ihtiyar
Özgür Yılmaz

İHTİYAR

Erken saatte gitmeme rağmen içerisi tenha değildi. Sıramatiğe kimlik numaramı yazıp sıra fişi aldım. Birbirlerinden cam paravanla ayrılmış iki banka görevlisinden numaramı ilk yakacak kişi işimi görecekti. Görevlilerin tam karşısında karşılıklı konulmuş dört beş kişinin sığabileceği bekleme koltukları vardı. Koltuğun birinin ortasında, ayaktakilerden kimsenin neden oturmamış olduğunu merak ettiğim tek kişilik bir boşluk vardı. Oraya oturup beklemeye başladım.

Karşımdaki koltukta yan yana oturan, biri yetmişin üstünde, öbürü ellilerinde gösteren iki adam sürekli bir şeyler konuşuyordu. Aslında bu karşılıklı sohbetten ziyade yaşlı adamın çenesinin hiç durmaması, öbürünün ayıp olmasın diye, ona kısa cevaplar vermesiydi. Yaşlı olan kalın sesli ve kaba aksanlıydı. Yıpranmış bir yüzü, iyice beyazlamış diken gibi saçları, çukura kaçmış koyu renkli, kafasına göre oldukça küçük duran gözleri vardı.
Beklemenin verdiği sıkıntıdan olsa gerek dikkatim onlardaydı. Bir ara yaşlı adam, “Memleket nere?” diye sordu. Yanındakinden soğuk bir şekilde, “Rize,” cevabı geldi. Başını yukarı aşağı sallayarak, “Gördüm orayı,” dedi. Tepkisine bakınca Rize’yi görmek onun için müthiş bir olaydı sanki. İçimden bu adama “İhtiyar” demeye karar verdim.
         Onları izlemeye dalmışken Rizeli, “Senin numara yandı,” dedi. İhtiyar, konuşmasını bir anda kesip önce duvardaki numara yazan tabelaya sonra elindeki kâğıda baktı. Birden kalkıp sağ taraftaki görevlinin karşısında yanlamasına duran koltuğa oturdu.
Görevli, “Hoş geldiniz,” dedikten sonra, “işleminiz nedir?” diye sordu.
“Promosyonu istiyorum.”
“Kimliğinizi verin, bakalım bir.”
Rengi solmuş kumaş pantolonunun arka cebinden iyice yıpranmış bir deri cüzdan çıkardı. İçinden nüfus cüzdanı dediğimiz eski kimlik belgesini çıkarıp uzattı.
Görevli kimliği alınca bilgisayarda bir süre bir şeylere baktı. Sonra, “Kredi borcunuzun son iki taksitini ödemediğiniz görünüyor, o yüzden promosyon veremeyiz,” dedi.
“Maaşım yatınca ödeyeceğim, siz şimdi promosyonumu verin.”  Bunu gayet rahat söylemişti.
“Olmaz beyefendi, kredi borcunuz ödenmeden veremeyiz.”
İhtiyarın yüzü asıldı. Biraz duraksadıktan sonra, “Yüz lira verin o zaman,” dedi.
Görevli, garipseyen bir gülümsemeyle, ellerini dua eder gibi açıp, “Olmaz, nasıl vereyim!” dedi.
“Ya yüz lira sadece, maaşımdan kesersiniz!”
“Böyle bir şey mümkün değil.”
İkisi bir süre boş boş bakıştılar. Sonra İhtiyar yerinden kalkıp üst kata çıkan merdivene doğru gitti. Üç dört basamak çıkmışken güvenlik görevlisi arkasından, “Dur, dur!” dedi yüksek sesle. İhtiyar durup kendisine bakınca , “Müdüre gidiyorsan yerinde yok, bugün gelmeyecek,” dedi bu sefer.
Basamağın ortasında donup kalan İhtiyar, “Yüz lira,” dedi cılız bir sesle.
“Adam cebinden mi versin sana!” diye çıkıştı güvenlikçi.
Duruşundan, bakışlarından çaresizlik akan İhtiyar, “Hanım hasta, evde yalnız bırakıp geldim,” dedi. Bu söyledikleri son bir ümit şeklinde çıkmıştı sanki.
Güvenlikçi, “Çocuklarından iste, çocuklarından!” dedikten sonra, “hadi bizi meşgul etme!” diyerek eliyle kapıyı gösterdi.
Karısı gerçekten hasta olabilirdi. Kocasından bir şey istemiş olabilirdi. Aç olabilirdi. Adamınsa cebinde hiç parası yoktu. Televizyonda ya da başka bir yerde emeklilere bankaların promosyon verdiğini duyduğu için ümitle maaşının yattığı bu bankaya gelmişti. Ancak tüm hayalleri suya düşmüştü. Kızgınlıkla çaresizliğin karışımı bir halde basamakları inip mırıltılarla söylene söylene kapıya doğru yürüdü. O giderken Rizeliyle göz göze geldik. İkimizde de derin bir mahcubiyet vardı.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir