terk edilişine ve itlafına zamanla kayıtsız kalmayıp, en azından öldürülen hayvanların daha fazla zarar görmemesi ilkesi ile nerdeyse cenaze seramonisi ile onları gömüyor. Hayvanlara karşı geliştirdiği “utanma” duygusunun, sessizlik, zamana ve mekâna uyum sağlayamama, ait olamama duygusundan üstün geldiğini belli ediyor.
Burada David’deki dönüşümün belirleyen asıl olay, sonradan içlerinden birinin Peter’ın akrabası olduğu anlaşılan bir grup erkek tarafından Lucy’nin tecavüze uğraması ve sessiz kalıp şikâyetçi olmaması.
Bu sefer tanık olduğu mağdur, kendi kızı. Kitap bu süreçten sonra okuyucuyu Lucy’nin sessizliği üzerine yoğunlaştırıyor. David’in tecavüzden sonra kızının sessizliğini kabul edemeyişi, toplumsal kabulün “utanç” duygusu ile geldiği boyutları da oldukça iyi anlatıyor. Ve sonunda Lucy bu kabulü; yaşadığı yerden kaçmayarak, tecavüz sonrası hamile kaldığı halde doğurmaya karar vererek ve yaşadığı bölgenin “efendisi” olan Peter ile evlenerek daha da abartıyor. Burada tecavüz edenlerin “yerli” olması, mağdur olanların da “beyaz” olması, 1948-1994 yılları arasında resmî devlet politikası olarak uygulanan “Apartheid” rejiminin (ırkçılığın) toplumsal travmasının rövanşist bir dışavurumu şeklinde de okunabilir. Zaten roman da bu rejimin birkaç sene sonrasında yazılıyor.
Bu bölümde sessizliğin sarıp sarmaladığı alanda Türkiye’deki önemli edebiyat eleştirmenlerinden olan Nurdan Gürbilek’in, utanç kavramının Coetzee tarafından ele alışını konu edindiği Sessizin Payı kitabı hakkındaki söyleşisine kulak vermek gerek:
“Sesini yitirmişlerin bu dünyadaki yankısı olabilir mi edebiyat?”
J.M. Coetzee’nin sorusudur bu: Sesini yitirmişlerin yankısı olabilir mi edebiyat? Yazarlar öyle olduğuna inanmak ister, ama naif-iyimser bakışı arkasında bırakarak ilerler Coetzee. Bir telafi çabası vardır romanlarında ama telafi çabasına ne denli karanlık içeriklerin sızdığını anlatan romanlardır aynı zamanda bunlar. Telafi çabası daha baştan bir açmaza doğmuştur Coetzee’de. Konuşanlar sessizlerin hikâyesini anlatamaz çünkü bu onların hikâyesi değildir. Ama sessizler de kendi hikâyelerini anlatamazlar, onlara yapılan şey konuşma yeteneklerini de alıp götürmüştür. Bu açmazı görmezden gelen bir teselli edebiyatı değil Coetzee’ninki. Edebiyatın bir gücü varsa eğer, bu sessizlerin sesi olduğu tesellisinden değil, belki de hiçbir zaman teselli edemeyeceği duygusundan gelir.
Bazı şeylerin telafi edilemeyeceğini hiç olmazsa yazarken kaydetmesinden. O boşluğa hiç olmazsa yazıda el koymamasından.
Kitabın bütünüyle mağdurun dilinden değil de failin dilinden (anlatıcı) tarafından ele alınması; Coetzee tarafından okuyucuyu belki sadece tanık olarak kalmanın acısı şeklinde fazlasıyla hissettiriliyor. Romanın “tecavüz” olgusuna dair söylemedikleri kadar, okuyucuya gösterdikleri de oldukça önemli. Keza Coetzee, roman boyunca tecavüze uğrayan kadınların neredeyse hepsinin farklı sebeplerle “gönüllü” olduklarını gösteriyor. Yazar, statünün, erkin, toplumsal kimliklerin sahibi olan erkeklerin, kadın bedeni özelinde kurdukları hegemonyayı David’de toplayarak, kanımca içinde yaşadığımız şiddet sarmalının, hiç de patalojik bir erkekliğin sebebi olmadığını çok güçlü bir şekilde açıklıyor.
Daha fazla Panzehir kitap analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.