????????????????????????????????????
Josef Kılçıksız

KENDİ KUMUNA KIRGIN NEHİR

“Nerede kaldın Hanna kaç zamandır gözüm kapı kirişlerinde, boynuzları öne eğik boğalar tepiniyor içimde, duvardaki resimden delici bakışlar fırlatıyor Che.

Ölüm insanı eksiltmez Hanna. Hele hele birini ölümü unutacak kadar seversen hiç eksiltmez.
Duydum ki intihara kalkışmışsın. Ölerek birine katılmazsın Hanna, sadece onu beklemeyi bırakırsın.”
Hanna’nın kendini sularına bıraktığı nehir evlerinden birkaç kilometre uzakta, avını sindirirken kıvrılan bir piton yılanınca akarken, bugün gri, yarın muhtemelen mavi ya da kırmızı olacaktı. Yeni güneşler doğup batacak, fetihler ve yenilgiler, inşa ve yıkım birbirini takip edecekti.
Hanna yola çıkmazdan önce Armin’in gözü gibi baktığı kuşları ya uçup gitsinler ya da dönüp ölsünler diye kafesinden salıverdi.
Geçtiği yollar boyunca sıralı, sıvaları dökülmüş duvarların çoğunda Armin ve yoldaşlarının yazılamaları okunuyordu:
“Mollaları Kendi Cehennemlerine Gömeceğiz. Yaşasın Özgür İran…”
Dalgıçlar Hanna’yı bulduklarında, kanat çırpınışına rağmen yükselemiyordu nehrin kıyısına tünemiş kuşlar; adeta kurşun taşıyorlardı taşlıklarında.
Ambulans gelmek bilmiyordu. Nihayet geldi. İlk yardımı yapan görevliler Hanna’nın gözlerinden kırgın bir nehrin akmakta olduğunu fark ettiler, böğrüne atılan taşı hiç unutmamış bir nehir…
Doktorun biri, beyhude bir geminin Hanna’nın gözlerini yüzerken çocukluğunu, annesinin mertekte bir bez bebek gibi sallanmasına benzer ölümcül oyunlara taşıdığını fark etmişti.
Başında toplanan kalabalığın uğultusu, mutfak el bezine sarılı sıcak bir tuğla gibi geçen çocukluğunu, babaannesinin kıssalarını hatırlatıyordu. Yorganların altında, altına işeten korkuları savan hikâyelerdi bunlar.
Babaannesi Hanna’ya, gece asla tamamlanmasa da içimizde her zaman uyanık bir rüyanın olduğunu, her acının sonunda mutlaka açık ve aydınlık bir pencere olduğunu, gözyaşlarının kalbin taç yaprakları olduğunu, hayatta tesadüflerin değil de yalnızca randevuların olduğunu, umudun ilk çiçekler için eriyen karın içine gizlendiğini, gökte uçurumların olmadığını ve annesinin onunla göğün rengine yakışan uçurum uğultulu kelimelerle konuştuğunu söylerdi.
“Kendini bir çukurun dibinde, sessizce çığlık atan susmaların içinde yalnız hissettiğini biliyorum. O çukurda bir şey birikmez Hanna. Hayatla kurmalısın en güçlü bağlarını. Beni biriktirdiklerinden saydığını bildiğim için bunları söylüyorum sana.
Kaynağını sende bulan bir üzüntü içindeydin hep. Bu hüznü daha çok küçük yaşta olduğun fotoğraflarda bile görüyordum. İnan, sana çok benzediği için bu hüzne ismini bile verebilirdim.
Bu şehri, gözlerinden taşralı bir şeyler taşıran bu nehri neden hiç sevmediğini biliyorum Hanna. Oysa yüzü, akan dereye ve karşı dağa dönük, bahçesinde dut ağaçları olan bir ev düşlemiştik.
En temiz hatıralara yakın olan beyaz dut ağaçlarını her andığımda, kendini yaşarken dut fidanı, kendini aşarken kayın ormanı olmuş insanları hatırlarım.”
Armin’in bindiği botu alabora eden nehir Batı’ya doğru uzanırken sivri kayalara, alüvyonların tortularına çarpıyor sonra vadiye doğru inen çok uzun bir kavisle orada boğulup irili ufaklı birçok şehirde yeniden ortaya çıkıyordu.
Nehir önüne kattığı acıları, ölümleri, ayrılıkları, yarım kalmış hikâyeleri, yitikliği ve aşk süprüntülerini en çok, yıllar sonra karşılaştıkları o şehre sürüklüyordu.
O gün ülkede akşam çok çabuk çöktü. Güneş dağın arkasında kaybolur kaybolmaz köylüler vahşi hayvanlardan korunmak için odun ateşleri yaktılar ve çocuklar ciyaklayarak kulübelerine döndü.
O ülkede çocuklara hırçın nehirlere ve vahşi hayvanlara karşı dikkatli olmaları adamakıllı öğretilmemişti.
“Kendini suçlamaktan vazgeç Hanna, işlerin buraya varacağını ikimiz de bilemezdik. Bu şehre, evliliklerden, boşanmalardan ve kalp kırklıklarından bir aşk romanının ortasından fırlayarak gelmiştin.
Beni arayıp ‘sadece sesini duymak istedim’ demiştin.
Yıllar sonra sesin, suya karanlıkta sessizce ulaşan kökleri gibiydi bir incir ağacının; tınısı öldürüyordu beni.
Ne söyleyeceğini bilmiyordun. Sonra kelimeleri toparlayıp, ‘bana kendi suretinde yeniden şekil ver, şeklimi öylesine çarpıt ki senden sonra hiç kimse bu derin aşkın sebebini anlamasın’ demiştin. Meğerse hepsi sözün sihirli büyüsüyle beni yolculuklara çıkardığın zamanların hikâyeleriymiş.”
Hanna aşkın, evrenin boşluğuna, gezegenlerin devasa karanlıklarda yalpalamasına, yörüngelerindeki sarsılmaz dönüşlerine, onların acısına karşı sessiz ve çıldırtıcı kayıtsızlıklarına dayanmak için yaratıldığına inanırdı.
Aslında bir dönemeçten sonra aşk da teselli etmiyordu, boşlukları doldurmuyor, Tanrı eksikliğinin yerini tutmuyordu.
Hanna ülkeden çocuğuyla birlikte ayrılmayı başarmış ve Paris’e gelmişti.
Armin ise birkaç defa kaçmaya yeltenmiş sonunda Devrim Muhafızları tarafından yakalanarak günlerce sorgulanmıştı.
Sorguda acı inleyecek, çığlık atacak kadar dayanılmaz hale geldiğinde tüm bedenini, kafasını ve içindeki düşünceleri ezmeye başlıyordu.
Ardından Hanna’ya kavuşacağının umuduyla ince bedenini, kafasını terk edip sevmenin henüz bilinmeyen bir mutluluğunda kayboluyordu.
Acının çıktığı aralıktan yine de kanamaya devam ediyordu gövdesi. Kanama sürüp gittikçe artık acı çekmiyordu ya da artık buna acı değil ölüm deniyordu.
Bir tek aşk ve devrim onu cinnetin sınırlarında rahatlatıp, kaderinin efendisi olduğu egemenlik alanlarına taşıyordu.
Hanna sevdiği adamı cezaevinde bırakıp Paris’e gelmiş ve birkaç yıl bekledikten sonra artık dayanamayıp varlıklı bir Fransız’la yaşamaya başlamıştı.
Armin gözlerini memleket fırtınasının kalbindeki burgaca dikerken, kapıları açılır açılmaz yeniden kapanan hapishanede, zincirini çekerek koparamayan bir hayvanın hırçınlığı içinde debeleniyordu. Salıverildikten sonra insan kaçakçılarının yardımıyla ülkeden ayrılmayı başarmıştı.
Derme çatma bir bota binmeden önce son bir defa konuşmuştu Hanna’yla. Onun biriyle birlikte yaşadığını öğrendikten sonra zamanın önce nasıl hızla aktığını, sonra yavaşlayıp ivmesinin düşüşünü, işe yaramazlığını, buna rağmen ona katlanmak zorunda olduğunu öğrenmişti. Bu, bir bakıma ölmeyi öğrenmekti.
Bunu öğrendikten sonra ilişkilerin dikiş tutmazlığını, köksüzlüğün yaralarından sızıp duran şeylerin ruhta birikerek nasıl da içsel patlamalara yol açtığını anladı.
“Hayatımın artık bir hikâyesi yok Hanna. Bir merkez, bir yol yok. Birinin orada olduğuna ve bizi beklediğine inandırıldığımız geniş evler ve hoş geldin diyen bir memleket yok, artık hiç kimse yok.
Oysa aynı yaranın buluşturduğu insanlardık. O yürüyüşleri, sloganları, dayak yemeleri, mahkemeleri ve buhar saçan ağızlarımızla duvarlara ‘Tek Yol Devrim’ diye yazdığımız eylül gecelerini ne çabuk unuttun?
Bu terk edil, bu yalnızlık vahşileştirir insanı Hanna. Yaşamın öncesindeki vahşiliğe fırlatır. Sen de tanırsın onu; sık bir ormanın kalbinden geleni, zaman kadar eski olanı tanırsın. Yaşamın kendisinden hem ayrı hem ondan ayrılamaz olanı; kaybetmeye ve mülksüzleşmeye karşı duyulan korkuyu tanırsın.
Biz birbirimize mollalardan daha acımasızdık.
Gecede hayvan çığlıkları kadar, herkesin, senin ve benim ve köpeklerin çığlıkları kadar muazzam bir vahşeti, Pontus Pilatus’un Mesih’e, Firavunların Musa’ya ve Nazilerin Yahudilere reva gördükleri mutsuzluğun en şiddetli olanını reva gördük birbirimize.
Duydum ki, saçlarını, kılık kıyafetini, gittiğin yerleri, dertlenip kahkaha attığın insanları değiştirmişsin. Geride bırakmaya başlamışsın eskiden bir doğum lekesi gibi yanından ayırmadığını.
Şimdi her şey ne kadar da önemsiz, gördün mü? Bu elbiseler, bu pembe şapkalar ve bu altın ayakkabılar ne kadar da önemsiz.
Bir türlü anlamıyorum; masumiyetin nasıl da kendi onurunu lekeleyebildiğini.
Sizin oralara yeni bir yazın geldiğini söylüyorlar. Bak güller, parkın bittiği çalılıkların orada mahzun.
Bazen hayatları boyunca kimse tarafından fark edilmeden birkaç gün etrafa rayihalar saçarak öylece durur, sonra solarlar. Özellikle senin tarafından görülmedikleri için solup öldüklerini biliyor muydun? Güllerin sessizce solup öldüklerini fark etmediğimiz için bu kadar yalnız olduğumuzu biliyor muydun Hanna?”
Hanna varlıklı kocasıyla zaman zaman katıldığı partilerde bu göz kamaştırıcı çürümeden, bu yersiz ve gereksiz eşyadan söz ederken etrafında bir gürültü çemberi oluşuyor göz göze değmiyor, kulak kulağı duymuyordu. Ne zaman ki nehri geçerken boğulan adamın yüce zarafetinden ve o zamana kadar çalılıkların arasında saklanan ve birdenbire gün ışığına çıkan ve üzerinde elmastan bir hâle taşıyan o beyaz tenli gülden söz ettiğinde ağlamaklı oluyordu herkes.
“Artık bizi eski birer anı olarak görmene mi kederleneyim, kendini bu insanlar için paralamana mı?
Ben seni ve devrimi o kadar çok sevdim ki sen de beni sevmek zorunda kaldın. Senin de beni arzulamanı sağlayacak kadar çok arzuladım seni.
Hatırlıyorum, sanki aşkın ve ihtilalin hacminde yapılmıştı karşılaştığımız şehir. Sen de adeta benim bedenimin ve ruhumun büyüklüğüne göre yaratılmıştın.
Açtım o zaman; özgürlüğe ve masumiyete olduğu kadar, aldatıya, yalana, masala ve ölüme aç.
Biliyordum Hanna gün gelip yalnız kalacağımızı; o gecenin sonunun gelmeyeceğini biliyordum.
Şimdi karanlık dipteyim ve artık gün doğmayacak kimsenin üzerine. Biz ikimiz tek kanatsak dip bir başına diğer kanadı karanlığın. Işığın içimi aydınlatırdı oysa.
Tüm iyi niyetlerimizle, vakurca tutacağız ölen günün yasını ve geçip giden güne ağlamaktan başka yapacak bir şeyimiz kalmayacak.
Zaman geçecek, yalnızca zaman ve zamanı gelecek; artık bizi birleştiren şeyin adını bile koyamayacağımız bir an.
Ve bir gün gelecek yavaş yavaş hafızamızdan silinecek tüm isimler.”
Armin dipteyken kendini görünür olma hali taşıran bir akarsuyun kıyısında görülebilir olmadıklarını düşünen insanların arasında gördü.
O insanların duyulması mümkün olmayan ağlamalarını ve susmalarının gizlediği çığlıkları duyuyor, bakışlarının sakladığı anlamları anlıyor ve tüm okunaksız küçük hecelerini bir araya getirip onlardan okunaklı bir cümle yaratabiliyordu.
“Neyse ki dipte saçların deniz yosunları kadar uzun artık, neyse ki ağzı sıkı sıkıya kapalı bir istiridye gibi duran o doğum lekesini kazıyamamışsın sol memenin altından.”
Ardından dipten yüzeye çıkıp Hanna ile el ele tutuştu. Hanna’nın o ele dokununca hissettiği ölüm soğukluğunu ambulanstaki hemşireler de onun ellerinde hissetmişti.
Armin için kenarına su içmeye gittiği bir nehirdi zaman; içerken kumlu dibini görüp sığlığını keşfettiği bir nehir, zayıf akıntısının geçip sonsuzluğun baki kaldığı bir nehir.
Dipte akmayan zamana rağmen yüzeyde mevsimler değişmiş, dağ başlarındaki karlar erimiş, beyaz kardelenler açmış, leylekler söğüt başlarındaki yuvalarına dönmüş, yamaçlardan doğan dereler coşup yeşil vadiye çamurlu bir su akıtmaya başlamıştı.
Bütün bunlar olurken dünya yuvarlak olmaya devam etti. Zaman, kayan bir yıldız hızıyla ilerlerken, bazı yüzlerin izlerini bellekten silmek mümkün olmuyordu.

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir