TAVUK
Hasan Ürel

KIRMIZI PERÇEMLİM

Köyde yaşıyorum epeydir, insan burada, dünyanın bin bir türlü hayhuyundan uzakta, tabiatın tam ortasında gerçek hayatı hissediyor; belki size basit gelecek dertlerle boğuşuyor.

Üç gündür hasta kırmızı perçemli kızımız. Üç yıldır beraberiz onunla; köyde kızlarıyla yalnız yaşayan Salih Abi’den aldım onu. Salih Abi askerlik dışında köyden hiç ayrılmamış. Dönüşünde de komşusunun kızı Süper’le evlenmiş.

Çoluk çocuğa karışsalar da anlaşamadılar, şehirlerde bile boşanmalar yadırganırken, onlar köyün boşanan -hem de kavgalı dövüşlü- ilk çifti oldular. Yıllar içinde çocuklar da evlenip evden ayrılınca yalnız kaldı Salih Abi uzun süredir; birisini bana verdiği kızları ile yaşamını sürdürüyor.
Ben de heveslendim, ona: “Alayım birkaç kız, başlarına da bir erkek, anamın işine döneyim,” dedim. Salih Abi’nin Mesudiye yolu üstünde, kızları için çevirdiği bahçedeyiz. Aralarında kırmızı perçemliyi görünce bayıldım, o da beni yan gözle izliyordu sanki. Onu beğendiğimi de Salih Abi’ye çaktırmıyorum, fazla para ister diye, şehir insanı görgüsüz yapıyor, “Bunu al seni memnun eder, her gün görevini yapar,” dedi.
Beraberliğimiz böyle başladı ama geldiğinde kümeste büyük olay çıktı, diğerleri ona birkaç gün öldüresiye saldırdılar, kırmızı perçemini hedef aldılar, kan revana kattılar. Tavuk nesli kümese kendisinden sonra dâhil olan hayvanı asla istemez, şimdilerde insanların “mültecilere” karşı gösterdiği nefrete benzeyen bir duygu onlarda da var demek ki, neyse sonra ortalık yatıştı fakat daima onu kıskandılar, perçemini, sakinliğini her şeyini. Ama o kendisine yapılanları umursamadan, görevini aksatmadan yapmayı sürdürdü. Diğerleri gibi yaygaracı değildi, sessiz sedasız sabretti.
Ve böylece benim ‘kıymetlim’ oldu.
Yolda, cami çıkışı rastladığım Salih Abi onu soruyor: “O mu, bazen keyfi yerindeyse çift sarılı yapıyor,” diyorum. Çocukluğumdan beri hiç güldüğünü görmediğim, avurtları içe göçmüş bu adamın kuru dudaklarına varla yok arasında bir gülümseme gelip oturuyor.
Evimiz köyün dışında, hemen yakınımızda kenarında büyük ağaçların yer aldığı küçük bir dere akıyor, her taraf fındık bahçesi yeşillik. Dereye inen uçurumlar içine girilmez dikenlerle, sarmaşıklarla kaplı. İşte burası tilkilerin barınağı, ilk hedefleri benim kümes. Onun için geceleri onları kümesin daha korunaklı bir bölümüne alıyorum, akşamları kısa süreliğine hava alsınlar diye çayıra salıverdiğimde ki –bu anı dört gözle bekliyorlar- tilkiler de o saate ayarlı, aportta bekliyor, zaman zaman zayiat veriyoruz.  “Olsun diyorum, onların da doyurmak zorunda olduğu yavruları var.” Benim kırmızı perçemli Salih Abi’nin bahçesinden deneyimli, her daim dikkatli, ona bir şey olmaz.
Ancak son birkaç gündür kızlarımda bir tedirginlik var, ortalıkta bir hastalık lafı da dolaşıyor, gözlüyorum onları. O gün kimse görevini yapmadı, “Olabilir,” dedim, ertesi gün durum daha da kötü, beni gördüğünde memnuniyet gösterisi yapan bir-iki şarlatan dışındakiler köşelere çekilmiş, sessiz, tek ayaküstünde bekleyenler de var.
Korktum, liseden sınıf arkadaşım Burhan’a “Gel çabuk,” dedim “Maalesef, hastalanmışlar, en ağırı da şu,” dedi.  Şu dediği, benim kırmızı perçemlim. “Virüs bu sene çok yaygın,” dediğinde daha çok telaşlandım, yazdığı reçetedeki ilaçları aldım,  her sabah su kabındaki suyu tazeleyip, içine de ilaçları karıştırdım.
Artık ne çift sarılı, ne bir şey. Can telaşındayız.
Anam olsaydı hastalığı savuşturmak için neler neler yapardı, hiç önemsemezdim, “Ne olacak tavuk işte,” der geçerdim. “Sen, bir yumurta yap da görelim bakalım,” derdi, katı çok yediklerinden kursağı taşlaşmış olanları ameliyat bile ederdi; dikiş iğnesi ve ipliğiyle. “Ben olmasam buralar dağılır,” diyen anam haklı çıktı. Babama kalsa, altı üstü tavuk kes at! Erkek işte!  Doğa, kadınlar sayesinde ayakta duruyor.
Köyde sabahları güne başlama saati, güneşin doğuşuna ayarlı, uyandığımda ilk işim bu hastalık belasına,  onlara uğramak oluyor, sabahları kümesin geceleri tilkiden korunmak için kaldıkları kapalı bölümünden, günü geçirecekleri ön bölüme çıkarlar. Onları izliyorum, kırmızı perçemli çıkınca biraz yemlenmeye çalışıyor, hiç iştahı yok belli. Ben üzülmeyeyim diye,  sanki “Bak bu sabah daha iyiceyim,” demek istiyor, aramızdaki bağın o da farkında, yıllara varan beraberliğimizde ne şenlikli günlerimiz oldu.
Bugün beşinci gün. Dün akşam saatlerinde iki kayıp verdik ama onlar çok yaşlanmıştı artık, diye kendimi teselli ediyorum. Kümesi derhal Elana ile birlikte sirkeli su ve kireçle temizledik.
Kırmızı perçemlim, ne oldu sana? Ayakta duramıyorsun. Olduğun yerden kımıldayamıyorsun, senden hiçbir şey istemiyorum artık;  ne çift sarılı, ne başka bir şey, eskisi gibi salla perçemini, yürü, dolaş şu bahçede yeter.
Günlerdir bizim zorla içirdiğimiz su hariç hiçbir şey girmedi kursağına. Elana ile birlikte, elimizde plastik eldivenler ilaçlı su içiriyoruz ona, mısır unundan ül* yedirmeye çalışıyoruz, zorluyoruz, ama o yüzünü çeviriyor. Elana da benim kadar üzgün, komşumuz Hanife Abla’nın bakıcısı Maria, “Ekmeği kavurun da yedirin,” dedi. Asla, ağzını bile açmıyor, zorla birkaç ül tanesi sıkıştırıyoruz ağzına, ardından çay kaşığı ile ilaçlı su.
Maria her sabah pencereyi açıp son durumu soruyor. “Allah’tan ümit kesilmez. Üzülme, insanlar ölüyor,” diyor bana. Onun yıllar önce on dört yaşındaki oğlunu talihsiz bir kazada kaybettiği aklıma gelince utanıyor, susuyorum.
Yedinci güne girdik bekliyoruz. Kırmızı perçemli kızımız giderek eriyor. Kanatlarının altı sıcacık, ateşi var sanki. İlgili gözükmüyor olsa da “Bir aspirini ikiye kır, yuttur,” diyor babam.
Biz onun başındaysak kıymetlim kendisini daha rahat hissediyor. Birkaç adım da olsa yürümeye çalışıyor, hadi bakalım inşallah, ama bir şey yememekte kararlı.
 Diren kızım, biz yanındayız.
Bu yaşımda mucizelere ben de inanıyorum artık.

*Mısır unundan yapılmış hamur.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir