toplanti-yoneticisi-secin
Şebnem Gürler Oakman

SÖNÜK

Benim de insanları sevebileceğimi, onlarla güzel ilişkiler kurabileceğimi düşündüğüm zamanlar oldu elbette. Ezelden beri böyle ruhsuz değilim. Hani romanlarda, filmlerde olur ya, saygı ve sevgi temeline dayalı, hoşgörü ve anlayış ekseninde inşa edilen ilişkiler, bir zamanlar bunlara iyiden iyiye inanırdım.

 

Gel zaman git zaman yaş aldım, ev-lendim, iş-lendim. Otobüste, dolmuşta yanımda oturanlar benimle konuşmasın, diye uyur taklidi yapmaya, yeni insanlarla tanışmayayım diye aldığım birçok daveti geri çevirmeye, karım alışverişe gittiğinde evde yalnız kalacağım için sevinmeye, eşi dostu arayıp sormamaya, mecbur olmadıkça konuşmamaya başladım. Ne zaman ve nasıl oldu da bu davranışları kırk yıllık halimmiş gibi benimsedim, hatırlayamıyorum.
Bu sabah apartmandan çıkarken bir genç gülümseyerek selam verdi bana, neşeyle “Günaydın” dedi.  Ne yapacağımı bilemeden yere baktım, mırıldanır gibi bir “Merhaba” çıktı ağzımdan.
Genç yürüdü gitti. Ben durup, yıllardan beri ilk defa kendime, Oktay Eğrilmez’e dışarıdan baktım. Bu dünya üzerinde kırk yedi yıl, beş ay, üç gün geçirmiş, iktisat tahsili görmüş, yirmi üç yıldır özel bir şirketin muhasebe departmanında çalışan, yirmi bir yıldır evli, on dokuz yaşında bir kız çocuğu sahibi, saçları alın bölgesinden açılmış, hafif göbekli, hiçbir hobisi, özel yeteneği olmayan, oturduğu evi kredi ile almış, hâlâ borç ödeyen, kolesterolü sınırlarda gezen ve bir “Günaydın” ı esirgeyen bu adama…
Şimdi, şehrin gitgide azalan parklarından birinde oturuyorum. İşe gitmedim. Ekipteki kızlardan birini, -sevimli, cana yakın, çalışkan Şeyda- aradım. Neden onu aradım? Kendime itiraf etmekte zorlansam da o kızla konuşmak bana çok iyi geliyor, evet durum bu, bana iyi gelen tek şey bu hatta… Şeyda’nın sesini duyunca içime bir sıcaklık yayılıyor, uzun zamandır hissetmediğim, artık unuttuğum o kıpırtı.
Hasta olduğumu söylediğimde üzüldü kızcağız, “Hayırdır Oktay Bey, siz pek hasta olmazsınız, önemli mi?” diye, merakla sordu. “Yok” dedim “tansiyon işte, bir kontrol ettireyim kendimi, gece fenalaştım. Siz aynen devam edin, genel müdürlük raporları bekler cumaya. Sen arkadaşları koordine et, göreyim seni.”
Göreyim seni mi? İlk defa böyle konuşmuştum Şeyda ile. Kız üç yıldır benimle çalışıyor, gördüğü hep donuk, mesafeli Oktay Bey.  Benden böyle bir laf duyunca şaşırmıştır herhalde, hoşuna da gitmiştir kesin. “Yapmaz mıyım Oktay Bey, siz hiç merak etmeyin” dedi, cıvıl cıvıl. Bu kız, bendeki yaşam coşkusu eksikliğinin panzehri sanırım. Yirmi yaş genç ve bekar olsaydım, diye düşünürken yakalıyorum kendimi. Yok artık!
İyi de Şeyda şimdi ne yapacak? Hemen motive olup kendisine bahşedilen yönetim gücünü kullanmak üzere talimatlar vermeye mi, başlamıştır acaba, yoksa Oktay Bey kafayı yedi, diye dedikodu yapmaya mı?
Nuran’a işe gitmediğimi söylemedim. Kendisi yirmi bir yıllık karım olur, ben çıkarken uyuyordu, uyandırmaya gerek görmedim. Sabahları uyumayı çok sever; fosur fosur, kıpırtısız uyur, çıktığımı bile duymaz ve her akşam ne kadar uyku sıkıntısı çektiğini, uykusunun ne kadar hafif olduğunu, bütün gece gözünü kırpmadığını anlatır durur. Bütün hastalıklar vardır Nuran’da. Dizleri ağrır, başı ağrır, kansızdır, midesi hassastır, kabızlık çeker, boğazı pek sık şişer, ayağına kramp girer, sinirsel tikleri vardır ve sayamadığım daha birçok şey… Daha kötüye gitmez, sızlanacağı bir kıvamda durur hastalıkları. Nuran hep mi böyleydi, yoksa sonradan mı oldu, bunu da hatırlayamıyorum. Bugün böyle ya, ötesi mühim değil. Sorgulamaları ve geçmişe dönük analizleri çoktan bıraktım.
Benim sevgili karım üniversite okumak istemiş ama dediğine göre imkânı olmadığından istediği gibi bir okul kazanamamış, annesi uzaklara gitmesini istememiş, neticede kendisine bağlı olmayan birçok sebepten okuyamamış. Nuran’ın hiçbir sorunu, başarısızlığı kendisi ile ilgili olamaz zaten. Başkalarını, hayatı, koşulları, hiçbirisi olmazsa kahpe feleği suçlar, böyle zamanlarda yüzünde beliren garip tebessüme şaşkınlıkla bakarım. Acı kadere göz kırpar, kendince onunla dalga geçer karım. Gülünecek ne var ki Nuran, diye sormak isterim, ağlamak mı istedin yoksa?
Nuran, bizim sokağa taşınan teyzesinin yanına kalmaya geldiğinde dikkatini çekmiş annemin. Okulu bitirmiştim ya, evlenmeliydim artık, annem başımı bağlama telaşı içindeydi. Namuslu, temiz bir ev kızıydı Nuran, evlenilecek kızdı. Eli yüzü de düzgündü. Durmadan Nuran’dan bahsedip duruyordu evde. Kafasına koymuştu annem, alacaktı bu kızı bana. Benim kendi başıma kız bulacağım yoktu…
Nuran’ın ela gözleri vardı, sabah sabah boyanırdı bakkala giderken. Çiçekli elbiseler giyerdi, topuklu terlikler, halhal takardı bir de. ‘Ayağında gümüş halhal’ şarkısını dinler, Nuran’ın ayak bileklerini hayal ederdim. Evlenmenin ne olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Çiçekli elbiseler, pembe rujlar, topuklu terlikler olacak sanıyordum, gülümsemeler, ela gözler…
Okul yıllarında âşık olduğum, kara sevdası ile kavrulduğum Canan, memleketine dönüp zengin ailelerden birinin oğlu ile evlenince ne olduğumu şaşırmış, aşk meşkle işimi bitirmiş, anacığımın kucağına sığınmıştım. Terliklerini şıpırdatarak gezen cilveli Nuran’dan iyisini mi bulacaktım? Ayak bilekleri de inceydi üstelik. Anam da sevdiyse olsun bitsindi bu iş.
İyi, demiştim anneme, Nuran–Oktay yazsın arabanın arkasında, olsun bu iş. Kına gecesi de yapın, düğün de, bohçalar hazırlayın, hamam takımları filan… Yüzgörümlüğü de takılsın Nuran’a. Pembe rujunu sürecek mi acaba düğünde diye sormamıştım, onlara bırakmıştım her şeyi. Az konuşmam o zamanlar mı başlamıştı acaba? Kadınlar harıl harıl çalışmışlardı, düğünler kadınlara aitti ne de olsa, ben figüran olarak rolümü yerine getirmiştim.
Nuran’ın gözlerinin ela olduğunu o kadar uzun zamandır düşünmemişim, şaşırıyorum bu sabah bunu hatırladığımı fark edince. Gözlük takıyor şimdi. Gözlükle makyaj yapılmıyor diye dertleniyor. Gözlerine bakmadım ne zamandır.
Her şeyimiz Nuran’ın. Evimiz de. Evler kadınlara aittir zaten. Bu sabah evden çıkarken ne kadar huzurluydum, bana ait olmayan bir yerden uzaklaşmanın rahatlığı. Ev günden güne büyüyor, eve girenleri belleğime kaydetmeyi çoktan bıraktım. Kartlarım, karımın ve kızımın elinde, sürekli alıyorlar.
Nuran “Ne gördüm ki bu hayatta?” diyor, “istediğim hiçbir şey olmadı, bırak da iki çul çaput alayım. Gözüm gönlüm açılsın.”
Yatak odamızdaki tuvalet aynasının önü; kremler, tokalar, ojeler ve daha birçok birbirine benzeyen kutular, tüplerle dolu. Gardırop; elbiseler, etekler, bluzlar, şallar, fularlar, kemerlerle, portmantonun rafları türlü türlü ayakkabıyla dolu. Gece ayakkabıları, spor ayakkabılar, utanılacak yere giyilecek ayakkabılar, çarşıya pazara giyilecekler. Hepsi birleşip bulanıklaşıyor gözümün önünde. Nuran çarşıya pullu elbise, topuklu ayakkabı giyse ayırt edemez hale geliyorum.
Mutfak da dolu, yemek yerken üstüme üstüme geliyor eşyalar; mutfak robotları, çay, kahve makineleri, fritözler, dondurucular, ısıtıcılar… Mutfak dev bir canavar oluyor, kırıyor, sıkıyor, kaynatıyor, katliam yapacak yakında…
Salon çıfıt çarşısı, büyüklü küçüklü biblolar, tablolar, yapma çiçekler, gerçek çiçekler, sehpalar, örtüler… Bir mağazadayız, fiyat etiketleri görüyorum eşyaların üzerinde.
Ana kız dizi seyrederler bazen, Dilara telefonuyla uğraşmaya ara verdiyse o da. Oyuncuların giysilerinden, ayakkabılarından, saç modellerinden söz ederler, alınacakların planlarını yaparlar.  Bir süre sonra dinlemez olurum, el ve yüz hareketlerini izlerim sadece.
Dilara’yı almak, dışarı çıkmak isterim böyle zamanlarda, deniz kıyısına götürmek, nefes almak, aldırmak… Tembellikten, bezmişlikten yapmam, yapamam. Yatarım, uyuklarım. Gazeteyi okurum satırı satırına, gazete alıp okuyan az sayıda insandan biriyim, evet. Okuyorum, üçüncü sayfa haberlerine, ölüm ilanlarına varınca.
“Yarın ne yemek yapsam?” diye sorar bazen Nuran.
Ahmet ve Handan falancanın dedeleri, Murat ve Ayşe falancanın amcaları merhum Hasan feşmekan…
“Sen bilirsin, ne olsa yerim” demem sinirlendirir Nuran’ı. Her seferinde şaşırırım sinirlenmesine. “Adını koy bir kere de, bıktım ben karar vermekten.” Söylenir durur sevgili karım.
 
…Hasan feşmekan Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi öğlen namazını müteakip…
Söylenen karımı bırakıp yatağa giderim, uykum kaçmış olur, tavana bakarım.
 
Nuran Eğrilmez’in eşi, Dilara Eğrilmez’in babası Oktay Eğrilmez elim bir kaza sonucu…
Dilara dizi bitince bilgisayarının başına gider hemen. Saatlerce kalkmaz.
“Ne biçim babasın, izlesene biraz şu kızı, ben anlamam bu meselelerden, sen işte kullanıyorsun… Kimlerle ne konuşuyor bu kız internette? Çok meraksızsın Oktay.” Meraksızım Nuran, evet.
İşin tuhafı, Nuran bana söylendikçe ben ona acırım. Yüzü buruşur sıkıntıdan. Yaşamının tüm mutsuzluğunu, bana kusar. Seni anlıyorum Nuran ama anlamam bir halta yaramıyor işte.  Sen de mutsuzsun ben de. Ayrı kulvarlarda yaşıyoruz mutsuzluğumuzu. Ondan bu sıkıntı.
Naciye ve Hasan Eğrilmez’in oğulları Oktay Eğrilmez’in ani vefatı eş, dost ve yakınlarını elem ve kedere boğmuştur. Yakınlarına başsağlığı, merhuma Allah’tan rahmet dileriz.
Acaba Şeyda ne yapıyordur şimdi? Halledebilir mi işleri? Cuma’ya raporlar yetişmezse Meltem hepimizi topa koyar. Kendimden on yaş küçük bu kadının kölesi olmuş durumdayım. O da işini yapıyor biliyorum ama herkesi o kadar küçük gören, tepeden bakan bir hali var ki… Kocasından ayrılmış geçen sene, e tabi kocayı çeker mi bu kadar başarılı, hırslı kadın? Güzel mi? Güzel mi değil mi diye düşünemiyor insan, öyle yoğun bir hırs, öyle yoğun bir güç isteği ile sarmalanmış ki kadın değil de bir robot var gibi hissediyorum karşımda. Oysa o mini etekler, siyah çoraplar, dar gömlekler seksi olmalı, heyecan yaratmalı değil mi? Yarattığı tek duygu başımdan bir an önce gitmesi için duyduğum arzu.
Şeyda’ya sormuş mudur Oktay nerede diye? Şaşırmış mıdır, yıllardır hiç hasta olmayan adamın birden hastalanmasına? Yok canım, onun tek derdi cuma gününe yetişecek raporlardır. Ben muhasebe işleri yürüyor diye ellemediği nadir insanlardan biriyim. Yoksa oraya da yeni yetme yıldızlarından koyuverirdi. Hoş, o yıldız gençler muhasebe işi yapmak istemiyor, o da var. Oktay orayı götürüyor işte, kuruş şaşmaz hesaplar.
Çelik kadın Meltem’in geçen sene nasıl da çorabı kaçmıştı? Aklıma o gün geliyor. Salınıp duruyordu departmanda farkına varmadan. Kızların kıkırdayıp aralarında fısıldaşmasından anlamıştım bir gariplik olduğunu. Bacağının arkasındaki kocaman kaçığı görünce güleceğim gelmiş, zor tutmuştum kendimi. Kadın, güzelliğinden, zekâsından, başarısından emin dolanıyor, bir şeyler soracağı zaman insanların masalarına oturuyor, bilgisayarlarına eğilirken bluzunun açılmasını umursamıyor, eksik olduğuna inandığı bir şey bulduğunda fırçası basıyordu. Kadından usanmış olan bütün departman çorabındaki kaçığı görünce kötücül bir sevinç duymuştu, rezil olmasından mutlu oluyorlardı.  Arkasından bakıyor, gülüyor, kaçığı işaret edip eğleniyorlardı.
Dediklerine göre sekreteri Sibel yanında taşıdığı yedek çorabı vermişti kadına. Oysa kızcağız ne fırçalar yemişti bunca yıldır? Camlı bölmesinden çıkıp ‘Sibel’ diye az mı gürlerdi.
Meltem mecburen kıyafetine hiç uymayan çorabı giymiş, huzursuzca dolanmıştı ofiste, cakası bozulmuştu bir kere. Herkes dalga geçerken Şeyda acımıştı kadına, her kadının başına gelebilirdi bu iş, biraz anlayışlı olmak lazımdı. Kızlar konuşurken kulağıma çarpmıştı Şeyda’nın bu merhametli sözleri.
İnsanları sevmeyi, onlara yakınlık duymayı çoktan bırakmıştım dediğim gibi. Ama Şeyda’ya karşı kalbimde bir sıcaklık var. Onun Pamuk Prenses veya Külkedisi gibi temiz bir yüreğe sahip olduğunu, bu çağa ait olmadığını, beyaz atlı bir prensin onu bu sıkıntılı dünyadan kurtaracağını hayal ediyorum zaman zaman. Dilara duysa bana kızar, “Neden kadınları erkekler kurtarmak zorunda, o masallara sinir oluyorum,” der kesin.
Şeyda, yoksul bir ailenin, okumuş tek ferdi. Ailesine destek olduğundan, kendisine pek para harcayamıyor, üstünden başından anlaşılıyor. Saygılı, kibar, çalışkan, bir türlü atamadığı hafif bir doğulu şivesi var. Şeyda kızım Dilara’ya hiç benzemiyor.  Dilara özel üniversiteye gidiyor, bir giydiğini bir daha giymiyor, konuşması çok güzel ve hiç fırça yemiyor. Moda tasarımı okuyor, kendi işini kuracakmış.  İşimi ruhsuz buluyor, beni de sönük. Annesini ise pasif agresif. O ikimizden farklı bir yere gitmek istiyor. Yolun açık olsun Dilaracım! Şeyda bir yerlere gidemiyor, onu tek derdi olduğu yerde kalabilmek, hata yapmadan, işten atılmadan maaşını almaya devam etmek. Nereye gidecek ki?  Her şeye rağmen sıcak, umutlu, şefkatli Şeyda.
Bazı anlar bildiğimiz şeyleri içselleştirmemizi sağlıyor. Sabah bana gülerek selam veren genç ve Şeyda’nın merak etmememi söyleyen cıvıltısı… Onlardaki yaşamsa bendeki yaşamın antitezi! Bu dünyadaki süremi dolduruyorum.
Oktay Bey, Dilara Eğilmez’in sevgili babası, Nuran Eğilmez’in değerli eşi amansız hastalığın kurbanı olmuştur, cenaze namazı öğle namazını müteakip…
Park kalabalıklaşmaya başlıyor. Aman yanıma kimse oturmasın. Gazetem de yok açıp okuyayım. Bebekleri gezdiren bakıcılar, bastonlu dedeler, yürüyüşe çıkan balık etinden hallice hanımlar…
Ne yapacağımı bilmiyorum.  İşe mi gitsem acaba?  Beni ancak iş paklar. Telefonum çalıyor ısrarla. Nuran!
“Oktaycım, iyi misin? “Uzun zamandır duymadığım bir heyecan, merak var sesinde.
“İyiyim, ne oldu ki?” diyorum farkında olmadan gülümseyerek.
“Yönetimden aradılar, asansör bakım parası ödenmemiş. Cebini açmıyorsun. Ofisini aradım. Kızın biri Oktay Bey’in tansiyonu fırlamış, hastanede, dedi. Deliye döndüm. İnsan aramaz mı? Ben de gelirdim seninle hastaneye. Oktay iyi misin sen? “Akşama paylayacak beni, şimdi merhametli…
Hadi parka gel Nuran, parkta oturalım.  Bu park biraz uzak, ama yürüyüver işte.  Gözlerini boya, pembe rujunu sür, halhalını tak. Fazla konuşmadan otur yanımda.
“İyiyim Nuran, merak etme, aslında hastanelik durumum yok. Yorgundum, dinlenmek istedim biraz. Akşama konuşuruz. Ben öderim asansörü. “Yine merhametli mi olacak, kızacak mi bu kez?
“Haa, işi kaytardın yani, pek yapmazsın böyle sen. Bak bak… Patronla başın belaya girmesin. Neyse, bak beni yine arattırma. Şu parayı öde. Yönetici olacak o aptalla papaz etme bizi. Eve gelirken Dilara’nın elbisesini al, kuru temizlemede, mor çizgili olan. Hafta sonu doğumgünü partisi mi ne varmış, oraya giyecekmiş. Unutma. Temizlik var evde, ben çıkmayayım.” Nuran normale dönüyor. Parka gelmeyecek tabii, gözlüklerini takıp evi inceleyecek, aman kıyıda köşede kir pas kalmasın.
İşe doğru yola çıkıyorum.
Kontrollerimi yaptırdım iyiymişim Şeydacım. Doktor turp gibi olduğumu söyledi, yaşıma göre dinçmişim.  Yakın zamanda ölmezmişim. Öğlen çıkarken beni de çağırır mısınız? Memnun olurum. Ruhsuz biriyim ben Şeyda, senden bir beklentim yok, kimseden bir beklentim yok. Sadece seni görmek ve sesini duymak yetiyor bana. O da olmasa elde var sıfır. İyilik ve masumiyet nedir, diye uzun uzun tartışılır ya, benim için her şey çok net. Ben iyiliği, masumiyeti, umudu, şefkati, yaşam coşkusunu sende buluyorum. Durumum bu!  Seninle iş dışında konuşsaydım, sana en sevdiğim şarkı ile seslenmek isterdim, Hep Böyle Kal.
 
Ofise giriyorum. Yüzüm asık, hasta rolü yapmayı planladım ama şimdi gerçekten hasta hissediyorum. Başım ağrıyor. Meltem ofisinde değil. Bizim kızlar harıl harıl çalışıyorlar. Aralarında Şeyda yok. Nerede? Gidip soramam tabii, tuhaf kaçar. Bir iki kişi hatırımı soruyor, geçmiş olsun dilekleri… Geçiştiriyorum onları. Masama geçiyorum. Gözüm Şeyda’yı arıyor. Yokluğu dokunuyor bana. İyice hasta hissediyorum.
Neden sonra Şeyda, Meltem ile yan yana giriyor ofise. Yüzü aydınlık, mutlu. Meltem hararetle bir şeyler anlatıyor ona. Beraber onun ofisine geçiyorlar, uzun uzun konuşuyorlar. Anlam veremiyorum duruma.
Şeyda yerine geçiyor, keyifli. Atkuyruğu yapmış saçlarını yine, yakışmış. Gözlerinin içi gülüyor. Bana yaklaşıyor. Önce nasıl olduğumu soruyor. İyiyim, diyorum kısaca. İçtenlikle gülümsüyor.
“Oktay Bey” diyor heyecanla. “İyi haberi önce sizinle paylaşayım. Meltem Hanım benim performansımı izliyormuş ve beğeniyormuş meğer, çok şaşırdım, üç beş sefer konuşmuşuzdur ancak. Genel müdürlükte, finans bölümünde bir pozisyon çıkınca beni önermiş. Potansiyeli yüksek, ilerleyebilecek bir arkadaş, muhasebede tıkanabilir, demiş benim için. Yanlış anlamayın, muhasebe işlerini seviyorum ben, sadece bir ara kariyerimde ilerlemek istediğimi söylemiştim Meltem Hanım’a. Unutmamış sağ olsun. Haftaya başlıyorum orada. Ani oldu biraz. Size de teşekkür etmem lazım. Bize çok emeğiniz geçti.”
“Hayırlısı olsun. Başarılar dilerim.” Ruhsuzluğuma uygun, her zamanki ses tonum. Sönük, donuk muhasebeci Oktay Bey gidecek olan elemanına başarı diler.
 
Ah Şeyda, hani hep böyle kalacaktın? Hani gideceğin bir yer yoktu? İyi, sevimli, masum Şeyda, demek yolculuk var önünde. Gideceksin, anlıyorum ama Meltem’e benzeme sakın! Beni boş ver, ben yuvarlanıp giderim ama sen farklısın, yüzünü hep güneşe dön, aydınlığını kaybetme.  Güle güle Şeyda!
 
“Cuma raporlarıyla ilgili sıkıntı var mı? Biliyorsunuz sorun çıkmamalı, eksiksiz hazırlanmalı. Öğle yemeğinden sonra üstünden geçelim. Bir buçukta toplantı odasında buluşalım, arkadaşlar.”
Uzun zamandır hissetmediğim duyguların alevi ile kavruluyorum. Yokmuş gibi, olmamış gibi yapsam da içim fokurdayan bir kazan şimdi. Hayal kırıklığı, hüsran, keder içindeyim. Ofise gelmemem, hasta olmuş gibi yapmam, tam da o gün Şeyda’nın gideceğini öğrenmem… Dağılmış, parçalanmış haldeyim, bilgisayarıma gömülmüş, çalışır gibi yapıyorum. Oysa içimden bilgisayarı camdan atmak geliyor, masaları, sandalyeleri parçalamak. Meltem’e bağırıp çağırmak.
Hiçbir şey yapmıyorum. Kızlar yemeğe çıkıyor, Şeyda pek neşeli. Yemekte biraz uzun kalıyorlar. Kutlama yemeği ne de olsa. Kızımızı genel müdürlüğe gönderiyoruz. Gururluyuz!
Geri geldiklerinde raporlara bakıyoruz. Her şey yolunda!
Akşamüstü işten çıkıyorum. Kuru temizleyiciden mor elbiseyi alıyorum. Asansör parasını ödemeyi unutmuyorum. Dip bucak temizlenmiş evimize gidiyorum.
Şirketimizin muhasebe müdürü Oktay Eğrilmez, geçirdiği ani kalp krizi sonucu hastaneye kaldırılmış ancak yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamamıştır. Ailemizin değerli bir üyesi olan Oktay Bey yirmi üç yıldır işine çok emek vermiş, büyük fedakarlıklar sergilemiştir. Sevgi dolu bir yuvası olan Oktay Bey’in eşi Nuran Hanım ve kızı Dilara, babalarının huzurlu ve sağlıklı bir yaşam sürdüğünü, sağlık kontrollerini düzenli olarak yaptırdığını, kalp krizini tetikleyecek bir durum olmadığını belirtmişlerdir. İş arkadaşları Oktay Bey’i çalışkan, disiplinli, prensipli olarak tanımlayarak kendisinin yeri zor doldurulacak birisi olduğunu söylemişlerdir.
 
 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir