FOTO KAPAK
Özlem Y. Uçak

YAZAR DENİZ CEREN TÜRKKAN’LA SÖYLEŞİ

İlk öykü kitabı Düş Mesafesi İthaki Yayınları tarafından yayımlanan, ödüllü bir yazar ile söyleşeceğim bugün. Yazarımız Deniz Ceren Türkkan 23 yaşında, Ankara’da yaşıyor ve üniversite öğrencisi. Buyurun, bu başarılı kadın yazarın dünyasını hep birlikte keşfedelim.

İlk olarak Deniz Ceren Türkkan kimdir, okurlara kendinizi tanıtır mısınız? Edebiyat dünyasına ne zaman, nasıl girdiniz? Neden yazar olmak istediniz?
Aslında “Kendini tanıtır mısın?” gibi sorulara öteden beri nasıl cevap vermem gerektiğini kestiremem. Anlatabilecek çok şey yok sanırım. Ben Deniz, yirmi üç yaşındayım. Annemle birlikte Ankara’da yaşıyorum. Hacettepe Üniversitesi’nde, iktisat bölümünde öğrenciyim. 2020 yılı Aralık ayında Düş Mesafesi isimli öykü kitabım İthaki Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Edebiyat, hayatıma ben henüz sekiz yaşındayken girdi. Okumayı söker sökmez kitaplara dört elle sarıldım, sözcüklere tutkun bir çocuk olarak büyüdüm. Edebiyata duyduğum tutkuyu yeterince anlatabilecek sözcükleri dağarcığımdan çekip çıkarmakta güçlük çekiyorum. Neden yazar olmak istediğime gelirsek, zihnime üşüşen onca neden arasından tutarlı bir cevabı belleğimin imbiğinden çeker gibi damıtmak hayli zor; üstelik çoğu yazar bu soruya doyurucu bir cevap veremez. Neden yazar olmak istedim? Başka türlüsünü beceremediğim, kendimi yazmazken hayâl edemediğim için. Marquez’in deyimiyle, “anlatmak için yaşamak”tan bahsediyorum. Mehmet Eroğlu’nun dediği gibi:
“Gerçek edebiyat bireyin çileli deneyimlerinden sonra acılı anılarını özümseyerek kişiliğini oluşturma safhasında ortaya çıkar.”
Şimdi de Hemingway’e kulak verelim:
“Yazmak için korkunç bir şekilde incinmiş olmak gerekir.”
Benliğimin kapılarını öteki varlıkların acılarına sonuna kadar açan bir insan olarak, yazmak, yazar olmak, benim için yeryüzüyle baş etmenin tek yolu. Yazar olmak istedim, çünkü iliklerimde duyduğum derin acılara karşı yapabildiğim tek şey, sadece ama sadece yazmak.
Küçük yaşta yazmaya ve okumaya yoğunlaşmış birisiniz. Çocukluğunuz nasıl geçti, yazma güdüsünü size ne sağladı? Hayalleriniz nelerdi?
Hemingway kendisine, “Bir yazar için erken yaşta alınabilecek en iyi eğitim nedir?” diye sorulduğunda “mutsuz bir çocukluk” diye cevap verir. Ben son derece içine kapanık ve yapayalnız, mutsuz bir çocukluk geçirdim. Bu mutsuzluk, yaratılışımdan gelen, doğduğum andan beri benimle var olan ve varlığımın derinliklerine nüfuz eden bir mutsuzluktu. Sahip olduğum “bir kâğıt inceliğindeki duyarlılığım” insanlarla yakınlık kurmama ve toplumla kaynaşmama daima engel oldu.
Sanıyorum, yazma güdüsünü bana bu hüzünlü yalnızlığım sağladı. Edebiyatın yalnızlığımı avutan gücünü keşfettiğimde kitaplara sığındım; okumak ve yazmak, yaşamımın odağında kendine yer buldu. Küçük yaşlardan itibaren delice bir tutkuyla okuyorum ve bana sorarsanız, yazma merakı biraz da okumaya yönelik tutkuyla başlar. Kısacası yazmak, benim için önce bir sığınak, sonra da bir mevzi oldu.
Hayallerime gelecek olursak, aslında yazmak benim için başlı başına bir hayaldi ve bunun ötesinde bir hayalim de yoktu. Çoğun, para ve şöhret gibi “yavan” arzulara sırt çeviren bir alaycılık takındım. Kitabımın yayımlanması fikri bana çılgınca bir istek aşılamadığı gibi, farklı dillere çevrilmek, büyük ödüller almak veya çok satan bir yazar olmak gibi hayallerim de yoktu. Yazmayı sadece derin yalnızlığımı sağalttığı ve kelimelerin beni sarhoş eden büyülü etkisinden sıyrılamadığım için hayalledim. Hâlâ bu hayalimi sürdürüyorum.
Düş Mesafesi ilk öykü kitabınız. Üslubunuz pek çok öykü kitabına göre farklı, kişi tasvirleri öne çıkıyor. Öykü kitabı olmasına karşın, üzerinde durulan uzun, derin, basmakalıbın ötesinde betimlemeler tüm öykülerde göze çarpıyor. Öyküyü kişileri tanıtarak anlatıyor, olayları ve geçtiği yerleri karakterlerin tasvirleri üzerinden okurun gözünün önüne getiriyorsunuz. Bu sizin yazma tarzınız mı? Bundan sonraki öykülerinizde de uzun, derin ve öykünün ana hattını oluşturan betimlemeler sıkça olacak mı?
Ben yazdığım öykülerde farklı bir yol izlemeyi ve denenmemiş şeyleri denemeyi seviyorum. Dediğiniz gibi, basmakalıp ifadelerden sakınıyor, bana özgü olan üsluptan şaşmıyorum.  Üslubun yazarın doğuştan gelen bir özelliği olduğuna ve zamanla, okudukça ve yazdıkça geliştiğine, biçimlendiğine, fakat özünü ve çizgisini yitirmediğine inanıyorum. Sürekli yinelenen o “öyküde betimleme olmaz” teranelerinden usandığımı da belirtmeliyim. Sanırım bu konuda Maupassant’ın izinden gidiyor, öykülerimde olayları ele alırken betimleme ve karakter çözümlemelerine başvuruyorum. Ben yazarken “insan” denilen varlığı öykülerimin odağına yerleştirir, onun varlık sorunlarının derinliklerine iner ve insanı trajik temalarla mercek altına alırım. Bu yüzden, insanlık durumlarını anlatırken karakterlerin dönüşümlerini uzun ve ayrıntılı bir biçimde işlemekten haz alıyorum. Bu benim yazma tarzım diyebiliriz. Bundan sonraki öykülerimde üslubumun büyük bir değişime uğramayacağını ve bu biçimde sürüp gideceğini düşünüyorum.
Öyküleriniz genellikle köy, taşra, küçük yerlerde yaşayan insanların hayatlarını anlatıyor. Ölüme değiniyor. Kadın, öykülerinizde ana hamur. Kadın, ölüm ve öykü arasında sizce nasıl bir ilişki var?
Benim öykülerim otobiyografik unsurlardan ve gözlem yeteneğinden besleniyor. Ben otobiyografik serpintileri, kurgu malzemelerini biriktirirken öykünün iskeletini yonttuğum bir keski gibi kullanırım. İtiraf etmek gerekirse, taşrada, erkek şiddetinin hoyratça hüküm sürdüğü bir evde büyüdüm. Baba öfkesi yaşantımın dört bir tarafına yuvalanmış, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi korkunç travmalarla esir almıştı. Ölümle burun buruna gelmenin, yaşama pamuk ipliğiyle bağlı olmanın, bir kadın olarak aslında en çok güvende olacağımız söylenen yerde, yani “evlerimizde” sömürülmenin, ezilmenin ne anlama geldiğini çok iyi bilirim. Bu yüzden, benim öykülerimde, temelinde erkek egemenliği bulunan eşitsizlikler görünürlük kazanır. Erkek şiddetinin etraflıca ele alındığı bu öykülere farklı kadınlık hâllerinin, kadın yaşantısına ilişkin acı gerçeklerin yansıması kaçınılmaz oluyor.
Yarattığım kadın karakterler toplum tarafından aforoz edilmiş olmalarına karşın patriyarkanın egemenliğine başkaldıran, hâkim değerlere karşı bireysel mücadelelerini, arayışlarını sürdüren kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Öykülerimde öne çıkan “kadın dayanışması” biçiminin, kadınların tarih boyunca mahkûm edildikleri “ötekilik”ten gelen kadim yalnızlıklarını sona erdiren, yaşadıkları şiddet üzerinden kurdukları ortaklıklar olduğunu düşünüyorum. Dahası, yazarken, kadının edebiyattaki “ikincilliğini” kırmaya yönelik bir çabam var. “Kadın” ve “ölüm” temalarına arabesk bir tavırla değil uzlaşmaz bir eleştirici, aynı zamanda feminist bir tutumdan evvel bir “insan” olarak yaklaşıyorum. Bütün bunlar tasarlanmış niyetlerin veya “duyarlı yazar” imajının eseri değil, geçmişimden süzülen acılı anılarımın su yüzüne çıkarak kendini dayatması olarak değerlendirilebilir.
Dahası, yazarların içinde bulundukları coğrafyadan beslendiklerine inanıyorum. Bu topraklar bir kadın mezarlığına dönüştü. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri, rakamların, istatistikî bilgilerin, matematiksel araçların ölçüp biçemeyeceği kadar büyük acılar barındırıyor. Türkiye coğrafyasında yaşayan bir yazar olarak kadınlara “evlilik” ve “sıcak bir yuvayı”, “iyi eş” ve “fedakâr anne” olmayı yaşamın temel erekleri olarak sunan ataerkil toplumun kodlarını altüst eden bir anlatı çabası içinde olmamı olağan karşılıyorum. Bu durum, bir çeşit isyan duygusuyla, yazarak topluma müdahale etme ve farkındalık oluşturma gücünü doğuruyor.
Sonuçta, benim edebî uğraşımda kadın, ölüm ve öykü birbirine sıkı sıkıya bağlı. Bu durum şiddet gören bir kadının tanıklığıyla yazdığım gerçeğinin yanı sıra yaşadığım coğrafyadan besleniyor olmamın da bir göstergesi.
Metinleriniz, üslubunuz, öykü ve roman arasında bir yerde duruyor. Kendinizi daha çok hangi edebiyat türüne yakın buluyorsunuz? Sizin için önemli olan nedir, anlatmak mı, göstermek mi, şaşırtmak mı?
Üslubumun roman ile öykü arasında bir yerde durduğunu sık sık duyuyorum. Ben kendimi roman türüne daha yakın buluyorum; bunun sebebi ayrıntılı tasvirlere, karakter çözümlemelerine ve karakterlerin büyük dönüşümlerini işlemeye yönelik düşkünlüğüm. Benim için önemli olan anlatmak; hikâye anlatıcılığı kadim bir gelenek ve bildiğimiz gibi yeryüzünde anlatılmamış bir konu kalmadı. Bu yüzden yazarken temaları farklı bir bakış açısıyla ele almaya, insan denilen varlığın keşfedilmemiş yönlerine ışık tutmaya, karanlık dehlizlerini aydınlatmaya çalışıyorum. Ne var ki, konu öykü yazmaya geldiğinde, göstermenin ve şaşırtmanın da en az anlatmak kadar önemli olduğu akıldan çıkarılmamalı.
Bir söyleşinizde “dil işçisiyim” demiştiniz. Bu tanımlama benim çok hoşuma gitti. Dil işçisi olmayı önemsemenizi çok beğendim. Keza metinleriniz usta bir dil işçisinin, bir zanaatkârın elinden çıkmış gibi. Kelimeleri doğru yerlerine yerleştirip mükemmel bir uyumla akıcı kullanıyorsunuz. Hem uzun tasvirler yapıp hem de okuru atmosferin içine sokabiliyor, bunu sıkmadan yapabiliyorsunuz. Öykü bir nehir gibi olmalıdır aslında ama siz bize, derin, büyük bir göl bahşederek, orada gölün her tarafında doyasıya yüzmeyi vaat ediyorsunuz. Kısa öykü yazma denemeniz oldu mu hiç? Sizin için öykü, gerektiği kadar uzun mu olmalıdır? Öyküde boşluk bırakma hakkında ne düşünüyorsunuz?
Değerlendirmeniz için teşekkür ederim. Kısa öykü yazmayı denedim; okurlar, ikinci öykü kitabımda uzun denilebilecek öykülerin yanı sıra kısa öykülere de rastlayacaklar. Aslında öykünün veya diğer türlerin uzunluğunu belirleyen bir kısıt, kural ya da formül yok. Yazmak akılla değil, yürekle yapılır ve bütünüyle sezgisel bir iştir. Bana göre yazar dediğimiz kişi, öykünün nasıl başlayacağını ve nerede sona ereceğini sezgilerine kulak vererek hesap edebilen kişidir.
Öyküde boşluk bırakmanın gerekliliğine inanıyorum. Öncelikle, Adnan Binyazar’ın dediği gibi, “neyin romanın hacminde eriyip gideceğini ve neyin öykünün dar coğrafyasına sıkışıp kalacağını” belirlemek gerekir. Öykü yazarının ketum davranması gerektiğini düşünüyorum. Öykü bir buz dağı gibi olmalı, sadece sekizde biri görünmeli. Öykü okuru öyküye atılan düğümleri bir başına çözmeli, öyküde kasıtlı olarak bırakılan boşluklara savrulmalı, düşmeli ve kendi çırpınışlarıyla, yürüye tökezleye kurtulmalı bu boşluklardan. Öyküyü anlamak romanı anlamaktan daha çok zahmet ister, buna inanıyorum. Öykü türünü şiir türüne yakın buluyorum, tıpkı şiiri anlamak gibi öyküyü anlamanın da kültür ve çaba gerektirdiğini düşünüyorum.
Edebiyat yolculuğunda şimdiye kadar neler yaptınız? Önemli birkaç edebiyat ödülünün sahibi bir yazar olarak edebiyat yarışmaları hakkındaki fikirlerinizi de öğrenmek isterim.
Dediğim gibi, sekiz yaşından beri yazıyorum ve bu on beş senelik sürece sayısız öykü sığdırdım. Farklı türlerde kitaplar yazdım, bunlar sırasıyla yayımlanmayı bekliyor. Edebiyat yarışmalarına gelirsek, bu noktada yine Mehmet Eroğlu’nun okuduğum söyleşisinden bir sözünü hatırladım:
“Bazıları için yazmak hayatını edebiyata bağışlamak, hatta kurban etmek anlamına gelirken, bazıları için bu eylem, bir ödül veya oyun peşinde koşmaya dönüşür.”
Edebiyat yarışmalarına pek iyi gözle bakmıyorum. O hâlde neden yarışmalara katıldım? Bana göre yarışmaların temeli okura ulaşma çabasına dayanıyor. Bildiğimiz gibi çok fazla kitap yayımlanıyor ve kalemine güvenen yazarlar, yayımlanan onca kitap arasında yarışmalar yoluyla sesini duyurmaya çalışıyor. Öteki neden ise, yazdıklarımızı sınamak. Edebiyat yarışmalarının bu iki neden dışında bir önem teşkil ettiğine inanmıyorum. Bir ödül aldığımızda iyi bir yazar olmadığımız gibi, bir ödül alamadığımızda bu bizi kötü ya da eksik yazar yapmaz.
Söyleşimizin sonuna geldik. Son bir soru. Bir iktisat öğrencisisiniz. Yazmak hayatınızda hep olacak belli ki. Elbette böyle bir kalem susmamalı. Mezun olunca ne yapacaksınız?
Herhâlde önce bir iş bulmak isterim. Sonra da ilk romanımı yazacağım. Bu değerli sorular için teşekkür ederim. Sevgiler.
Sevgili Deniz, edebiyata yaptığınız ve yapacağınız katkılar için şimdiden teşekkür etmek istiyorum. Ulusal ve uluslararası, harika başarılara imza atacağınıza büyük inancım var. Her ne olursa olsun kaleminiz hiç tükenmesin, başarılarınız hep sürsün ve sizi okumaya devam edelim. Sorularıma verdiğiniz içten yanıtlarınız için çok teşekkür ederim. Sevgilerle.
 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Related Posts

4 thoughts on “YAZAR DENİZ CEREN TÜRKKAN’LA SÖYLEŞİ / Özlem Y. Uçak

  1. Sedef Ergürbüz dedi ki:

    Böyle genç ve başarılı yazarları görünce umut serpiliyor yüreğime. Yolu açık olsun. Kaleminize, emeğinize sağlık Özlem Hanım.

    1. Özlem Y. Uçak dedi ki:

      Başarılı kadın yazarlarla söyleşmek bana gurur veriyor. Güzel kitapların derinine inmek, yazarını daha yakından tanımak ve tanıtmak beni heyecanlandırıyor. Sedef hanım yorumunuz için çok teşekkür ederim.

  2. Hulya dedi ki:

    Iki kez okudum. Tanımadığım bir yazar. Vurucu bir anlatımı var ve henüz 23 yaşında, Iktisat öğrencisi … hemen tanışacağım, teşekkürler

    1. Özlem Y. Uçak dedi ki:

      Biz teşekkür ederiz Hülya Hanım. Kitabının da vurucu olduğuna emin olun. Bunun söylenmesinden pek hoşlanmıyor ama anlatımı, işlediği konular, bakışı olgun bir yazar gibi. Cümlelerini okurken yaşını asla tahmin edemezsiniz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir