BABAMIN BEL KEMİĞİ
Koltuk değnekleriyle yürüyen adam oturduğumuz banka yanaşıyor. Ortasından kesilmiş pantolonun sol bacağı diz altında kıvrık duruyor. Adamın yer isteme talebini yerine getirmemiz zor görünüyor. Bunun yerine karşı tepelerde yükselen beyaz apartmanların kavisli süslerini izliyoruz. Adam umduğunu bulamıyor. Uzaklaşırken ahşap tutamaçların gıcırtısı duyuluyor. Uzun zamandır görünmeyen Değnek Murtaza’nın yerine kuruluyor.
Yerleri süpüren makine işe başlıyor. İnce dar cihazın koltuğunda oturan makinistin göbeği gömleğinin kenarlarından dışarı taşmış; adam yorgun ve bezgin görünüyor. Banka yaklaştığında ayaklarımızı kaldırmamızı bekliyor. Babam açık duran bacaklarını topluyor. Bedenini zorluyor. Baldırlarının itaat etmesi için bütün gücünü kullanıyor. Makine ıslak bir parlaklık bırakarak uzaklaşıyor.
Üzerinde “Dilenciler Giremez” yazılı kapının geniş sövesinde yüzünün derisi kafatasına kaçmış zayıf görünümlü görevli beliriyor. Burada çalışmaktan çok kayyum atanmış gibi etrafa nobran bakışlar atıyor. Sessizlik çoğaldığında cebindeki listeyi çıkarıyor. Uzayıp giden isimlerin arasında ortalara doğru babamın adını okuyor.
Çıkılması kolay gibi görünen üç basamak babamın gözünde büyüyor. Kolunun altına giriyorum. Büyük lambalarla ışıklandırılan dar koridora geçiyoruz. Soğuk beyaz duvarlar, beyaz önlüklü çalışanlar var. Dezenfektan kokusunun geldiği yöne ilerliyoruz. Bu alanda insanların çarpışma olasılığı çok yüksek. Tahta kuklalar gibi yere düşen kollar, bacaklar düşlüyorum.
Teknisyen, denetleyen gözlerle içeri girmemize izin veriyor. Karyolanın karşı tarafına geçiyorum. Babamın küçülmüş bedenini yatağın ortasına çekiyorum. Kuru bacaklarını uzatıyor. Korseyi belinden çıkarıyorum. Fanilayı yukarı kaldırıyorum. Yüzükoyun yatmasına yardım ediyorum.
Her şey hazır olduğunda dalgın yüzlü teknisyen harekete geçiyor. Babamın beline jel sürüyor. Traksiyon cihazını yatağın kenarına sürüklüyor. Kablo uçlarına bağlı yassı pabuçları ıslak bölgeye yapıştırıyor. Bütün bunları deneyimli olmanın verdiği rahatlıkla yapıyor. Babamın kalçalarında, bacaklarında karıncalanmanın başladığını uyaran ışık yandığında şeffaf eldivenleri çıkarıyor. Masanın başına geçiyor. Cep telefonuyla oynarken suskuya gömülüyor.
Tedavi sürerken orada durmanın gereği kalmıyor. Sorumluluğumu yerine getirmenin gönül rahatlığıyla koridora çıkıyorum. Egzersiz odalarının önünden geçiyorum. Bir çocuk pantomim gösterilerini andıran yürüme alıştırmaları yapıyor. Yan odada çekiciliğini koruyan kızıl saçlı bir kadın koşu bandına çıkıyor, adımlarını bir ayağından ötekine aktarırken boyu uzuyor.
Bedenlerin tamir edildiği galeriler geride kalıyor. Araba hurdalığı gibi görünen otoparktan geçiyorum. Yüzlerinde keder taşıyan bir düzine insan morgdan dışarı çıkıyor. Uzun pardösülü iki kadın, üç adam sessizce ağlıyor. Acılarına ortak olmakla gitmek arasında başımı başka yöne çeviriyorum. Köşeyi dönüyorum.
Palyatif servisi yoğunluğunu koruyor. Odalardaki yaşamların sesi boğuk çıkıyor. Orada yatanlar ana rahmine dönmek isteyen yaşlı ceninlere benziyor.
Yüzümü peyzaj ağaçlarının süslediği bahçeye dönüyorum. Dalları düşey gelişen dut ağacının gölgesinde çelik grisi kıvırcık saçlı, Suriyeli adamı görüyorum. Annesinin kaldığı odayı gözlüyor.
“Hastanızın durumu nasıl oldu?”
Dostça bir söylem duyduğu için canlanıyor. Kolunu gömdüğü yastıktan doğruluyor. Ağır, aksanlı, yumuşak bir sesle konuşuyor.
“Stabil. İyiye doğru giden bir şey yok.”
Avuçlarının arasından kayıp gitmekte olan anne düşüncesi yaşam enerjisini azaltıyor. Çöl hayatının eskittiği yüzü düşüyor. Sınır köylerine özgü, sarı sıcak parmaklarıyla sardığı sigaradan iç yakan bir nefes çekiyor. Babamın fıtığını soruyor. Çabamızın on üç gündür sürdüğünü söylüyorum.
Ambulans kıyamet gibi yankılanan sesiyle aramızdaki iletişimi bozuyor. Oturma önerisini nazikçe geri çeviriyorum. İki yanında yuvarlak akasyaların dizildiği pek dik olmayan beton yolu çıkıyorum. Yürüyemez durumdaki hastaları taşıyan yeşiller giymiş Siraç’la karşılaşıyorum. Hastaneyi dolduran ambulans sesine içgüdüyle açıklık getiriyor.
“Çok kan kaybetmiş. Değirmene kaptırmış. Bir bacağı gitti.”
Kaza geçirenin kim olduğundan ziyade yaşanan trajediyi anlatıyor. Arakasını girişe dönmüş ambulansın açık duran kapısına bakıyorum. İçinde Azrail ile pazarlık yapılmamış gibi ıssız duruyor.
Ağzım kuruyor. Dilim şişiyor. Kantine yöneliyorum. Üç tarafı açık, sac tavanlı çardağa geçiyorum. Eşi entübe edilen öğretmenle göz göze geliyorum. Eliyle buraya gel işareti yapıyor. Doğum servisine yakın masaya yürüyorum. “Doktor kararı bize bıraktı” diyor.
Sözü bittiğinde omuzları dramatik bir hüsran ile çöküyor. Üzüntüyle dolu kızıl yüzü seğiriyor. Sağaltıcı sözler bulmakta güçlük çekiyorum. Bakışlarımı hocanın uykusuz gözlerinden kaçırıyorum. Aramızdaki telepatik uyumu, yeni ütülenmiş gündelik kıyafetli bir adam bozuyor. Elinde şık ambalajlı bir çikolata paketi taşıyor. Adam hocaya sarılıyor. “Makineye bağlı” cümlesi birkaç kez tekrarlanıyor. Getirilen eşyalar, selamlar, temenniler, dilekler, hüzünler ve teşekkür konuşmaları, bayat çayların eşliğinde değiş tokuş ediliyor. Ziyaretçi müsaade istiyor. Hoca hastanenin çıkışına kadar ziyaretçiye eşlik ediyor.
Doğum servisinin kapısı sürekli açılıp kapanıyor. İnsanlar servise panik halinde geliyor. Kucaklarında bebek, yüzlerinde sevinç haleleriyle ayrılıyorlar.
Zamanının ayırdına varıyorum. Babama çok uzaktaymışım, erişemezmişim gibi bir endişe gelip boğazıma yapışıyor. Hesabı ödüyorum. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Fizik tedavi servisine soluk soluğa giriyorum. Ortalık sakin, her şey doğasında akıyor. Klimalardan yayılan serinlik telaşımı yumuşatıyor. Teknisyen, kabloların ucundaki pulları babamın belinden alıyor. Traksiyon cihazını uzaklaştırarak bana alan açıyor. Kâğıt havlu rulosunu uzatıyor. Jeli siliyorum. Babam doğruluyor. Ayaklarını yatağın kenarına bırakıyor. Kırılgan bir vazoyu tutar gibi ayağa kalkmasına yardım ediyorum. Korseyi beline bağlıyorum. Buz mavisi gömleğinin uçlarını lacivert pantolonun içine yerleştirirken eğik duruyor.
Dış kapıya yöneldiğimizde prostatı baskı yapıyor. Helalardan birinin boş olması büyük şans; yarı açık duran kapının önünde idrarını yapmasını bekliyorum. Dışarı çıkıyor. Soğuk suyu açıp ellerini altında tutuyor.
Kaldırımları dolaşmayı göze alamıyor. Süs çimenlerinin arasında açılan kestirme yoldan yürüyor. Ağrıdan kaçınmak için sırtını yere paralel eğiyor. Kalçadan küçük adımlar atıyor. Yüksek duvarın geniş gölgesine vardığında ayakları uyuşuyor. Beton yükseltiye oturuyor.
Sigara yakması bana zaman kazandırıyor. Dış otoparka yöneliyorum. Bir kaç manevra yaparak arabayı sıkıştığı yerden çıkarıyorum. Hastane bahçesine giriyorum. Beni gördüğünde ayağa kalkıyor. Kaldırıma yanaşıyor. Sol adımını arabaya yerleştirirken zorluk yaşıyor. Koltuğa oturuyor. Yerleşimi tamamlandığında hareket ediyoruz. Neşesini yitiren yüzüne bakıyorum.
“Nasıl oldun?”
Boyun kasları yoruluyor. Başı yana kayıyor. Düşünmek bir işkenceymiş gibi yere bakıyor.
“Eh.”
Üzüntümü teskin eden babacan bir duyguyla cevap veriyor. Eve gitmek istiyor. Çevre yoluna sapıyoruz. Şehrin sona erdiği, açık arazinin başladığı dönel kavşaktaki ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz. Güçten düşmüş savunmasız hali içimin bir yerlerine dokunuyor. Gözlerimi kapatıyorum. Nerede, nasıl ve neye benzediklerini bilmediğim kozmik enerjilerden yardım diliyorum.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.