????????????????????????????????????
Elif Karagöz

FATMA MEŞE

Güneşin önüne kattığını yakıp kavurduğu bir yaz gününde, akşamlar torbaya girmiş gibi sıcağın alnında topladım fasulyeleri. Ağaç altının hafif hafif estiğini fark edince sırtımı meşe ağacının geniş gövdesine dayadım ve ruhuma yer edenleri unutamayan kalbimle geçmişe daldım.

 

Bostandan fasulye topladığım ellerim sanki kınalanmışçasına toprak içindeyken, fasulye filizleri, gelin çiçekleri gibi saçlarıma yapışmışken ilk önce İsmet geldi aklıma sonra da dedem.
Dayandığım meşeyi doğduğum gün dedem dikmiş. Fidanı arka bahçe duvarının dibinde görmüş, olduğu yerden alıp ön bahçeye geçirmiş. Bu fidanın, sincapların sonradan yemek için gömdükleri ama yerini unuttukları için büyüyüp filiz veren palamutlardan biri olduğunu düşündük hep.
Ağacın yanına her gittiğimizde dedem anlatırdı:
“Meşe gücü, kudreti ve bilgeliği temsil eder, ruhu kuvvetlidir, merttir, dayanıklıdır, gemi bile yapılır kızım, her yola gelir, meyvesinden sincaplar, alakargalar nasiplenir. Kurtuluş Savaşı’nda askerler aç kalınca kadınlar meşe palamutlarını öğütüp ekmek yapmışlar, bu ne büyük nimettir. Gövdesi, dalları, mazı yapan bu ağacın mazısı yaralarda kullanılır, akan kanı durdurur, her şeyi şifadır kızım.
Anamın adı, ağzımın tadı Fatma’m, bu ağacı sen yaşadıkça kardeşin bil. Adı da senin gibi olsun, Fatma Meşe diyelim.”
Büyümeye başladığımda ilk oyunlarımı ağacım ile birlikte oynadım. O zamanlar boyu boyum kadardı ya benden hızlı büyüdü, geride bıraktı beni. Okul yaşım geldiğinde dedem ilk kalem kutumu, meşemin kalınlaşan bir dalını budayıp şekil vererek yaptı. Kasabadan aldığımız rengarenk kalemlerimi, lise bitene kadar hep bu kutu ile taşıdım.
Tüm bayramlarda, düğünlerde hatta cenazelerde yemek masalarını benim ağacımın altına kurduk, yedik, içtik, güldük, eğlendik, ağlaştık.
Dalları büyüyüp gövdesi genişledikçe artık kardeşimi tek başıma kucaklayamaz oldum. Dedemle el ele verip meşenin gövdesine sarılır, çevresinde halka yapardık. Sonra kulaklarımızı kabuğuna dayayıp ilkbaharda vücuduna su yürüyüşünü, sonbaharda o suyun çekilişini dinlerdik ve o sesi sadece dedemle ikimiz duyardık çünkü dinlemeye çalışan diğer insanlara sırrını açık etmezdi kıymetli kardeşim.
Sıcakta gölgesine sığınır, altına döşek atıp oturur, kitap okurduk. Soğuklarda yapraklarını dökmezdi. Kar yağınca gelinler gibi güzelleşirdi, bembeyaz dallarına konan göçememiş kuşları pencereden izlerdik. Yağış durunca kardan adamımızı meşenin gövdesinin hemen yanına yapar el ele tutuşup oyun halkamıza kömür gözlü, havuç burunluyu da katardık.
Baharda budadığımız dallarını kışın sobada yakıp kestane pişirir, ıhlamurun içine tarçın ve ayva kabuğu da koyarak kaynatır, oda mis gibi koksun diye yediğimiz mandalina kabuklarını ateşin üzerine atardık. Kahvemiz tıkır tıkır köpürürken oradan buradan sohbet eder, gazete okur, kahvemizi, dedemin sevdiği gibi, çay bardaklarına koyup içerdik.
Dedem eski pehlivanlardan olduğu için sık sık misafir gelirdi. Koca İsmet’i de öyle tanıdım. Dedemin arkadaşının torunu idi. Güreşlere katılmadan önce el öpmeye gelmişlerdi. Kısa zaman içinde o geliş gidişlerde sevdik birbirimizi. Fatma Meşe de en yakın tanığımızdı.
Beni istemeye geldiklerinde, ağacımın en uç dallarının arasına gerdiğimiz çadır bezinin altında takıldı yüzüklerimiz pehlivanlar başı Koca İsmet’ le.
İsmet’i de meşem kadar çok sevdim. Dedeme güvendiğim kadar güvendim. Çok sevdim, güvendim ama evlenmek nasip olmadı, sevdiğim adamı bir güreşe giderken trafik kazasında kaybettim.
Çok sevmenin kalbe zulüm olabileceğini, içtenlikle güvenmenin en derin yarayı bırakabileceğini İsmet’le öğrendim. Bir daha da o iki duyguyu kalbime sokmadım.
İçine girdiğim yas hâli kalan hayatımın tümüne yansıdı dersem yalan olmaz. Üzülmesin diye dedeme bir şey anlatmaz, hüznümü ağaç kardeşim ile paylaşırdım. Dallarına kedi gibi tırmanıp geri inmeyi bilmezdim. Dertleşirdik, ağlaşırdık ve konuşmadan anlaşırdık.
Adım Deli Fatma’ya çıktı çıkacakken hayattaki tek dayanağım olan dedemi de kaybettim. Arkamdaki ulu dağ gidince onun bu dik ve sarsılmaz duruşunun bana bir emanet olduğunu düşünüp kendime geldim.
Bana ağacı, kuşu, böceği, çiçeği sevmeyi, tabiata saygı duymayı öğreten, merhameti ile beni kucaklayan, bilgeliği ile yoldaşım olan dedemi, elleriyle dikip adını koyduğu ve ahretliğim ettiği meşemin altında yıkadılar ve kefenlediler. Ciğer kavrulmasının ne demek olduğunu da dedemin öbür âleme göçmesi ile öğrenmiş oldum.
Vefatından önce bana bıraktığı mektubun sonunda şöyle diyordu:
Rüzgâr kökünden sökeceği ağaca önce tatlı tatlı eser yavrum bunu hiç unutma. Kavuşacağımız güne kadar geçen zamanda tüm rüzgârlar senden uzak olsun.
Bugün esen o tatlı rüzgârı hissedince, benden önce ahretliğim Fatma Meşe’yi kökünden sökmesin diye sırtımı ağacıma yasladım ve emanetine karşı görevimi yaptım.
Ben de sevdiklerim gibi bu fani dünyadan bedenen ayrılacağım ama kardeşimin koca gövdesine sarılan, dallarına çıkan, dertleşen ve onu koruyan ruhum hep buralarda olacak merak etme dede.
Hem daha çok İsmetler, dedeler, Fatmalar görecek bu meşe.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir