Duygu Uzel

SUYUN İZİNDE BİR ROMAN “SU FIRTINASI”

“Dünya kere acı, acı kere çocuk, çocuk kere yükün toplamı ne eder? Ya dert kere ömür, ömür kere pişmanlık, pişmanlık kere hayat?” (s.184)

Gönül Çatalcalı’nın geçtiğimiz günlerde Tekin Yayınları’ndan çıkan Su Fırtınası adlı romanı, okuru doğrudan kurgunun içine çekerek karakterlerle beraber hikâyenin merkezine yerleştiriyor. Romanın sayfaları arasında, köklü geleneklerin gölgesinde şekillenen insan hikâyeleri ve yaşamın beraberinde getirdiği mücadelelerle karşı karşıya kalıyoruz. Çatalcalı, karakterlerinin iç dünyasını ustalıkla işleyerek okuru sadece olaylar zincirine değil, toplumun derinliklerine doğru yolculuğa çıkarıyor.

“Karanlıkta su sesi doluyordu kulaklarına; kırış kırış olmuş derisinin altında, damarlarında geziniyordu sanki derenin kolları. Çilelerle dolu bir yolun bağışıydı bu ses; kuşkularla, korkularla geçen zamanın acısını azaltmak istercesine, her batan günün ardından doğan güneşin cömertliğini sunuyordu. Koskoca dünyada kum tanecikleri gibi savrulup kaybolmadıklarını, birbirlerine daha çok kenetlendiklerini usul usul akan mucizeyle yenilendiklerini anımsatıyordu.” (s.52)
Bazı yolculuklar ardında ayak izlerini bırakmaz. İnsan, geride bıraktıklarıyla değil yanında taşıdığı yüklerle yol alır.
Ege ve Güneydoğu ekseninde geçen kurguda her şey zıddıyla beraber yaşanıyor. Bu topraklarda ışık, karanlığın içinde biçim bulur; umut, korkunun sınırlarında filizlenir. İnsan, iyiliği kötülükle, sevgiyi düşmanlıkla, suyu kuraklıkla sınarken, hayatın kendisi de durmadan dönüşür. Ege’nin sakin suları ve Güneydoğu’nun sert rüzgârları birbirine karışırken, hikâye varoluşun iki uç arasında bocalayan doğasını anlatıyor. Yaşananlar ve duygular, karakterleri seçim yapmaya zorluyor. Ya hayatın sunduğu dengeyi kabul edecekler ya da sert rüzgârlara karşı koyacaklar.
Günler günleri takip ederken, her sabah gökyüzüne doğan güneş vaatte bulunur: dün ne kadar zor geçtiyse, bugün ona direnmenin yeni bir yolunu sunacak. Zamanın çizgilerini taşıyan insanlar, geçmişin ağırlığını taşırken, gelecekten de umut devşirirler. Akıp giden hayat, hatıraları önümüze getirir. Bazen bir bakışta, bazen sessizce yankılanan iç sesle. Yenilenmek, yaşananları taşıyabilmek ama onların altında ezilmemektir.
Güneş, geceyi unutturmaz, sadece onun üzerine ışık serer. Zaman, hatıraları taşırken bazen yük olur, bazen rehber gibi yol gösterir. İnsan, geçmişin ağırlığını sırtında taşırken, umudunu gün ışığının ince bir sızıyla içeri süzülüşünden alır. Gecenin karanlığını çözmeye çalışan o ilk ışık gibi, umut da her yeni başlangıcın içinde gizlidir. Zorluklarla örülmüş yollar, yürüdükçe insana ritim kazandırır; hatıralar şekil değiştirir, eksilmez ama dönüşür. Yenilenmek, geçmişten kaçmak yerine onun üzerine sağlam adımlar atmaktır.
“Hoyrat eller, kıyıcı yürekler, yemyeşil vadiye gelip de dayanmıştı. Onlar ki içlerinin ıssızlığına acımasız töreleri katık, neşeyi, sevdayı kurban edenlerdi. Toprak ezim ezimdi ayaklarının altında, patikalar sızım sızım. Hayat kiminle oynuyordu körebeyi?” (s.245)
Sessizlik, susmaktan çok sabırları olur. Yürekleri, ezilmeyi reddeder, kök salmayı seçer. Hiçbir şeyin gölgesinde kaybolmazlar.
Yaşamın onları sınamak istediği yerde sınırları çizerler. Yüzleşirler, meydan okurlar. İçinde renk barındırmayanlar dışarıdaki tüm tonları yok etmeye meyleder. İnsan bazen kendini, hayatın elinde oyuncak gibi hisseder ne tarafa yuvarlanacağını bilmeden, rüzgâra teslim olmuş yaprak misali. Fakat bazıları, rüzgâra teslim olmaktansa ona yön vermeyi seçer. Onlar, karanlığı kendi ışıklarıyla parçalar. Kaybolmamayı, iz bırakmayı tercih ederler.
Hayat oyunlar oynasa da her adım bilinmezliğin orta yerine atılsa da vaz geçmez Su Fırtınası romanındaki karakterler. Çünkü onlar kaybedenlerin sadece duranlar olduğunun bilincindedir. Dokundukları şey bazen geçmişin izleri, bazen geleceğin ipuçlarıdır. Ellerini uzatmayan, yönünü aramayan hiçbir şeyin sahibi olamaz. Ne kadar denersen, o kadar var olursun, dercesine devam ederler.
“Hayat, tanıklıklar defterinin kalemşoruydu yalnızca. Gün gelip bütün kayıtlar ortaya döküldüğünde kenara çekilir, “Buyurun,” derdi. “İşte ben bunların hepsini yazmıştım! Sizler içlerinden çekip aldıklarınızı geçirdiniz yazgılarınıza.” (s.245)
Hayatta anlar satır, seçimler paragraf olsa da önemli olan neyin yazıldığından çok nasıl yaşandığıdır.
Bazı sayfalar karanlık olabilir, bazıları umut dolu. Hepsi insanın kendi elinden çıkan izdir. Yolun nereye götürdüğünden çok yolda nasıl yürüdükleri belirler onların hikâyesini. Günün sonunda en çok sahip çıktıkları onları anlatan satırlar olduğunu görürler. Hamurları geçmişte böyle yoğrulmuştur her birinin.
Hüma, Ferman- Süsen, Sinan-Akasya, Yusuf-Ayten… Bazı satırlar kaderin sunduğu zorunluluklardan, bazıları insanın kendi iradesinden doğar. Ama her biri, yürümeyi seçenlerin hikâyesini anlatır. Rota değişebilir, duraksamalar yaşanabilir. Önemli ve anlamlı olan düşe kalka yazılanlardır. Çünkü o izler gerçekten değil, yerlerde belki de yanı başımızda yaşanmış ya da yaşanıyor olduğunun kanıtını sunar okura.
Ve belki de en büyük anlam, bu satırları okuyanların kendi izlerini bulmasında saklıdır. Çünkü her hikâye, anlatılanların ötesine geçerek onu okuyan gözlerde yeniden şekillenir. O izler, başka başka insanların yollarına karışır, onların düşüncelerinde yankı bulur.
“Kocaman bir yalandı dünya, yalnızca bugüne sahi, geleceği, geçmişi yalan…” (s.58)
Dünün umutlu, mutlu çocuklarının dünyası hiç beklemedikleri şekilde evirilince anın çıkmaz sokaklarında kaybolmuşlar.
Yolları kesiştiği sıra ne yapacaklarına dair olasılıklar denizinde kulaç atıyorlardı ayrı ayrı. Gelecekleri vardı elbette, yalnızca ihtimallerle süslenmiş sis perdesi. Yazar, olay örgüsünü bitti dediği yerden ustaca yeniden başlatıyor, karakterlerini şiirle kuşatıyor. Yağız bir atın sırtında, bir çift güvercinin kanadında uğurluyor her defasında yepyeni maceralara. Geçmişin siyahını gömüp sevincini yeşertiyor, gelecek güzel günlerin tohumlarını ekiyor yüreklere. İlle de umut, diyerek veriyor can suyunu.
Her hikâye, kendi içinde döngüseldir. Kimi zaman sona erdiğini sanırsın ama aslında yeni başlangıçlar kapıyı aralar. Karakterler bir yerden uğurlanırken, onların iç dünyası da yavaşça değişir, biçimlenir. Geçmişin gölgeleri dağılıp yerini gün ışığına bırakırken, umut yüreğin kıvrımlarında da filizlenir. Ve belki de en önemlisi, bazen bir öyküyü bitirmek değil, onu yeniden yazmak gerekir, diye fısıldıyor kulağımıza.
“Zaman, gecesini gündüzünü ayırt edemediği dümdüz bir çizgiydi” onlar rastlaşmadan önce. Saatler aynı ritimde ilerliyor, günler fark edilmeyen geçişlerle birbirini takip ediyordu. Korku, endişe, belirsizlik, bezginlik ağır adımlarla günlerin üstüne siniyordu.
Roman ilerledikçe yaşamak sadece nefes almanın ötesine geçiyor. Okur, yazarın satır aralarındaki tesadüflerin hikayelerinde kendine yer buluyor. Kimi zaman otelin lobisinden izliyor yeniden canlanan bahçeyi, çiçek tarhlarını kimi zaman sokakta köşe kapmaca oynuyor törenin zebanileriyle.
“Bazı insanlar bazı yaralara ilaç gibi gelirler.” (s.312)
Bir söz, bir dokunuş, hatta yalnızca varoluşlarıyla içimizde açılan boşluğu dolduran insanlar… Onlar gelince ağırlık hafifler, renkler belirginleşir, zamanın sert köşeleri yumuşar. Dünya yalnızca eski yaraların izleriyle hatırlanmaz; yeni yollar, yeni umutlar, yeni başlangıçlar şekillenir. Varlıkları karanlığı dağıtır. Sait Faik’in dediği gibi,
Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey…”
Sevgili Gönül Çatalcalı, günümüz sorunlarını ustalıkla harmanlamış.
Kalemine, yüreğine, hayal gücüne sağlık.
Su Fırtınası / Tekin Yayınları
326 Sayfa

Daha fazla Panzehir kitap analizine  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir