HALK SÖYLENCELERİNDEN EVRENSEL EDEBİYATA ADNAN ÖZYALÇINER İVMESİ
1950 kuşağı yazarlarından Adnan Özyalçıner, öykü, roman, deneme, eleştiri, çocuk edebiyatı, inceleme-araştırma, derleme dallarında eserler vermiş, yazdığı kitaplar dışında gazetecilik, düzeltmenlik yaparak edebiyat ve yazar örgütlerinde aktif olarak görev almış, pek çok gazetecilik ödülüne de layık görülmüştür. Adnan Özyalçıner’in yalın dili, akıcı anlatımı, gözlemciliği yaşamın kendisi kadar doğallıkla yansımıştır öykülerine.
Halk deyişlerini, masalları, sözdizimlerini çok iyi bilmenin ötesinde; yaşamı, insanları, toplumu, toplumsal değişimi, kendi dünya görüşüyle harmanlayıp ustalıkla ortaya koyma şekli, yazın dünyasında Adnan Özyalçıner’i farklı bir noktaya taşımıştır. Öykülerinde rastladığımız masal izlekleri azımsanmayacak kadar çok olan usta edebiyatçı Adnan Özyalçıner, Doğan Egmont’un “Halk Hikâyeleri Dizisi” ne Âşık Garip ve Şah Senem’i çağdaş bir yorumla yeniden kaleme alarak dile ve edebiyata bir kez daha katkı sağlamıştır.
Adnan Özyalçıner, Âşık Garip ile Şah Senem’in öyküsünü yeniden ele alırken, Dr. Fikret Türkmen’in Âşık Garip Hikâyesi Üzerinde Mukayeseli Bir Araştırma (İnceleme-Metin) adlı kitabındaki ‘Metinler’ bölümünde yer alan ‘Destan-ı Hikâyet-i Kaksüd’ başlıklı yazmayı esas aldığının altını çizer. Fark ederiz ki titizlikle giriştiği araştırma inceleme çalışmaları; yeni oluşuma en fazla katkıyı, çağa uygun en doğru aktarımı sağlama çabasındandır.
Âşık Garip ile Şah Senem’in öyküsü; âşık kavramını, sözlü kültürü, halk hikâyelerini ve onların ozanlar aracılığıyla söylenegelme süreçlerini aklımıza getirir. Arkaik toplumlarda yazının bilinmemesi ya da yaygınlaşmaması, insanların kendilerini, belli bir sözlü anlatıyla ifade etme gereğini ortaya çıkarmıştır. O zamandan günümüze gelen pek çok edebi ürün bulunmaktadır. Bunların içerisinden belki de en anlamlı olan kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılan mitler, destanlar, efsaneler, halk hikâyeleri ya da masalsı anlatılardır. Eski Yunan’dan bize uzanan mitolojik öyküler, yazarların süzgecinden geçmiştir. Bize ulaşanlar, büyük çapta Homeros tarafından edebiyata uyarlanmış ve tek anlatıya indirgenmiş şekilleridir. Kuşkusuz edebiyatta da aynı özet öykünün başka başka yazarlar tarafından ele alınması olgusu vardır, ama gene de her öykü, tek bir kimliğe sahiptir.
Sözlü anlatılar, topluluk üyelerine kültür aktarımında önemli faydalar sağlar, nedeni, topluma özgü duygu ve düşünceleri yansıtırken insan davranışlarının anlaşılması adına önemli kaynak oluşturmasındandır.
Halk hikâyeleri, kahramanlık ve aşkın bir kahraman etrafında anlatıldığı türlerdir. Kutsallıktan, gerçekliğe geçen bu süreçte kahramanlar da çeşitli özellikleriyle dönüşüm ve değişimi yaşar. Kahramanların anlatı alanında toplum içindeki durumları, statüleri değişir. Edebi ve estetik açıdan taşıdığı motiflerle geçmişten günümüze kültürel yönden bağlar kurar. Dünyayı anlama, oluşum ve dönüşümleri açıklama çabalarının ardından destan çağında kendine bir yurt arayan kahraman, temel ihtiyaçlarını tamamladıkça insani duygu ve düşüncelere anlatılarda daha geniş ölçüde yer verir.
15. yüzyıldan bu yana, halk türkülerini ve belli başlı popüler halk hikâyelerini ezberlerinden anlatanlar, âşık diye adlandırılır. Âşıklar genellikle küçük taşra kasaba ve köy çevrelerinde doğarlar, göçebe ya da yarı-göçebe koşullarda yaşarlar, kendi ve diğer âşıkların bestelerini seslendirirler. Halka açık toplantı yerlerinde, kahvehanelerde, pazar yerlerinde, düğün merasimlerinde, sünnet törenlerinde ya da bir bey veya ağanın hazırlattığı özel bir evde sanatlarını icra ederler. Bu yerlerde âşıklar, sanatlarını, hislerini, hem de kendilerini tatmin ederler bu arada yaşamlarını idame ettirmek için para da kazanırlar. Halk arasında ozanlar mistik kişilerdir. Zamanla göçebe hayat şartlarından uzaklaşınca yavaş yavaş yerleşik hayatın âşıklarına dönüşürler. Âşıkların toplumda ortaya çıkmasından sonra, oluşan halk öykülerini üreten edebiyatta yeni bir kol türemiş, ezberden okunan anlatılar, öyküler, üç gece, beş gece, yedi gece ve hatta bazen dokuz gece sürmüştür. Her âşık, halk şarkısı tarzında ve omzunda asılı olan sazın eşliğinde bu geleneği tek kişilik bir oyunu sergilercesine sürdürmüştür.
Halk hikâyeleri, konularına göre kahramanlık ve aşk temaları etrafında şekillenmiştir. Kahramanlık hikâyeleri genellikle seyahatlerden, savaşlardan ve güçlü aşklardan bahsederken, aşk hikâyelerine baktığımızda, kahramanların cesaret ve güç anlamında üstün olmadıklarını görürüz. Sıradan insanların âşık olma hallerini, uğruna verdikleri mücadeleyi ve başlarından geçen maceraları anlatırlar. Halk hikâyelerinde bireyselleşme sürecini yansıtan kahramanlar aşkın ve sevginin peşindedir. Birey kahramanlar, çoğu zaman akıl, bilek ve yürek gücünü birleştirerek; ellerindeki sazları, dilindeki şiirleri hislerine tercüman olarak kullanmış ve aşkları için her türlü tehlikeyi göze almışlardır. Âşık Garip ve Şah Senem bu anlamda çok bilinen güzel bir örnek olarak karşımıza çıkar.
Sennur Sezer, 24 Ağustos 2014 tarihli Evrensel’de yazdığı köşesinden Âşık Garip ile Şah Senem’in yeniden kaleme alınışını şu sözlerle özetler:
“Ulu Tanrım, ya bu gece bana şairlik nasip et ya da hemen canımı al.”
Bu dua şairlere aylarca çıraklık ettiği halde söz ve saz sanatının özellikleri ondan esirgenmiş bir delikanlının duasıdır. Bir gün sonra şairler meclisine katılacaktır. Hangi mesleğe heves ettiyse, sabırsızlığından iki günde kapı önüne konmuştur. Şairliğe heves ettiğindeyse güzel yüzünün hatırına onu yanlarına alan şairler ona şiirle, sazla sözle ilgili en ufak bir iş vermemişlerdir. Şimdiyse önünde yaman bir sınav beklemektedir onu. Bir ucundan anlatmaya çalıştığım öykü Âşık Garip ile Şah Senem öyküsüdür. Halk öykülerinin en ünlülerinden olan bu öyküyü öykümüz ustalarından Adnan Özyalçıner yeniden yazmış. (Dr. Fikret Türkmen’in Âşık Garip Hikâyesi Üzerinde Mukayeseli Bir Araştırma adlı kitabındaki Destan-ı Hikâyet-i Maksûd başlıklı yazmayı yazdığı öyküye temel olarak almış.)
Âşık Garip adının da hemen ele verdiği gibi gurbete çıkmış bir şairdir. Uğruna şair olduğu güzel tüccar kızıyla evlenebilmek için para kazanmak zorundadır. O zamanlar şairler de bir ağa ya da beyin yanında barınmakta, onun adına yarışmakta, söz düellosu yapmaktadır. Bir varlıklının sanatçısı onun onurudur. Öykünün halk edebiyatı bakımından da divan edebiyatı bakımından da gerçeği sanat-patronaj ilişkisidir. Öykü bir anlamda ders vermek için çok zengin bir tüccarın bilgisiz ve saf oğlunun baba mirasını çarçur etmesiyle başlar. Gurbet yollarına düştüğündeyse anası onu her kervana soracaktır:
Gelişin nereden bezirganbaşı
Alıp sattıkların nere kumaşı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Gözlerimden oldum oğul diyerek…
Çocuklarımızın, gençlerimizin, halk edebiyatımızın masal ile öykü arasındaki bu ürünlerini bilmesi, onun insanlık tarihimizi öğrenmeye başlaması demek. Çünkü anlatı tarihi, insanın insan olma tarihinin bir aşamasıdır. Çocuklarımızın topraklarımızın ipekten yumuşak, çelikten sert insanlarını sevda öyküleriyle tanımaları, biraz da kendilerini tanıması demek. Biz de bu kitapla bellek tazelerken insanın insan olma serüvenindeki bir aşamayı tanıyacağız.
Türk halk hikâyelerinde âşık olma motifi önemli yer tutar. Âşık Garip hikâyesi de olaylar aşk etrafında şekillenir. Hikâyede kahramanlar olayın başlangıcında birbirlerine âşık olur. Başlarından geçen türlü maceralar sonucunda birbirlerine kavuşup evlenirler. Âşık Garip sevdiğine kavuşmak için çıktığı yolda kimseden yardım kabul etmez. Şah Senem için kırk kese akçeyi bulması gereken Âşık Garip’e önce arkadaşları sonra Şah Senem yardım etmek ister; kendisine bu paraları verebileceklerini, gurbet illere gitmemesini isteseler de, o, hem arkadaşlarının hem de sevdiğinin yardımını kabul etmez. Başlık parasını kazanmak için gurbete gider. Öykünün bundan sonraki kısmında kahramanımızın değişim ve dönüşümüne neden olan gelişmelere tanık oluruz. Öykü, çatışma, karşıtlık ve ikilikler üzerinden yol alır.
Adnan Özyalçıner’in öykülerinde gerçeklik kimi zaman karşımıza masal izlekleriyle, doğaüstü yaratıklarla ve olaylarla çıkar. Düşle gerçek, gerçekle gerçeküstü birlikte hareket eder. Biri önde biri geride kalsa da birbirlerinden kopmaz. Söylenceler, masallar onun öykülerine farklı katmanlarda katkı sağlar. Halk yaratısını göz ardı etmez, beslendiği kaynağı satırlarında duyumsarız:
“Beton Kırıklar” öyküsünde, kayalıklardaki dev kente yılgı salar.
“Uğultu” öyküsündeki dev, tepedeki kayalıklardan kente iri taşlar savurur. Devin gölgesi, kentin üzerine düşünce ortalığı karanlık kaplar.
“Taş” öyküsünde tepelerdeki kızgın dev yine varlığını sürdürür; kadın biçimindeki kayalardan aysız gecelerde ağlayıp dövünme sesleri yükselir.
“Çark” öyküsünde hem dişi, hem de erkek olan ikiyüzlü dev, gece yarısı, çırılçıplak soyunup zengin, yoksul bütün evlerin yataklarını, aynı anda dolaşır.
“Burjuva Ölüleri” Haliç’in sularında yoksul ölülerin yüzdüğü görülür.
“Son Tufan” da kentin dışındaki fabrika avlularında gemiler göze çarpar ve tufan yağmurları başlar.
Melih Erzen’in Adnan Özyalçıner’le yapmış olduğu röportajda sözlü edebiyatın, masalların, söylencelerin edebiyatta nasıl karşılık bulduğuna, yaratımı nasıl etkilediğine usta yazar vurgu yapar. Bu vurgular bizim onun öykülerine, diline dair oluşturduğu katmanı, artalanı görmemizi sağlar.
Yazma uğraşı içinde olanların, Adnan Özyalçıner’in işaret ettiği halk söylenceleri ve okuma referanslarını öncü kaynaklar olarak görmesinde fayda var diye düşünüyorum.
-
Öykücülüğümüzde sözlü edebiyatımızın, masallarla söylencelerin önemli bir yeri olmalıdır. Benim öykü tarihimde masallarla söylenceler, bana ikinci bir anlatım olanağıyla birlikte öykülerime katkı sunmuş, çok boyutlu anlatımıma destek sağlamıştır.
-
Öykücülüğümüzde Halk edebiyatımızın önemini vurgulamak gerekir. “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin”, “Âşık Garip”, “Seyfülmülük” gibi daha birçok halk öyküsünün bizim ilk romanlarımız ya da öykülerimiz olduğunu unutmamalıyız. Ben, “Âşık Garip” ile “Seyfülmülük”ü, Sennur Sezer ise “Kerem ile Aslı”yla “Tahir ile Zühre”yi yeniden yazdık. Amacımız Halk Edebiyatımızın verimliliğini ortaya koymak, öykücülüğümüze katkısını gösterebilmekti. Burada belki de bizim ilk romanlarımız diyebileceğimiz mesnevilerden söz etmemiz gerekir. Özellikle bunların içinde halk edebiyatı kaynaklı olan Fuzuli’nin “Leyla ile Mecnun”unu, Şeyhi’nin “Hüsrev ü Şirin”ini anmadan geçemeyiz.
-
En başta “Dede Korkut Öyküleri”, diliyle, anlatımıyla, olay öyküsüyle öykücülüğümüzün temel taşlarındandır.
-
Öykücülüğümüzün başlıca kaynaklarından biri de Divan Edebiyatı metinleridir. Bunlardan Uzun Firdevsi’nin “Süleymanname”si, bir serüven öyküsüdür. “Muhayyelat-ı Aziz Efendi” hayallerle düşlerden yola çıkarak gerçek yaşamlara ait öykülere uzanır. Burada bir parantez açıp şunu söyleyebiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk öykü kitaplarından biri “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” adını taşır. “Muhayyelat-ı Aziz Efendi” ile ilişkisi var mı, yok mu bilemem. Ama iki öykü kitabı arasında, en azından, bir anıştırma göze çarpar. Seydi Ali Reis’in “Mir’âtü’l-Memâlik”i (Ülkelerin Aynası), Hindistan’dan İstanbul’a gelişi anlatır. İnanılmaz olaylarla dolu bir denizcilik öyküsüdür. Mehmet Negisî “Hamse”sinde birçok ilginç öykü anlatır. Bunların dışında XV. Yüzyıl nesir yazarlarımızdan Şeyhzâde Ahmet’in “Erbain-i Subh u Mesa” (Kırk Sabah Kırk Akşam) adlı bir kitabı vardır. Yazarın II. Murata sunduğu bu kitapta, padişahın karısı, üvey oğlunu öldürmeye padişahı razı etmek için kırk akşam bir öykü anlatır. Kırk vezir de, her sabah, ayrı bir öykü anlatarak oğlanın ölümünü erteletir. Ardından da anlaşılacağı üzere Şeyhzâde Ahmet’in bu kitabı, “Binbir Gece Masalları”ndan yararlanılarak yazılmıştır. Andersen’in İstanbul’a geldiği, İstanbul’la ilgili izlenimlerini yazdığı bir kitabı olduğu biliniyor. Şeyhzâde Ahmet’in öyküsünü görüp görmediğiyse bilinmiyor. Bu, çok da önemli değil. Benim asıl değinmek istediğim, her iki yazarın, aralarında en azından üç yüz yıllık bir fark olmasına karşılık, öykülerinin özgünlüğüdür. Ortak bir kültür oluşturan masallardan yararlanmış olmalarıdır. Ortak bir kültür olan masallardan yararlanma konusuna değinmişken şunu söylemek isterim. Shakespeare’in ünlü “Kral Lear” oyunu, bizim “Tuz” masalıyla yan yana durur. Hani padişahın üç kızı vardır da bunların en küçüğü babasını tuz kadar sevdiğini söylediği için dışlanır, saraydan atılır. Masalın sonunda düşkünleşen padişaha bu kızı sahip çıkacaktır. Bir başka örnek, “Kerem ile Aslı’dan. Kerem, Aslı’yı aramaktayken yolu bir mezarlığa düşer, orada kafatası ile konuşur. Kerem ile Aslı öyküsünün yazıya geçişinin dışında saz âşıklarınca söylenişi Shakespeare’in “Hamlet” inden çok öncelere uzanır. Burada kimin kimden aldığını tartışacak değilim. Sennur Sezer, “Kerem ile Aslı”yı yazarken bu olayla karşılaşınca ikimiz de çok şaşırdık. İlk şaşkınlıktan sonra Sennur, araştırdı. Kafatasıyla konuşma olayına bir ritüel olarak Hint edebiyatında sıkça rastladığını ortaya koydu. Burada artık “Kerem ile Aslı”nın bir benzerinin “Romeo ile Jüliet” olabileceğinden söz edilebilir mi?
-
Yüzyıl yazarlarımızdan Evliya Çelebi’nin “Seyahatnâmesi” başlıca kaynaklarımızdan biridir. Çeşitli ülkelerden birçok kişinin, kentin, yörenin kimi olağanüstü yüzlerce öyküsü iç içe anlatılır. İlk gazetecimiz, ilk röportajcımız olan Evliya Çelebi, ünlü bir gezi yazarımız olduğu gibi gezdiği gördüğü yerleri, yaşadığı olayları, inanılması güç, gerçek üstü görüntü ve imajlarla anlatması açısından, anlattıklarına mizahi bir tat katması bakımından da çok önemlidir. Örnek alınması gerekir. Uzun cümleli bir anlatımı olan Çelebi’de uzun cümlenin ardından üç dört sözcüklük kısa cümlelere rastlanır. Bu kısa cümleler, üstteki uzun cümlenin bir tür açıklanışı gibidir. Uzun cümlenin anlaşılıp sindirilmesi için son nokta ya da soluklanma arasıdır. Ben de uzun cümlelerle örülü öykülerimde, yer yer böyle bir yöntem uyguladığımı sanıyorum.
-
Başlı başına halk yaratısı olan, güncel yaşamdaki olayları ince bir alayla bize aktaran Nasrettin Hoca öykülerini anmadan geçmemeliyiz. Bu öykü ya da fıkralar, ince alayın yanı sıra derin bir yaşama felsefesini de içerir. Nasrettin Hoca öykülerini bu bağlamda ele almak gerekir. Kaldı ki Lamiî Çelebi ile oğlunun “Letâif” (Latifeler/Fıkralar) adlı kitabındaki öyküler, Nasrettin Hoca öykülerinin kimilerini konu ve anlatımları bakımından anımsatmaktadır.
-
Divan nesri içinde çeviriler de önemli yer tutar. “Kelile ve Dimne” çevirisi bunlardan biridir. Mercimek Ahmet’in “Kâbusnâme” çevirisi ise diliyle anlatım özelliği bakımından Divan nesrinin en ilginçlerindendir.
-
Bunların üstünde duruşum boşuna değil. Divan Şiiri, Halk Şiiri çağdaş şiirimizi nasıl etkilemişse/etkiliyorsa, ona bir taban oluşturmuşsa/ oluşturuyorsa, şiirimizin bir geleneği olduğunu söylüyor/söyleyebiliyorsak çağdaş öykücülüğümüz için de durum aynıdır. Aynı olmalıdır. (*Melih Erzen’in Adnan Özyalçıner’le 10 Mart 2016 tarihli söyleşisinden)
Geçtiğimiz günlerde 90. yaş gününü kutlayan yazar, yalnızca yazdıklarıyla değil duruşu, edebiyat görgüsü ve çok sevgili Sennur Sezer’le olan hayatı, üretme biçimiyle bizlere örnek olmaya ve güç aşılamaya devam etmektedir.
Diğer analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.