“TURUNCUNUN KIVAMI” ÜZERİNE
Bu yazı, değerli yazar Behçet Çelik’in son romanı Turuncunun Kıvamı üzerine yapılmış aşırı bir yorumdur. “Yorumun aşırısı olur mu?” demeyin, oluyor işte. Eco’nun “Her yorum aşırı yorumdur” cümlesini hatırlayalım.
Bir yerden başlamak gerek ama nereden? Sanırım önce başlıkları belirleyerek yazının sınırlarını çizmeliyim. Karşımızda okunması hiç de kolay olmayan, katmanlı, nitelikli bir metin var. Laf aramızda, Borges’in “Bir okuma hiç okumadır” sözünü ilke edinmiş biri olarak yazının hakkını verebilmek için romanı beş kez okudum. Bilen bilir, benim okuma edimim genel olarak normalin epey ötesine geçen “derin okumalar” şeklinde oluyor. Yaratıcı bir okur olarak metne fazla yaklaşmanın tehlikeli olduğunu bilsem de çoğu kez kendimi bundan alıkoyamam. Vardır ruhumda bir aşırılık… Neyse, başlıklara geçelim:
-
Arzu ve Boşluklar: Bir gece ansızın, ıslak bir saçak altında Kenan’la yolları kesişen Arzu’nun derdiyle hemhal olmalı önce. Bunu da dallarına ayırmalı:
-
Yalımlı turunculukta saklı keder
-
Dünyanın yerine oturduğu an ve üç muska gibi boynunda taşıdığı o anlar: Dünyanın yerine yerleşmesi, ağacın balı, turuncuya kesmiş su damlası
-
Yabanilik, yabancılaşma ve yuvadan atılma halleri
-
“Öteki” olmanın sancıları
-
Sevgisizliğin ve yersiz yurtsuzluğun yarattığı boşluk, acı
-
Boşluğa duyulan hasret
-
Yeni nesil bir aşk; yer gösterici, karat bildirici
-
Boşluğun dolması, yerine yerleşme
-
Anlatıcı olarak İstanbul: Yazar, anlatıcıya ete kemiğe bürünmüş bir İstanbul kimliği kazandırıyor. Bu pek sık rastlanan bir anlatıcı tercihi değil. Kitaplarda hayvanların, nesnelerin, kâğıdın bile kişileştirildiğine şahit oldum ama şehrin kendisinin dillendiği bir anlatıyla sanırım ilk kez karşılaşıyorum. Okur için büyük bir hoşluk.
-
Dil ve üslup: Metnin kurgusuyla başat giden bu mesele, ince işçilik içeriyor.
-
Şiir ve Şair: Metnin ön yüzünde geniş yer kaplayan şiir üzre konuşmaları pas geçmemek gerek. Şiir nedir, nasıl okunmalı? Metnin içine gizlenmiş kimi dizeler ve cümleler yalnızca biçimsel değil metnin duygusu ve felsefesi açısından da önemli.
-
Psikanalitik bir bakış: Jungyen gölgelerle Lacan’ın “Büyük Öteki”*si arasında salınan bir Arzu… “Aşk, sahip olmadığımız bir şeyi, onu bizden istemeyen birine vermeye çalışmaktır.” Ve o cümle: “Suçlu olunabilecek tek bir şey vardır, o da arzunun peşini bırakmak.”
-
Arzu ve Boşluklar
“1” numarayla başlayan parçada ‘esaslı’ kahramanımız Arzu’nun yağmurlu bir gecede, rüzgârla birlikte savrulan sonbahar yapraklarının üzerinde yürürken ayakkabıların yaprakla örtülü ıslak yolda çıkardığı ses yankılanıyor kulağımızda. Zemine sim gibi yapışmış kırmızı ve turuncu yapraklar üzerinde hızla yürüyen Arzu, daha o anda, okurun gözünde bir arzu nesnesine dönüşüveriyor.
Bir ömrü, kafasına geçirilmiş poşete açılı iki ufak delikten nefes almaya çalışırcasına geçmiş Arzu’nun. Hiçbir yere sığamamış, hiçbir yerde köklenememiş. Bir o üç kart, üç an var elinde tuttuğu, bir de arada havalandırmaya çıkardığı, kadife kaplı kutuda sakladığı ‘O’: Yabani ruhu. Evcilleştirmeye niyet etmediği, usul usul onu ele geçirmeye yazgılı. Girdiği her ortamda boğazına yapışan, titreten, midesini bulandıran, kaçıp ormana, suya sığınmaya heveskâr o yabani.
Yersiz yurtsuz, köksüz bağsız Arzu’nun göğüs kafesinde daim bir boşluk hissettiği. Neden?
Beki şu:
Erkek çocukları olmadığı için hem birbirlerine hem yaşama küskünlüklü bir evde büyüyen bu duygulu çocuk oldukça erken yaşlardan itibaren yaşamdaki yerini sorgulamaya başlamış, hep bir boşluk, gedik aramış sığabileceği.
“Onların evine de küslük hâkimdi, anneyle baba birbirlerine fena darılmışlardı. Muhtemelen annenin iki kızdan sonra çocuk yapmak istememesi gururuna dokunmuştu babanın, annenin gururuna da babanın küskünlüğü. Konuşurlardı, birlikte gidilecek yerlere birlikte gidilirdi… Ama küskünlükleri sabitti. İlişmezlerdi birbirlerine, sokulmazlardı, itişmezlerdi, laf atma… Aynı odada, aynı yatakta… Hikâyenin bu kısmı meçhul. Onların hikâyesi de birbirlerinden gitmeleriyle mi başlamıştı? Böyle bir ailede büyüyüp de anlam peşinde koşabilir mi bir insan kızı, insan oğlu?” S.64
Bir “çıt” sesi duysun istemiş kendisi için, ona bir yer açılsın yaşamda. Buraya oturabilirsin bak, burası senin gediğin işte, densin istemiş belki de. Ama ne evde ne arkadaş gruplarında ne iş yerinde ne de üniversite yıllarındaki sevgilisi Erdem sunabilmiş ona o gediği. Hep atılmış yuvadan. Hep kırılmış kanadı. Hep yaralanmış. Ama yine de itiraz etmemiş olanlara, sessizce kabullenmiş yok sayılmayı, yuvadan atılmayı.
*Lacan’a göre Büyük Öteki ‘Ben’in bilinçdışıyla farkına vardığı ama bütünüyle bilinçli olarak tanımlayamadığı bir ‘iç öteki’dir. Arzular, tutkular, idealler, tanrı, devlet, yasa büyük öteki tarafından içerilir.
“Orta sonda üç kişilik bir arkadaş grupları vardı, adlarını bile unuttuğu iki kız… Sabahları okula beraber gider akşam beraber dönerlerdi… Bir sabah okula gitmek için buluştuklarında nane şekeri kokan kız, ‘Bundan sonra okula seninle gitmeyeceğiz,’ dedi Arzu’ya. Ne olduğunu anlamaya çalışırken hızlıca uzaklaştılar… Sınıfta Arzu kaçırdı gözlerini, onlardan tarafa bakmadı, neyse ki sıra arkadaşı değillerdi. Teneffüslerde bahçeye çıkmadı… Günlerce sürdü bu hal. Sabahtan geceye ne olmuş olabileceğini düşündü sürekli. Gidip sormalı mıydı neden böyle davrandıklarını?… Yapmadı, göğsü sıkışarak onların gelmesini bekledi.” S.95
Turuncuya kesmiş su damlasını deneyimlediği gün, öğle sıcağında istemsizce gelip oturmuştu su başına; kayalıklara… Uzun uzun suyu ve turunculuğu seyretmişti, turuncuya kesmiş su damlasını, turuncudaki yalımı.
“Bir yanda turunculuk, yalımlı, çalımlı turunculuk; öbür yanda bu turunculuğun farkında olsa da, bunu fark edenin bir-iki vakte (üç değil) kızıla çalan, nasıl desem, hah, kan portakalı turuncusuna keseceği gerçeğinin önüne geçemeyeceğini sezen kendisi… Farkında olmadan ağlamış, yüzü gözü ıslanıvermiş, bunun farkına ansızın varmış gibi, derin, geçmeyecek, hep hatırlanacak bir keder yaktı içini. Kederin de var hatıraları…” S.18
Kenan’la tanıştığı güne dek cebinde taşıdığı bu üç kartı benimsemiş, hayatı eksikliğiyle, olmamış, tamamlanmamışlığıyla kabullenmişti. Göğsünde muska gibi taşıdığı, ara sıra çıkarıp avucunda parlattığı o üç misket, üç an… Dördüncüsü ise pek mümkün görünmüyordu.
“Üçünü birden hatırlıyor çok zaman. Biri, öbürlerini de peşine takıp geliyor: Dünyanın yerine yerleşmesi, ağacın balı, turuncuya kesmiş su damlası.” S.2
Kimi zaman ukala, hırslı, yabani addedilen Arzu, Dünya’nın yerine oturduğu, tamamlandığı, boşluğun dolduğu o anı; o gün, birdenbire kulağıyla değilse de göğüs boşluğuyla duymuştu.
“Sadece bir sesti, kulağıyla değil de göğüs boşluğuyla duyduğu, göğüs boşluğunda, göğüs boşluğuyla… Biraz zaman geçtikten sonra buldu neye benzediğini… Bir klipsin kapanması yahut bir kelepçenin, kopçanın; tamamlanması eksikliklerin, boşlukların dolması… Bir koşu bitmiş sanki, demiş miydim bunu da, son ıslak köşesi de kurumuş balkona asılı mendilin, dünya aynı, Arzu aynı. Değişen ne? Işık artmadı, bulut geçmedi, gölgeler bile aynı. Peki, ne oldu? Uyanmak gibi, uykudan düşmek ya da uyanıklığa, attığı adımla yer çökmediyse de öyle bir şey, sallantılı bir tabaka yuvasını buldu.”
Bulsa o dördüncüyü kilit kapanacak, yüreği çıt edip yerine oturacaktı. Ta ki Kenan o ıslak gecede oturduğu tabureden kalkıp “İstiyorsan oturabilirsin” diyene kadar.
“…bense, rahatınızı bozmayayım,” dedim.
“Rahat değil zaten, dert etmeyin.”
Çelişki ise, kendine oturacak, hah! diyecek bir yer aranırken yaşamdaki kalabalığa, doluluğa, üzerine boca edilen, ona nefes alacak alan bırakmayan her şeye tahammülsüzlüğüydü. Sese, kalabalığa, tantanaya, gevezeliğe, ukalalığa, şiire boca edilen şeylere de tahammülü yoktu. Mümkünse susuşarak yaşama taraftarıydı. En büyük arzusuydu boşluk. Bırakmıyorlardı ki nefes alsın.
İş yerinde tanıştığı o kadın mesela, önceleri ne kadar da sevinmişti kendine benzeyen bir dost buldum sanarak. Ama sonuç yine hüsrandı. O da Erdem gibi çok bilen, çok bildiren, çok konuşan, ders veren biri çıkmıştı. Arzu boşluklara muhtaçken o tüm bildiklerini boca etmeye girişmişti üzerine.
Ama Kenan’la tanıştığı anda kapanan köşeyi, boşluğun doluvermesini nasıl olmuş hemen anlayamamıştı. Oysa ne zamandır söylenip duruyordu içinden, siz beni asıl dördüncü kartı çektiğimde görün, hah hah hah!
“Bir boşluğun ansızın doluvermesi gibiydi, başladığının bile farkında değilken, doluluğu hissetmekti. Basbayağı bedeninde duymuştu. Baş ağrısının kesilmesi, şişkinliğin geçmesi, aritminin düzelmesi – bir oyuk eskisinden daha az oyuktu, oyuk içinde bir tümsekti ya da, bir yara değilse bile, kabuğuydu, taze kaynamış, etinin etiyle buluştuğu yer de bir koyu tümsek, altından akan kan evvelkinden daha sıcak, daha hızlı.” S.46
Kenan bir rüya aleminden, bir şiirden düşmüştü önüne. Ortadan ayırıp kafasına yapıştırdığı saçlarıyla bir geçmiş zaman şairi, edebiyat öğretmeni, şiir sever Kenan. Apansız geliverdiği gibi koca bir boşluk bırakarak apansız gidiverir yaşamından. Yaşam yolunda elindeki üç kartla yaşayıp gideceğini sanan Arzu’ya hem eve dönmeyi öğretmiş, ablasıyla dost olmayı başarmış
“Ablasıyla kol kola iki saate yakın yürüdüler, üşüdüklerinde bir yere girip ısındılar. Sobayla, içkiyle, birbirlerinin ellerini avuçlarının arasına alarak. Küçüldü, ufaldı. Hep yapayalnız olduğunu hatırladığı yıllar, o yalnızlıkların sonucu ve devamı olan sonraki yalnızlıklar, kendisini çöllerde, buzullarda sürüklenir bulduğu nice gün, nice gece ılık mevsimlerin dokunuşlarıyla geçmiş de o bunun farkına yeni varıyormuş gibi hissetti beraberlerken. Hep öpülmüş, okşanmış, kucaklanmış, sarmalanmış. Kendine dolanmış bir yumak gevşedi – bir süreliğine, bu gezmeler tozmalar süresince, sonra da salondaki üçlü koltukta ablasına yatak hazırlar, baş ucuna bir bardak su bırakır, odadan odaya birbirlerine iyi geceler dilerlerken.” S.201
Hikâyenin hep evden ayrılmakla başladığını okumuştu bir yerde … esas hikâyenin eve dönüş hakkında olduğunu söyleyen de vardı-
Hem de hiç aklına gelmeyen beşinci maddeyi:
“Hareket edebilmek için boşluk şart, boşluk gerekli. Beşinci madde boşluk olabilir, hepsini kuşatan, var eden, ateşleyen, itekleyen, üfüren, dalgalandıran. Bildiğimiz nedenlerden bildiğimiz sonuçlara gide gele, hareket zannettiğimiz kımıltısızlığımızla hınca hınç doldurup ziyan ettiğimiz beşinci madde, beşinci unsur. Olmadığında bile, söz etmek imkânsızsa mesela, yaratmak gerekir, yaratmak gerekir boşluğu, diye tekrarladı. Biz gene de varmış gibi konuşalım ondan. Boşluk, biraz daha boşluk, her yerde, bütün kıtalarında şiirlerin. Artan kalabalığımı, tıkış tıkışlığımı düşünüp bana mı seslendi, bilmiyorum.” S. 204
Yaşam da zaten; belirmelerden, arayışlardan, aldanışlardan, yola çıkışlardan, eve dönüşlerden ve yeni kıvam, yeni kımıltı için gerekli olan boşluktan ibaret değil miydi?
-
Anlatıcı: İstanbul
Roman, yazarın “0” numarayla başlattığı bölümde, kişileştirilmiş anlatıcı İstanbul’un okura kendini –seke seke– tanıtmasıyla başlıyor:
“Buncasını ne zaman, nasıl aldım eteğimin dibine, bilmiyorum. Çok mu sevdiler, havalı mı buldular? Yanıtım yok. Huzur muydu verdiğim, eğlence mi? Buyur edeyim etmeyeyim, geldiler. Eğlenceli buldular belki de. Eh, sıradan değilim, bunu biliyorum…” S.5
İlk okumada bu anlatıcının kimliği konusunda emin olmasak da, sayfalar ilerledikçe okurla dertleşen, zaman zaman ilenen zaman zaman sayıklarcasına konuşan bu geveze sesin aslında çok yakından tanıdığımız birine; İstanbul’a ait olduğunu fark ediyoruz. Yukarıda da yazdığım gibi; anlatıcının hayvan, nesne, kâğıt, kitap vb. olduğu eserler okudum ama şehrin kendisinin dillendiği bir anlatıyla sanırım ilk kez karşılaşıyorum. İlginç ve hoş bir deneyimdi.
Yazarın, kent ve kentlilik, kentsel dönüşüm, göç ve çocuklar, doğa katliamı meselelerini daha önceki eserlerinde de önemle işlediğini biliyoruz. Bu eserde de aynı başlıklara dikkat çekmek, İstanbul şehrinde yaşanan ızdırabı, dönüşümü, değişimi, çileyi birinci ağızdan anlatmak istercesine şehri hem anlatıcı hem roman kahramanına dönüştürmüş. Evet roman kahramanı çünkü oldukça dertli ve konuşkan bu anlatıcı İstanbul. Her ne kadar Arzu’nun ve Kenan’ın hikayesini anlatıyor gibi görünse de filmin içine arada bir görünüp yiten yönetmenler misali -Hitchcock, Tarantino ya da Allen- kendini göstermeden, ilenmeden duramıyor. Haksız da değil:
“Derdim eski defterleri açmak değil, unutur gidersiniz Arzu’yu bir başlarsam; rol çalmayacağım, ama hep asude hep huzur dolu değildim – inanmayın şarkılara. Sakin kuytularımda toplaşan gölgeler tehdit halini mi almadı, akşamüstlerinin ılık meltemleri yelpaze mi kesilmedi kundakçılara? Şimdilerde de çocukların gözleri en çok. Kendilerinin üç katı şeyleri çekerlerken. Azarlandıklarında kaçmayıp her ne yapmaktalarsa ona devam edip omuz silkmelerini sevebilir, sevinebilirim hatta diklenişlerine, donmuş görünmese gözbebekleri.” S.48
Tutulup kalıyor okur bu cümleler karşısında daha fazlasına da gerek kalmıyor…
-
Dil ve Üslup
Belki de üçüncü ve dördüncü başlığı bir arada anlatmalıyım. Emin değilim. Nedeni şu; yazar metnin ön yüzünde kullandığı şiir nedir, nasıl okunur meselesiyle paralel ve geçirgen bir işleyiş bulmuş. Dilde çeşitli oyun ve oyunbazlıkla yazdığı iç konuşmalar hem bol eğretilemeli hem de tekerleme misali tekrarlar, sesdeşler, eşdeşlerle örülü. Bu yolla yarattığı ritim ve akışla eğlenceli, masalsı ve daha çok şiirimsi bir dil inşa etmiş görünüyor Behçet Çelik. Bu her ne kadar okumayı güçleştirse, her cümleyi dönüp dönüp, üç-beş kere okuma gereği duyursa da bittiğinde dilinizde, kulağınızda sıra dışı bir lezzet bırakıyor. Demem o ki aslında dilin kendisi de en az İstanbul kadar belki de daha fazla bir roman kahramanı. İşveli, cilveli, düşündürücü, şaşırtıcı, zorlayıcı ama şiir ama oyun.
“Telaşsız hatırla, koşturmadan. Geçmişi hatırlar gibi şimdiyi hatırla, ağırdan alarak, soluklanıp bakınarak etrafa, olmuşlar kadar olmamışları, pekâlâ olabilecekken her nasılsa sekenleri, ya olsaydılar’ı, belki de olmuşları, olmuşken gözümüzden kaçanları, görmezden geldiklerimizi, hiç olmadılar’ı, hiç mi olmadılar’ı, hani olmayacaktı’yı es geçmeden, atladıklarımızı, çatladıklarımızı, düşmüş satırları, silinmiş paragrafları, olmayacak olmayacak şeyleri, ezgilerini hatırla, cemi cümlesinin, hepsini hatırla, önlerinden artlarından dolaşarak, akışa kapılmamanın akışını hatırla, kendi akışında hatırla, ritim sensin, unutma, dolarak dolanarak hatırla – olarak, oldurarak…” S.5
Ve Arzu’nun ben Yelda Abla’nın kanındanım demesi gibi Çelik de seçtiği kimi sözcüklerle Yaşar Kemal’in, öykü anlatma maharetiyle Nezihe Meriç’in, şiirimsi yapısıyla Necatigil’in, Cansever’in, seke seke anlatımıyla Virginia Woolf’un, zaman, anlar ve bellek meselesini işleyişiyle Proust’un, Tanpınar’ın, içindeki yabaniyi ehlileştiremeyen kahramanın yolculuğuyla Hesse’nin ve daha pek çok büyük yazarın kanından geldiğini gösteriyor.
*Bir de dip not açmalı burada: Çelik burada şımarma hakkını kullandım dediği bir şey yaparak daha evvel yazdığı eserlerden apardığı kimi cümleleri de metnin içine gizlemiş. Ve dikkatli okur da bunu yakalamış. Seviyorum böyle oyunları, oyunbaz yazarları.
-
Şiir ve Şair
Arzu’daki epifaniye yol açan, ona yeni bir bakışla yeni bir yaşamak sunan Kenan’ımız, edebiyat öğretmeni ve ciddi bir şiir severdir. Hal böyle olunca metne bol bol şiir ve şairlerin gölgeleri sinmiştir. Önce Orhan Veli bu dedim Kenan için, sonra İsmet Özel, yok yok Hilmi Yavuz, Necatigil, en son Cansever belki de sonlara yakın şiirini kullandığı Rıfat. Ama ya hiçbiri ya da hepsi Kenan’dı, hem ne önemi var ki dedim sonra. Önemli olan, Murathan Mungan’ın Şairin Romanı’ndaki bilge şair gibi, masadaşlarıyla her hafta şiir nedir, ne değildir, nasıl okunuru konuşan günümüz öğretmenlerinde nadir görülen oldukça entelektüel biri olmasıydı. Her cümlesi şiir, her yargısı kitap Kenan’ın. Belki yazar bu yolla şiir sever okurlarına ya da çok sevdiği şiir sanatına selam durmak istemiş, İkinci Yeni’nin masadaşlarıyla hayali bir dostluk geliştirmek istemişti kim bilir. Zira biz yazar kesimi, hayran olduğumuz ölmüş yazarlarla gerçek yaşamda karşılaşamayacağımızı bilerek acı çekeriz. Ah keşke, diyerek hayıflanırız, tanısak bayılacakmışız. Oysa gerçek bundan daha acıdır (Derin mevzu, dalmayalım).
Yukarıda da yazdım; metnin ön yüzünde geniş yer kaplayan şiir üzre konuşmaları pas geçmek mümkün değil. Metnin içine gizlenmiş kimi dizeler ve cümleler yalnızca biçimsel değil metnin duygusu ve felsefesi açısından da önemlidir.
Sizin alınız al sizin morunuz mor / Turgut Uyar
Şiir ancak yanlış anlaşılırsa şiirdir / İsmet Özel
Şiir üzerine konuşmak bir rüyayı hatırlamak gibidir / Octavio Paz
Islanmadan nasıl anlayacaksınız şiirin ne olduğunu / Orhan Veli
İyi şiir bizden bir şey saklamaz, bize bir şeyler açık eder/ Cemal Süreya
Bir bizim lambamız yanıyor sabaha dek,
Diz dize dotkuğu getirdik soframıza / Oktay Rıfat
-
Psikanalitik bir bakış:
Romanı okumaya başladığım ilk andan itibaren aklımı en çok kurcalayan soru şuydu: Kahramanın adı neden Arzu? İyi okurlar ve yazarlar roman kahramanlarının isimlerinin hasbelkader seçilmediğini bilirler. O nedenle okumaya devam ettikçe yazarın ne yaptığını da anlamaya başladım. Metnin belirsizliği ve ele geçirelemezliği, bir yandan okurla oyun oynayan, ‘dalgacı’ bir yazarı bir yandan da ele geçirilemeyen ‘Arzu Nesnesi’’ni imliyordu. Arzu karakteri, kendi arzusu gibi tekinsiz, ele geçirilemez bir karakterdi zira. Etrafındakiler onun gizine ermeye, ona ulaşmaya, elde etmeye çabalarken o Schrödinger’in kedisi misali kendini kutulara kapatmayı seçmişti. Ele geçiremediği Kenan da onun kedisi, kendi gölgesiydi aslında. Carl Gustav Jung’un Persona ve Gölge savına aşina olanlar Kenan’ın, kahramanın dönüşümünü sağlayacak bir gölgeden ibaret olduğunu anlamakta gecikmeyeceklerdir. Bu nedenle de Arzu ve Kenan arasındaki diyalogların tırnak içine alınmadan, sayıklamalar şeklinde verilmesi yazarın teknik bir tercihi gibi görünse de, Kenan’ın bir gölge olduğunu fark ettiğimizde konuşmaların olması gerektiği gibi yazıldığını anlayabiliyoruz. Ne var ne yok, ne ölü ne diri Kenan.
“…ben yokum, ne orada ne burada – tek bildiğim sizden değilim. Düş kırıklıklarının imal edildiği şeyden imal edilmişiz, kabul, ama sizin o büyük düş kırıklıklarınız sarsmıyor beni… Küsülüyüm size, artık gözlerimi kendime yeni dünyalar yaratabilmek için kaçırıyorum, abartıp sizcileyin mil çekmeyeceğim, sizden değilim dedim ya…” S.34
“Tamam, açıklanacak bir yakınlık değil, kabul, peki, ama adamın cansızlığı da ortada. Canını çekip posasını bırakmışlar – ya da Kenan’ın kendisi yapmış bu operasyonu, kurutmaya bırakmış benliğini, kurusun, çeksin, çekilsin ne var ne yoksa, buharlaşsın yabancı olan, kalan benim özümdür (mü demiş?)… Görecelik kanunu. Bilim tarihine böyle geçsin: Arzu’nun görecelik kanunu. Gene de bu kupkuru haliyle işyerindekilerden daha mı canlı ne, ya da orada burada salınıp duran, kasılarak yanına yaklaşan, poz kesen, becerebilirmiş gibi Arzu’yla laf yarıştıran, hiçbir zaman hiçbir lafın altında kalmamaya yemin etmiş, bu yüzden sersemliklerini saklayamayan şu yakışıklı zombilerden?” S.118
Hal böyle olunca Lacan ve Arzu Nesnesi meselesine dalmadan da edemezdim.
Lacan’a göre insan, tamamlanmamış bir varlıktır. Anne karnından atılıp dilin içine düştüğümüzde yani toplumsallaştığımızda büyük bir eksiklik duygusuyla karşılaşırız. Anneyle olan simgesel bütünlükten kopmuş, dil bizi ilk birlikten ayıran olmuştur. Bu kopuş, içimizde bir boşluk yaratır ve arzu da bu boşluğu doldurmaya çalışır.
Ama mesele şu ki, tıpkı kahramanımız Arzu’nun yaşadığı gibi boşluk asla tam anlamıyla dolmaz. Ne zaman o “eksik” olanı tamamlayacağımızı sansak, arzuladığımız nesne elimizden kayar gider ya da ulaştığımızda hayal kırıklığı yaşarız. Çünkü aslında arzu, belirli bir nesneye yönelmiş gibi görünse de, o nesne sadece bu boşluğu maskeler. Arzu Nesnesi işte bu maskenin kendisidir: Boşluğun yerini tutmaya çalışan ama hiçbir zaman o boşluğun yerini dolduramayan.
Burada Freud’a bir selam göndermekte fayda var. Arzu nesnesinin merkezi olan anne rahmi bebek için mutluluğun simgesidir. İmgesel dünyada ise su, anne rahmidir. Ve Arzu’nun hikâyenin başında su başına gelip oturmuş, orada kendisini, deniz ve turunculukla arasındaki tek engel olarak görmüş olması boşuna değildir.
“Su damlası elmacık kemiğinden yanağının alt kısmına süzülürken, dünyayla (bir zamanlar turuncu bir yalımdan ibaret olan dünyayla) arasında bir de bu saydam, kaygan, incecik, ıslak şeyin bulunduğunu kavradı, ama bir şeyler gene de yanlıştı. Asıl kendisinin su damlasının önündeki engel olmadığını nereden biliyordu ki? … Damlayla dünya arasındaki engel elbette oydu. Damlanın yeniden denize dönmesinin yahut kayanın sıcağına düşüp buharlaşmasının, dönüşmesinin engeliydi.” S.14
Lacan’a göre ihtiyaç karşılandığında sona erer ama arzu doyurulamaz bir şekilde devam eder. Çünkü arzu, öznenin “eksik” hissettiği bir şeyi tamamlamaya çalışmasıdır. Arzu Nesnesi tıpkı Kenan karakteri gibi işte bu eksikliğin simgesidir: (Kenan için de Arzu) hem arzulanan şeydir hem de arzuya yön veren şey. Toparlarsak, Lacan’ın kavramını “boşluk” üzerinden okumak, aslında onun özüne en çok yaklaşan yollarından biridir. Çünkü bu arzu nesnesi, boşlukla baş etmenin en kestirme yoludur.
Ve tıpkı Kenan’ın ansızın ortadan yok olması gibi arzunun nesnesi ele geçirilemeyendir; hep ertelenir, kayar. Bu kayma hareketi sayesinde arzu sürer. İşin gerçeği, insan tamamlanmaya değil, tamamlanmaya çalışmaya bağımlıdır. Zira en büyük arzu olan anne rahmine; denize kavuşma arzusu ölümle eş değerdir. Oysa canlılık, turunculuk hareketi imler. Arzu harekettir, arzu yaşamdır.
Boşluklarımız eksilmesin…
Daha fazla Panzehir kitap analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.