ÖZGÜR APARTMANI, DAİRE ÜÇ
Beşir “Korkmayın” dedi. “Şehirde kurt ne arasın? Köpeklerdir.” Suna sustu “Ama duydum işte” demedi. Deseydi, bir cümle daha kurması gerekecekti: “Kurt ulumasını çok iyi tanırım ben.” Ve anlatmaması gereken şeyleri anlatırken bulacaktı kendini.
Onun yerine kalkıp pencereye gitti. Akşama doğru başlayan kar hiç durmamış, çatılar, kaldırımlar bembeyaz olmuştu. Göğün karanlığında bir aydınlık vardı; görünmez dağları görünür kılan, sis gibi bir aydınlık. Sokakta kimsecikler yoktu ama kaldırımda ayak izleri aramaktan geri durmadı Suna. Aradı, bulamadı. Belki az önce geçmişlerdi oradan. Belki arkalarında bıraktıkları ayak izleri, aralıksız düşen kar taneleri tarafından hızlıca yok edilmişti. Kurtlar… Kurtların içinde bir kurt. Beklediğinin o olduğunu ayırt ederek bekledi Suna, neredeyse umutlandı ama kaldırım gözetlendiği süre boyunca bomboş kaldı. Sokak kendi ıssızlığına doğru daralıp çıkışsız bir tünel halini aldı. Lambalar, aydınlatmak zorunda olmadıkları bir kaybı, bir muammayı aydınlatmaya, karanlığa birer ölü fotoğrafı gibi yansımaya devam etti.
Bir şeyler uzadı gecenin içinde, bir tren düdüğü. “Meram Ekspresi” dedi Suna. “Öğrendim artık.”
Öğrenmişti, hangi trenin kaçta geçtiğini biliyordu artık ama bu sesi sürekli duymak… Bir tren düdüğüyle savrulmaktan mı korkuyordu? Bu sesi her duyduğunda irkilmesinin nedeni bu muydu? Belki de çok seviyordu bu sesi. Çok seviyor ve duya duya, hiç sevmediğini anlamaktan korkuyordu. Bazı şeyleri anlamanın, bir boşluğun boşluğa düşmesi gibi bir şey olduğunu biliyordu çünkü. Bu düdüklerin bir gecikmeyi, bir asla gelmemeyi, bir gidememeyi haber verdiğini de.
Bir düdük daha. Trenin perondan ayrılmak üzere olduğunun duyurusuydu bu. Uzaklığın içinde küçüldü ses, eridi, yok oldu. Camları buğulanmış bir gar lokantası kaldı geride. İçinden bakıldığında dışarısı, dışından bakıldığında içerisi olmayan bir lokanta. Kaloriferleri harıl harıl yanıyor, radyatörlerin içinden çıkan bunaltıcı sessizlik çatal bıçak seslerini, çay kaşıklarını, biküvi ambalajlarının hışırtısını, televizyondaki gündüzden kalma at yarışının zaman aşımına uğramış heyecanını, telaşlı adımları, oradan oraya sürüklenen bavulları, patates çuvallarını, uykusu bölünmüş çocukların karın ağrısını ve gar lokantasında öleceğini bile bile oraya gelmiş kara lastikli amcaları yutuyordu.
Beşir de oradaydı, bir sigara yaktı o gar lokantasında, bir masada. Yemeğini bitirmiş, çay söylemiş, kürdanla dişini karıştırıyor. Birazdan o ve Suna, beraber trene binecekler; bir sonraki trene, sabaha karşı gelecek olan trene, belki bir gün sonrakine… Ve bir daha dönmemek üzere uzaklaşacaklar o şehirden. Kimseyi tanımadıkları, kimse tarafından tanınmadıkları başka bir şehre doğru. Yeni bir hayat, iki yeni hayat kurulacak orada. Beşir’in hayatıyla Suna’nın hayatı. Bu hayatlar hiçbir zaman kesişmeyecek, yan yana, birbirine paralel uzanacak, sonsuza dek.
“Hocam her şeye alışacaksınız zamanla. Seveceksiniz bile.”
Suna, Beşir’i duymazdan geldi. Ev çok sıcaktı, radyatörlere el değmiyordu. Neyse ki söneceklerdi birazdan, az kalmıştı. Bütün kaloriferler aynı anda sönüyordu bu şehirde. Aynı anda yanıyor, aynı anda sönüyordu. Suna üzerindeki gömleği silkeledi, pencereyi açtı. “Çok sıcak oldu” dedi masaya dönerken. Bir an, gar lokantasında, Beşir’in kürdanla dişini karıştırdığı masaya döndüğünü sandı ama evdeydiler. Beşir kalın parmaklarının arasında tuttuğu kesme çay bardağını, şehrin soğuğunda çatlayan dudaklarına götürüyordu.
“Üşümezsen pencere açık kalsın biraz.”
Çay bardağını elinden bırakıp “Peki” dedi Beşir. Yine, her zamanki gibi peki. Bir şeyleri bilen, bilen ama gizleyen, açık ederse suç işleyeceğini düşünen birinin bakışıyla başını öne eğdi. Suna bu bakışı hafızasının bir tarafına not edip onun suskunluğuna katıldı. Saat gecenin onuydu ve radyoda Bach çalıyordu, susulabilirdi. Nitelikli bir suskunluk olurdu bu ama uzamamalıydı. Uzarsa Beşir sıkılır ve birçok şeyi sakladığı gibi sıkıldığını da saklamaya kalkardı. Ketum bir çocuk, ne düşündüğünü tavırlarından çözmeye çalışıyorum hep. Uykusu da geldi zavallıcığın, küçüldü gözleri. Beni uykudan alıkoymama bahanesiyle ayaklanır birazdan. Oysa gitse de yatmayacağım, ha deyince uyuyamıyorum ki. Çay iç sen Beşir. Bol bol çay iç. Yıllar sonra, kaybettiğim bir yüzü sende buldum ben, kimin yüzü, bilmiyorum ama buldum.
“Geç olmuş. Kalkayım artık.” Demedim mi gider diye? Gitme! Bak şimdi, koca demliği ben mi içeceğim?”
Emrivaki yapıp onun çayını tazeledi Suna. Hemen laf karıştırmalıydı. Kim bilir kaçıncı kez, aynı cümlenin tekrarı.
“Musluk sağlam diyorsun yani.”
“Evet evet. Siz iyi kapatamadınız herhalde, o yüzden damlatmıştır.”
Çayını yudumlarken yan gözle baktı Suna’ya. Görmemesi gereken bir şey görmüş gibi gözlerini kaçırdı hemen. Suna “Biliyorum Beşir” diyemedi. “Musluğun akıttığı yoktu zaten.” Binecekleri tren istasyona girdi o sırada. Pistonlar acı bir çığlıkla durdu, perondaki bütün bavullar aynı anda hareketlendi, gar lokantası boşaldı. Beşir’in kürdanı dudaklarının arasındaydı hâlâ, o konuştukça bir aşağı bir yukarı oynuyordu. Suna’nın da Beşir’in de bavulu olmadığı hesaba katılırsa, yanlarında götürecekleri tek eşya bu kürdandı.
“Yola çıkmak kimlerin harcı değildir Beşir?”
Bu soruyu evde, Bach dinlerken ve çay içerken mi sormuştu yoksa istasyonda, treni beklerken mi? Ayırt edemedi Suna.
“Bilmem, nasıl bir cevap vermeliyim hocam?”
Güldü Suna.
“Dersle ilgisi yok, merak etme. Öylesine sordum.”
Öylesine sormadım Beşir, yalan söylüyorum ve eminim ki sen, yalan söylediğimin farkındasın. Beni anladığını, hep anlayacağını tanıştığımız günden beri biliyorum.
“Demek doçentsiniz” demişti Beşir evi gezdirirken. “Hangi bölüm?”
Ne yapacak hangi bölüm olduğunu diye düşünmüştü Suna. Bir ev sahibi için fazla meraklı bulmuştu onu. Meğer o da, Suna’nın göreve başlayacağı üniversitede öğrenciymiş. Her şeyi o gün anlattı, şu an içinde bulundukları ev henüz eşyasızken; bu şehirde doğup büyüdüğünü, babasının üniversiteyi başka şehirde okumasına izin vermediğini, aynı apartmanda bir daireleri daha olduğunu ve orada oturduklarını, yazları babasının tabelacı dükkânında çalıştığını, annesinin doğuştan sağır ve dilsiz olduğunu, ona özendiğini, insanın sadece kendi iç sesini duymasının bir lütuf olduğunu.
Onun sözlerinden mi, o sözleri söyleyiş biçiminden mi, yoksa salonu dolduran ikindi güneşinden mi, bir şeylerden etkilendi Suna ve “Tamam” deyiverdi. “Tutuyorum burayı.” Özgür Apartmanı, daire üç. Suna için hayat, bu evin içinden geçecekti artık. Bu evin içinden akıp Suna’nın bile yerini bilmediği bir çukurda, belki Beşir’in gitmeyi kafasına koyduğu bir yerde, gidemeyişini sakladığı bir başka evde ya da bir istasyonda birikecekti. Ne zamana dek? Zamanlar biçmiyordu artık, ona gün saydıracak bir beklentisi yoktu. Ufacık bir kamyonet tutmuştu gelirken. Buzdolabı, çamaşır makinesi, bir iki mobilya. Kitaplığı, beş çekmeceli şifonyeri, bir de babasından yadigâr boy aynası. Kalan eşyaları, Saman Pazarı’nda bir ikinci el eşya dükkânından aldılar Beşir’le. Zemindeki eğrilikten olacak, masa oynayıp durdu salona girince. Beşir ona da yetişti, babasının dükkânından getirdiği tahta parçalarını aksayan ayağın altına destek yaptı. “Karyola da alsaydınız hocam, böyle olmaz” dedi Suna’nın yere attığı döşeğe bakarken ama Suna kararlıydı, yerde uyuyacaktı. Çocukluğundaki gibi.
“Yola çıkmak benim gibilerin harcı değildir hocam. Benim gibi korkakların. Biliyor musunuz, İstanbul’da okumak istiyordum. Ama babam yüzünden burada kaldım.”
Sen korkak değilsin Beşir, kuşatılmışsın sadece; burada kalmayacaksın. Biz, sen ve ben, birazdan trene atlayıp çok uzaklara gideceğiz.
Dönüp pencereden dışarıya baktı, o uzakların nasıl uzaklar olduğunu görmeye çalışır gibi. Bir apartman, bir pencere ve yoğun bir kar yağışı girdi gözünden içeriye. “Buralara kar bir yağdı mı Nisan’a kadar kalkmaz” demişti Beşir. Burası ne ki? Doğu’da geçti benim çocukluğum. Sevmiyorum karı. Kar yorar, yolları kapatır. Can alır kar. Canı umursanmayanların yoluna yağar belki bir tek. Neyse ki Beşir var, bunlara kafa yoracak biri var yanımda.
Suna tutunmak istiyordu Beşir’e. Onun kapıya gelişlerine, “Bir ihtiyacınız var mı hocam?” diye sormalarına… O anlarda masumiyet vardı, hesaba kitaba vurulmamış anlardı onlar. Kapı açıldığında o koca gözleri daha bir irileşiyordu Beşir’in, uzun kirpikleri git gide uzuyordu. Belki de bu yüzden her daim sıcak çayı vardı Suna’nın, Beşir için.
Çünkü yalnızlık uzun süre tahammül edilebilecek bir şey değildir Beşir. Hayır, yanlış anlama sakın. Mesele yalnızlığım değil. Birinin yerine başka birini koyma çabası bu ama seni kimin yerine koyduğumu henüz bulamadım. Kimseyi sevmedim ki bugüne dek. Terk etmedim, terk edilmedim, hiç aşk acısı çekmedim, sevişmedim bile. Sevişir gibi yaptım sadece. Koca bir boşluğum ben anlayacağın, âlemler yutacak kadar derin bir boşluk.
“Dinle! Yakındalar Beşir, gelmişler işte.”
“Şehirde kurt ne arar? Siz de amma yaptınız be hocam.”
Boş bulunup kullandığı üslup utandırdı onu, yanakları al al oldu.
“Özür dilerim, birden…”
Boş ver, der gibi elini salladı Suna.
“Bilmez miyim kurtları ben? Aç kalsınlar da gör, bak nasıl iniyorlar.”
Beşir boş boş baktı Suna’nın yüzüne. Yüzü buranın yerlilerine göre fazla beyazdı. Gözleri badem gibiydi, çekik çekik. Alabildiğine yeşil bakıyorlardı, su yeşili, çağla yeşili, eşi benzeri olmayan, henüz adı konmamış bir yeşil. Beşir bu şehre ait değil, bana da. Ne bu şehre ne bana, onun ve benim birlikte varmamız gereken, tek tek ve bir arada yaşamamız gereken yere ait.
“Hem buraya şehir mi diyorsun sen?”
Beşir’in doğup büyüdüğü yeri küçümsemişti, pişman oldu. “Alınma.” dedi telaşla. “Alışamayan benim, onca yıl metropolde yaşadıktan sonra.”
Beşir alınmış gibi durmuyordu, bunu ifade eden tek bir sözcük çıkmamıştı ağzından ama Suna, sözlerinin izini silmeye çalışıyordu hâlâ.
“Sevdiğim yerleri var hatta. Şu Saman Pazarı denen yere bayıldım mesela.”
Doğru söylüyordu aslında, o çarşının adını duymak bile bir tuhaf yapıyordu onu. Oysa sıradan bir sokaktı, upuzun, dar bir sokak. Kumaşçılar, nalburlar… Sağda solda asılı soba boruları, çeyiz dükkânlarının önünde bindallı giydirilmiş şekilsiz mankenler. Kampüse gidip gelirken bindiği otobüs içinden geçiyordu oranın, çocukluğunun içinden, babasının dükkânının önünden geçer gibi.
“Babamın dükkânı da öyle bir çarşıdaydı. Aynacıydı babam, biliyor musun? Ayna yapıp satardı. Delirip tüm aynaları kırana kadar.”
Beşir hayrete düşmüştü. “Delirdi mi?” dedi kaşlarını havaya kaldırarak.
“Evet, metafor değil, sahiden delirdi. Sadece bir boy aynası kurtardık dükkândan. Sakinleştiğinde bir şey söyledi, tuhaf, kesik kesik. Herkes bir gün bir şeyle yüzleşir, dedi sanki. Tam olarak çözemedik. Sonra da İstanbul’a göçtük işte, dayımın yanına. Yanımızda denklerimiz, rulo yapılmış yataklarımız… Babamı da onlarla birlikte, bir eşya gibi taşıdık yol boyu.”
“Her yerde kendini görmeye tahammül edemiyormuş demek ki.”
Beşir’in yorumu Suna’nın hoşuna gitmişti. “Belki de” dedi onu tasdikler bir ifadeyle. Aldığı derin nefesi bıraktı. “Böyle işte Beşir. Babam yıllardır akıl hastanesinde. Onun hikâyesi de orada bitecekmiş.”
“Belki orada başlamıştır.”
Bakışında dozu ustaca ayarlanmış, bilinçli, ürkütücü bir cazibe vardı. Bir merhamet, bir yakarış, korku, samimiyet, reddedilmesi gereken bir yakınlık talebi. Onun gözlerindeki tüm zıtlıkları yakaladı Suna, onların aynı bakışın içinde, bu denli uyum içinde oluşuna şaştı.
“Canını sıktım, kusura bakma.”
Beşir’in alt dudağı belli belirsiz titredi. İçinde bir yer “Suna” diye bağırdı. Ya da Suna’ya öyle geldi. “Hadi git, annen merak edecek.”
“Hocam hayır, sohbetimiz çok güzel. İzin verirseniz biraz daha…”
“Git dedim, az önce kalkmak isteyen sen değil miydin?”
Beşir orta yerinden kırıldı ama yine söz dinledi, az önce titremiş alt dudağını ve gözlerindeki zıtlıkları alıp kalktı.
“Dur! Gitmeden bir kitap seç kendine. Bir hafta süren var, bir inceleme yazısı yazacaksın.”
Kendini affettirmeye çalışır gibi baktı Beşir’e, sıcacık. Gülüştüler. Beşir rafların önünde gezindi. “O zaman bunu alıyorum” dedi seçtiği kitabı elinde sallayarak. “Calvino okumadım hiç, merak ediyorum.”
“Bir kış gecesi eğer bir yolcu. Harika seçim. Unutma, bir haftan var.”
Beşir dudaklarının çizdiği gülümsemeyle heyecanını ele verdi. Saçları, istasyonda gezinen gece rüzgârına kapılmış dalgalanıyordu. Lokomotifin kapısındaki o devasa kolu indirip kapıyı açtı ve hadi der gibi Suna’ya baktı. Yola çıkacağı için mutlu görünüyordu, çok ama çok mutlu. Belki o yüzden, arkasındaki kurdu fark etmedi. Kurt keskin bakışları, dimdik kulakları ve yay gibi gergin gövdesiyle yanaştı ona. O kadar sessiz, o kadar hızlı ve çevikti ki Suna’nın “Dikkat et” diye bağırmasına kalmadan, kimse ne olup bittiğini anlamadan, Beşir’in bedenine girdi. Beşir bir kurt oldu oracıkta. Bach’ın yerini Fauré aldı. Çellonun sesi uzak-yakın ulumalara karıştı, Beşir’in kulaklarından, gözlerinden, burun deliklerinden girip içinde yuvalandı. Suna koşup radyoyu kapattı ve “İşte” diye bağırdı. “Şimdi de duymuyorum, diyebilecek misin bakalım?”
Beşir bir kez daha duymadığını söyledi sakince, Suna ona inanmadığını. Bir pat sesi geldi sokaktan, biri kayıp düşmüş olmalıydı. O sesi fırsat bilip laf karıştırdı Beşir.
“Kaldırımlar buz tutmuştur. Sabah dikkatli olun yürürken.”
Suna onun gerçeği ört bas etmeye çalıştığının farkındaydı. Çaresizliğe kapıldı, öylece, ses etmeden durdu karşısında.
“Bu sesler canınızı sıkıyor, uğursuz şeyler çağrıştırıyor size. Neden duymakta ısrar ediyorsunuz?”
Suna bakışlarını kaybedecek kadar uzun baktı Beşir’in gözlerine. Onunla da uzun uzun bakışmıştı böyle. O gün. Hiçbir şey yapmadan dönüp gidecek miydi, yoksa bir anda üstüne mi atlayacaktı? Bilememişti. Bekleyişini beklemişti onun, korkuyla, onun dişleri arasında parçalanmanın korkusuyla. Öyle bir andı ki o Beşir, kurdun soluğunu içimde hissettim. Yemyeşil gözlerindeki alevi, ısıtmayan, aksine donduran o alevi… Kurt, istasyona yaklaşmakta olan trenin düdüğünü duyunca ürktü, Suna’nın gözlerine bir çift sözcük bırakıp oradan uzaklaştı.
“Yine geleceğim.”
Oysa daha hiçbir şey öğretmemişti Suna’ya, konuşmamışlardı bile. O yüzden gar lokantasına döndüğünde kimseye bir şey anlatmadı Suna. Ne annesine, ne kardeşlerine, ne de birini, bir şeyleri atlatmaya çalışır gibi denklerin arasına saklanmış olan babasına. Kar yağıyordu zaten, o karda kimse kimseye inanmazdı ve Suna, kurtlardan korkarak büyümüştü. Kurtlardan korunmak için yakılan ateşlerin gölgesinde. Şimdi de Beşir’den korkuyordu, o gün o kurttan nasıl korktuysa öyle. Tıpkı onun gibi yemyeşil bakıyor, tıpkı onun gibi bekliyordu Beşir de. Pusuda.
Zarar mı vereceksin bana, yoksa bilmediğim, yeni bir şey mi öğreneceğim senden? Parçalanacak mıyım, ben de mi kurda dönüşeceğim yoksa?
Yüzüne bir sıcaklık yayılmış, elleri titremeye başlamıştı. Kalbi daha önce hiç atmadığı kadar hızlı atıyordu. Tanımadığı, kendinden duymaya alışkın olmadığı bir inilti döküldü dudaklarının arasından, fenalaştı, gözleri karardı ve düşmemek için kendini sandalyeye bıraktı.
“Hocam, iyi misiniz?”
Gözünü açtığında çekyatta yatıyordu. Gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı, fenalaştığı sırada kendisi mi açmıştı, hatırlayamadı. Karanlıktı, kar yağıyordu üzerine, üşüyordu. Beşir’in hâlâ orada olduğunu, onun yırtıcı nefesinden anladı. Islak burnunu Suna’ya yaklaştırmış, onun yüzünü kokluyor, boynunu yalıyordu. Bir tanıma, bağ kurma çabası mıydı bu? Sinsice bir üstünlük oyunu mu? Suna hiçbir şey bilmiyordu ama Beşir oradaydı. Sivri dişlerinin arasından dökülen hırıltılar, karanlıkta parlayan yeşil gözleri, Suna’nın duyamayacağı tüm sesleri ölçen kulakları ve boz kürküyle.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.