ROBINSON’DAN, KUZEYE GÖÇ MEVSİMİ’NE: ROMANDA ZAMANIN RUHU
“Hayır! Suya fırlatılmış bir taş değil, bir tarlaya ekilmiş tohumum ben.”
Roman, modern çağın edebî bir türü olarak bilinse de bu türün ilk örneği, Orta Çağ’ın mutlak hâkimiyetine ve onun baskın yönetim biçimine karşı çıkışın simgesi olan François Rabelais’nin yazdığı Gargantua’dır.
Orta Çağ insanı için karnavallar, iktidarın asık suratından kısa sürede olsa uzaklaşabildikleri anlardı. İşte bu anları kahkaha ile harmanlayarak, günlük dilin mizahını edebiyatın içine sokan Rabelais’nin eseri “Gülmektir insanı insan eden” diye başlar. Gargantua, bu anlamda ilk roman olmasının ötesinde, kahkahanın erke galip geldiği bir roman olarak da önemlidir.
Gargantua’yı epik söyleme bir karşı çıkış olan, şövalye Don Kişot’un ideal dünyası izler. Romanın zamanla değişen değerlerle birlikte bağlamı da değişir. Farklı üsluplara bürünür. 19. yüzyıla geldiğimizdeyse, bu kez yüzlerce yıllık yolculuğundan sonra dünya sahnesinde başrol oyunculuğuna yükselen ‘vahşi kapitalizm’ nedeniyle, toplumsal değişime yine kayıtsız kalamayıp şekil değiştirmeye başlar.
Roman, 18. yüzyıl romanında olduğu gibi sadece elit -aristokrasi ve burjuva- kitlelere hitap etmiyordur artık. Yavaş yavaş kendi iç dengesini kurmaya başlamış; Balzac, Maupassant, Stendhal, Dostoyevski, Çehov ve Dickens gibi yazarlar edebiyat dünyasına girmiş ve romanın hitap ettiği kesim değişmiştir. Kapitalizmin zedelediği ve ideallerinden uzaklaştırdığı değerleri merkezine alan bu dönem romanlarının hemen tamamında yeni düzene bir karşı çıkış vardır.
Bu kısa açıklamalardan sonra, romanın değişen zamanın ruhuna uygun olarak, tarihi unsurları içinde barındıran bir anlatı biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat zaman ilerledikçe, tarih romanın bir unsuru olmaktan uzaklaşıp anlatının öznesi olmaya başlar. İşte tam da bu noktada -tarih metnin öznesi durumuna geçtiğinde- kaçınılmaz bir soru çıkar karşımıza: “Kurmaca metinlerden tarihin gerçeklerine ulaşmak mümkün müdür?” Bu soruya verilecek yanıt muhtemelen “Hayır” olacaktır. Tarihçi ve romancı arasındaki farkın bu sorunun cevabında gizli olduğunu söylemek de çok yanıltıcı olmayacaktır.
Kurmaca yazarı; mekân, zaman, karakter, olay örgüsü gibi unsurları özgürce kurgulayabilirken tarihçi, kolektif belleği şekillendirici bir unsur olduğunu unutmadan nesnelliğini koruyabilmelidir. Oysa bu her zaman böyle olmamaktadır. Tarihçi kimi zaman öznel davranır ve bilinçli olarak gerçekleri dışlar ya da boşluklar bırakabilir. Evet; roman tarihin aynası değil, yazar tarafından kurgulanan yazınsal bir anlatıdır ama tarihsel gerçeklerin de bir şekilde görünür kılınması gerekmektedir.
İşte kimi zaman bu boşlukları doldurma görevini kurmacanın ruhundan uzaklaşmayan romancı üstlenir; postkolonyal edebiyatın önemli romanlarından biri olan Tayeb Salih’in Kuzeye Göç Mevsimi’nde olduğu gibi. Tayeb Salih’in romanı tarihî bir roman değildir. Olması gerektiği gibi, tarihin boş bırakılmış gerçeklerini edebiyatçı kimliğiyle görünür kılmaya çalışmış ve edebî dille yeni bir gerçeklik kurmuştur.
Kuzeye Göç Mevsimi’ni şimdilik aklımızın bir köşesinde tutarak emperyalizm ve sömürgeciliğin başrolde olduğu başka bir döneme rotamızı çevirelim. Emperyalizmde güçlü olan, zayıf olanın topraklarını işgal ve kontrol eder. Oysa sömürgecilik güçlü olanın, zayıf olanın sözüm ona yararına olacak şekilde o ülkenin doğal kaynaklarını ele geçirme ve böylece onun kültürünü değiştirme çabasıdır.
Elbette bu yapılanları topluma kabul ettirmek kolay değildi. Sömürgeci ülkelerin, sömürgeciliklerinin kabul edilebilmesi için iyi niyetli nedenler gerekiyordu. Sadece siyasi ve ekonomik bir işgalin değil aynı zamanda kültürel bir hâkimiyetin de meşru zeminini hazırlayan sömürgeciliğin kurtarıcılarını bulmak çok da zor olmadı. Bu kurtarıcılardan en etkili olanıysa, sömürülen ülkeler hakkında yapılacak olan kara propagandaydı. Düşman yaratarak dost kazanmanın en iyi yolunu bulan emperyalist Batı için artık Afrika ve Afrikalılar vahşi ve ilkeldi. Onları ehlileştirmek, kültürlerini ve geleneklerini değiştirmek, sözün özü modernleştirmek gerekiyordu.
Sömürgeciliği edebiyat marifetiyle sevimli hâle getirmek mümkün müdür?
Bu kara propagandanın bir kolu da edebiyat olabilir miydi? Afrika ve Afrikalılar hakkında yukarıda sözünü ettiğimiz çarpıtmaların edebiyat marifetiyle -bilinçli ya da değil- olumlandığının ve kolonyalizmin ateşine nasıl odun atıldığının örneklerinden biri Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe romanıdır. Bu romana geçmeden önce, şarkiyatçılık konusunda öncü isimlerden biri olan Edward Said’in Kültür ve Emperyalizm adlı kitabındaki bir alıntıya dikkat çekmekte fayda var.
Modern gerçekçi romanın ilk örneği Robinson Crusoe’dur; bu romanın, uzak, Avrupa dışında kendine yurt yaratan bir Avrupalıyı konu alması kuşkusuz rastlantı değil.
Robinson Crusoe adlı eser, yüzeysel okumada bireyin hayatta kalma çabası ve doğayla mücadelesi gibi temaların öne çıktığı bir roman olarak karşımıza çıkar. Oysa kurmaca alt metinlere gizlenmiş bir anlatıdır. Yüzeyden derine indikçe de ıssız bir adada kendi düzenini kuran bu ‘ben’ in yıllar sonra karşısına çıkan “öteki” ile birlikte bambaşka bir yüzü çıkar karşımıza. Kimdir bu öteki Robinson için? Gerçek adını dahi sormadığı ve ona Cuma ismini uygun gördüğü siyahi bir yerlidir. Romanın bu bölümü, artık doğada hayatta kalma mücadelesini değil Robinson’un Cuma üzerinde kurmaya çalıştığı egemenlik uğraşısını ön plana çıkarır ve medeni Avrupalının öteki üzerinde kurmaya çalıştığı hükmetme arzusunun anlatısı hâline gelir.
Robinson’un ıssız adadaki yaşamı hakkındaki eleştiriler, Edward Said’in yanı sıra birçok yazar ve düşünürün metinlerinde de yer almıştır. Örneğin Karl Marx Felsefenin Sefaleti’nde arz-talep, emek-değer teorilerini izah etmek için iktisadi argümanlarını Crusoe üzerinden temellendirmeye çalışmış; keza James Joyce’da 1912 yılında Daniel Defoe hakkında verilen bir konferansta; İngiliz fethinin gerçek sembolünün elinde bir bıçak ve pipoyla ıssız adaya atılan Robinson olduğunu, bütün Anglosakson ruhunun Crusoe’un içinde barındığını ve onun İngiliz sömürgeciliğinin prototipi olduğunu söylemiştir.
Postkolonyalizm ve Postkolonyal Edebiyat
Çeşitli kılıklarda devam eden bu kara propaganda uzun süre işe yaramış ve emperyalist güçler Afrika ülkelerindeki vahşi sömürgeciliklerini kolaylıkla uygulayabilmişlerdi. Sömürgeciliğe karşı 1961 yılında Yeryüzünün Lanetlileri adlı eserinde Frantz Fanon ilk tepkiyi gösterene kadar da neredeyse hiç ses çıkarılmamıştı.
“Kimsenin elleri temiz değil, masum seyirciler yok. Hepimiz ellerimizi toprağımızın bataklıklarında ve beyinlerimizin korkunç boşluğunda kirletme sürecindeyiz.”
Tekrar Edward Said’e dönersek sömürgeci ülkelerin sömürülen ülkeler hakkında ne düşündüklerini daha iyi anlama şansımız olacaktır.
“Ancak önemli olan Asya’nın kendisi değil, modern Avrupa açısından işe yararlılığıydı.”
Her iki düşünür ve yazarın eserlerinin etkisiyle sömürgecilikten sonra yazılmış metinleri kapsayan eleştirel ve edebî bir alan olan ‘Postkolonyalizm’ kavramı ortaya çıkmıştır.
Bu edebiyat türü yukarıda sözünü ettiğimiz gibi romanın tarihle birlikte değişen yüzünün en önemli göstergelerinden biridir. Bu dönem öncesinde roman, bireyin iç dünyasına yönelik unsurlar taşırken Postkolonyal dönemle birlikte özellikle Afrikalı yazarların hegemonik metinleri eleştirdikleri, sömürgeden kurtulan ulusların yaşadığı kültür dönüşümündeki tehlikeleri ve fırsatları ortaya koydukları metinlere dönüşmüştür.
Postkolonyal edebiyatın edebi bir tür olmasından öte kültürel, politik ve tarihsel bir sorgulama alanı oluşturması da önemli bir özelliğidir. Sömürgecilik sonrasında kültür yapısı bozulan, ekonomik kaynakları sömürülen ülkelerin bu eserlerin ana konusu olmaya başlamalarıyla birlikte kolonyal dönemin her iki öznesinin (sömürenler ve sömürülenler) geride bıraktıkları kolonyalist süreçteki izleri de bu vesileyle ortaya çıkmaya başlamıştır.
Sömürgeci ülkeler sadece kara propaganda yapmakla ve sömürge ülkelere ekonomik ve kültürel anlamda baskı kurmakla kalmamış, bu ülkelerin zeki çocuklarını da özellikle Britanya okullarında eğitim almaları için yanlarında götürmüşlerdi. Postkolonyalist edebiyatın temellerinin atılmasındaki en önemli etkenlerden biri de bu olmuştu aslında. Sömürgeci ulusların amacı, sömürülen ülkelerin ekonomik kaynaklarıyla birlikte zeki beyinlerine de el koymaktı ama zaman içinde bu durum genellikle beklenilen sonucu vermedi. Britanya’da eğitim gören bu çocuklar eğitimlerini tamamladıktan sonra ülkelerine geri döndüler ve edebiyatın çeşitli dallarında özellikle de romanda postkolonyal eleştiri anlayışının kapısını araladılar.
Kuzeye Göç Mevsimi
Yazının başında Kuzeye Göç Mevsimi’nin sömürgeciliğin Sudan üzerindeki kültürel etkisini ve bu etkinin sonuçlarını yansıtan postkolonyal bir roman olduğunu söylemiştik. Eserin ana konusu, bir yandan İngiliz sömürgeciliğiyle kültürel olarak melezleştirilmeye çalışılan diğer yandan ülke geleneklerine sorgulamadan sahip çıkmaya çalışan Sudan halkıdır. Ülkenin Nil Nehri kıyısında bulunan bir köyde yaşanan karmaşık ilişkileri de metnin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.
Sudan sömürgecilik sonrasında bağımsızlığını kazanmıştır kazanmasına ama bu durum, ülkenin siyasi çekişmelerden kurtulabildiği anlamına gelmemektedir. Postkolonyal edebiyatın en önemli eserlerinden biri olan Sudanlı yazarın bu romanı, ilk kez 1966 yılında Beyrut’ta yayımlanmış ve 2001 yılında da Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20. yüzyılın en önemli romanı ilan edilmiştir.
Tayeb Salih tarihi, siyasi, edebi ve kültürel olarak sömürgeciliği eleştirdiği ve postkolonyal türün tüm özelliklerini taşıyan romanında, Doğu-Batı sorununu, İngiltere’ye eğitim alması için gönderilen ana karakter Mustafa Said üzerinden vermektedir. Aldığı eğitimden sonra hayatını İngiltere’de sürdürmeye devam eden ve sonra Sudan’a dönen karakter küçük bir köye yerleşir ve burada Hasna ile evlenir. Romanın isimsiz anlatıcısı da yedi yıl Avrupa’da eğitim görmüş, daha sonra köyüne dönmüş ve bir şekilde Mustafa Said ve karısı Hasna ile yolları kesişmiş bir başka karakterdir. Mustafa Said ve anlatıcı arasında gelişen dostluk en önemli izleklerden biridir. Onun hayat hikâyesini anlatıcıya anlattığı bölümlerde anlarız ki sıradan bir karakter değildir o. İngiltere’de eğitim aldığı dönemde sömürgecilik ekonomisi üzerine araştırmalar yapmış, bu konuda kitapları bulunan bir ekonomisttir.
Burada tekrar Edward Said’e dönmek istiyorum. Said, daha önce sözünü ettiğimiz Kültürel Emperyalizm adlı kitabında, Tayeb Salih’in, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanını tersine çevirdiğini söylüyor. Bunu da birkaç örnekle açıklıyor.
Emperyalizm tarafından Afrikalı insanlara karşı uygulanan vahşetin ve fildişi ticaretinin acımasızlığını Batılı fakat eleştirel bir gözle anlatan Conrad’ın roman kişisi Kurtz, emperyalist ülkeden sömürülen ülkeye gider. Tayeb Salih’in kara derili Mustafa Said’i ise sömürülen ülkeden emperyalist ülkeye yani beyazların topraklarına kuzeye doğru yola çıkar. Her iki romanın anlatıcıları da benzerdir. Başka karakterler üzerinden kendi anılarını anlatmaktadırlar. Conrad’ın Kongo Irmağı da Kuzeye Göç Mevsimi’nde Nil Nehri’ne dönüşmüştür.
“Ve nehir… O olmasa ne başlangıç ne de son olabilirdi. Kuzeye doğru akıyor, hiçbir şey umurunda değil; önüne bir dağ dikilirse doğuya doğru akmaya başlıyor; derin bir çöküntüye rastlarsa batıya dönüveriyor ama er ya da geç, o durdurulamaz yolculuğu, kuzeyin denizlerinde nihayete eriyor.”
Mustafa Said sömürgeci ülkede aldığı eğitimin sonucunda elde ettiği bilgi ve tecrübesiyle teknolojik anlamda köyün değişimini sağlamaya çalışır ama değişmeyen geleneklerin etkisiyle iki kültür arasında sıkışıp kalır. Sınırlar sömürgeciliğin baskısından kurtulmuş olsa da, köy halkı kendi zihinlerinde yarattıkları geleneklerin sömürgeciliğinden kurtulamamışlardır.
Üçüncü Dünya ülkesi kadınlarının sıkışmışlığı, Mustafa Said’in karısı Hüsna karakteriyle verilir. Ailenin emrine itaat etmiş görünse de itaatsizliği kendi yöntemleriyle uygulayan Hüsna, içinde yaşadığı toplumun kadını aşağılayan, ötekileştiren ve toplumun yozlaşmış tutumuna karşı kadının mücadelesini temsil eden önemli karakterlerden biridir.
Mustafa Said ise Batı’da yaşadığı dönemde yasalar karşısında suçlu bir bireyken Sudan’a geri döndüğünde halkın teknolojik gelişimine katkıda bulunduğu için kahramanlaştırılan biri olmuştur.
“Bir insan sırf ekvatorda yaratıldığı için bazıları onu köle, bazılarıysa tanrı olarak görüyor. Bunun anlamı ne? Orta yol nerede?”
Kuzeye Göç Mevsimi’nde geriye dönüşlerle ana karakterin yaşam öyküsünü okuyor olsak da yazarın asıl yapmak istediği bu ülkede yıllar süren sömürgeciliğin getirdiklerini sembolik karakter Mustafa Said üzerinden ele almak ve tarihçilerin boşlukta bıraktığı gerçeklikleri gün yüzüne çıkarmaktır.
Tayeb Salih ülke tarihinin önemli zamanlarına da göndermeler yapar. Romanda kullanılan zaman ve ana karakter Mustafa Said’in kurmacadaki eylemleri, Sudan tarihindeki önemli olaylara denk gelmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz tarih ve kurmacanın iç içe geçmişliği ve tarihçilerin -bilinçli ya da değil- dışarıda bıraktığı, çoğu zaman da göz ardı ettiği karanlık bölgelere ulaşan Kuzeye Göç Mevsimi tarihsel metinlerin sunabildiği gerçeklikten daha üstün gerçekliklere ulaşabilmeyi başarmış önemli romanlardan biridir.
Yararlanılan Kaynaklar:
Tayep Salih: Kuzeye Göç Mevsimi/Ayrıntı Yayınları/ 2. Basım
Daniel Defoe: Robinson Crusoe/YKY Yayınları
Franz Fanon: Yeryüzünün Lanetlileri/Versus Kitap
Edward Said: Şarkiyatçılık / Metis Kitap 2013
Edward Said: Kültürel Emperyalizm / Hil yayın. Eylül 2016
Dergipark: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/86102
Derya Güler Aydın-Çınla Akdere: Edebiyattaki İnsan / İletişim Yayınları
Meryem Kılıç: Afrika Edebiyatında Postkolonyalizmin Sudan Örneği. Tayeb Salih’in Kuzeye Göç Mevsimi Romanı Yüksek Lisans Tezi.
James Joyce, Daniel Defoe Üzerine Konferans, Università Popolare, Trieste, İtalya, Mart 1912
www. wikipedi
Daha fazla Panzehir kitap analizine buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.