İlknur Demir

KAYIP ZAMANIN İZİNDE KENT VE KADIN

Başkalarının Bakışına Hapsolan Odette

Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtıyla ilk karşılaşmam, henüz otuzlu yaşlarımın başındayken gerçekleşmişti. Belli ki o dönemde zaman kavramını yalnızca doğrusal bir çizgi üzerinde ilerleyen ve kaybedilmesi mümkün olmayan, tersine sınırsız bir vaat gibi önüme serilen bir olgu olarak düşünüyordum. Zaman felsefesine ilişkin okumalar yapmış olsam da kuramsal metinlerle gerçeklik arasındaki bağı kuramıyor, bu nedenle olsa gerek zamanın kaybedilebileceğinin bilincine varamıyordum. Belleğimde özlemle geri çağırabileceğim sahnelerin azlığı, Proust karşısındaki suskunluğumun ve ona karşı mesafeli kalışımın başlıca nedenlerinden biri olmalıydı.

Yıllar sonra Proust’un anlatıcısının madlen kurabiyesini çaya batırdığında yaşadığı epifaninin benzerini kendi yaşamımda deneyimledim. Serinin en bilinen sahnesidir, madlen kurabiyenin çaya batırılmasıyla yaşanan beklenmedik hatırlayış. Bu beklenmedik hatırlayış -gayri iradi hafıza- tat ve kokuyla birlikte bilincin derinlerine gömülü en eski anıları -uzak hafızayı- gün yüzüne çıkarır.
Ben de yaşadığım şehrin çok uzağında tecrübe etmiştim bu beklenmedik hatırlayışı. Bir köy lokantasında sunulan kızarmış patlıcan ve taze ekmeğin birlikteliği, babaannemin bahçesinde dut ağacının altında kızartılan patlıcanların, henüz fırından çıkmış taze ekmeğin arasına sızan tadı ve kokusunu hatırlatmıştı bana. Proust’un sözünü ettiği gayri iradi hafıza tam da bu olmalıydı. Ne var ki, yıllar öncesinde kalan o güne dair hatırladıklarımı aynı anıyı paylaştığım kişilere aktardığımda, ortak bir bellekle karşılaşmadım. Kimi yalnızca dutun tadını anımsıyor kimi bacağını tırmalayan kediyi, bazıları ise o günü bütünüyle unutmuş görünüyordu. İşte o an fark ettim ki ortak bir ânın üzerinden geçen zaman, her birimiz için geçmişi farklı inşa etmemize neden oluyordu. Bu durum -Proust’un işaret ettiği gibi- aynı ânın farklı hafızalarda birbirinden kopuk bir şekilde yaşanmasına, belleğin öznel ve seçici doğasına götürüyordu beni.
Hatırladıklarımız gerçekten “bizim” anılarımız mıydı, yoksa belleğin seçici öznel işleyişinin bir ürünü müydü?
Gayri iradi belleğin madlen kurabiye aracılığıyla ortaya çıktığı bu epifani anı bilimsel araştırmalara da konu olmuş ve Proust’un izlenimler yoluyla ulaştığı gerçeklik bilimsel deneylerle de doğrulanmıştır. Ona göre; bilimde deney neyse edebiyatta da izlenim odur. Ancak izlenim Proust için durağan değil sürekli dönüşen bir yapıya sahiptir. Bir izlenim başka bir şeye, o şey de yeni bir şeye dönüşür. Kayıp Zamanın İzinde okurunu en çok yoran da aynı paragrafta hatta aynı cümlede şeylerin, bu sürüp giden dönüşümüdür.  Okur şeylerin peşinde iken dönüşümü kaçırır. Oysa Proust’un metnindeki asıl anlam, kaçıp giden bu dönüşümlerde gizlidir. Bakış ve izlenimler yoluyla şeyler durmadan dönüşür.
Seri boyunca karşımıza çıkacak olan karakterlerin aşklarında da bu dönüşümlerin izlerini görmek mümkündür.
Kent ve Hafıza: Aşkın Yanılsama Hâli
Kayıp Zamanın İzinde’de karşımıza çıkan ilk aşk Swann’ın Odette’e duyduğu aşktır. Bu aşk yalnızca bireysel bir tutkunun ifadesi değil, serinin bütününe yayılacak olan aşkın yanılsamalar ve izlenimler üzerine kurulu doğasının da ilk örneğidir. Proust’un ele aldığı tüm kavramlarda olduğu gibi anlatıdaki aşk da bireysel bir duygu durumunu aşar ve belleğin işleyişini açığa çıkaran bir sahneye dönüşür. Anlatıcının belleği üzerinden kurgulanan bu aşk anlatısı, bireysel hatırlamanın öznelliğini romanın temel yapısal ilkelerinden biri haline getirir. Böylelikle aşk da zamanın, hafızanın ve benliğin inşasında belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkar.
Proust’un evreninde aşk gibi mekân da belleğin ve zaman algısının temel taşıyıcılarından biridir.
Metinde kendine yer bulan kentler, sıradan bir “tasvir” olmanın ötesine geçerek, yine bireysel hafızayı uyandıran ve geçmişi geri çağıran unsurlar haline gelir. Anlatıcı, okuru bu mekânların içinde dolaştırırken kendisi de geçmişin izlerini sürer ve kent aracılığıyla içsel bir yolculuğa çıkar. Böylece kent, bir yaşam alanı olmaktan çıkar ve hafıza alanına dönüşür. Kent anlatıcı için yalnızca dış dünyanın bir yansıması değil bir hafıza mekânıdır da aynı zamanda. Anlatıcı için anıların yeniden kurgulandığı, benliğin yeniden inşa edildiği alanlardır.
Combray gibi küçük bir kasaba, kilisesi, saat kulesi, anlatıcının evinin odaları ile anlatıcının çocukluk anılarının haritası gibidir.  Yukarıda sözünü ettiğimiz madlen kurabiyenin çaya batırılmasıyla anlatıcının gayri iradi hafızasının tetiklendiği ve çocukluk anılarına geri döndüğü yerdir burası. Bir sahil kasabası olan Balbec ise anlatıcının gençliğini, aşklarını ve hayal kırıklıklarını yaşadığı dönüşüm mekânıdır.
Swann’ın aşk yanılsamasının izlerini taşıyan, anlatıcının anılarını yeniden kurgulamasına, benliğini tekrar yaratmasına imkân veren ve hafıza alanına dönüşen Paris ise La Belle Epoque -altın çağ- olarak adlandırılan dönemin merkezidir. Sözde teknolojik ilerleme ve kültürel zenginliklerle dolu bu dönem adım adım yaklaşan I. Dünya Savaşı’nın gölgesi altındadır. Bu gerçeklik Proust’un romanında kapsamlı bir şekilde karşımıza çıkar. Dönemin sanatını, aristokrasi ve burjuvazinin yaşam tarzını en derin katmanlarına kadar işler. Toplumsal yaşamın akışını, sınıf farklılıklarını, arzuları ve alışkanlıkların en yoğun hâlini gözlemlediğimiz bir mekân olarak karşımıza çıkan Paris’teki salonların en önemlilerinden biri Verdurin konağıdır. Öyle ki bu aile burjuva dünyasının bilindik toplantılarına karşı sunmaya çalıştıkları alternatifi, hayata geçirebilmek için “küçük klan” adını verdikleri bir topluluk kurmuşlardır. Seçkinlik iddiası ile kurulan bu klan aslında, yalnızca onların düşüncelerini paylaşan, onlara boyun eğen ve sadakatini hiç bozmayan kimselerden oluşmuştur.
Bu salonun ilk üyelerinden biri de Odette’tir. Onun için bu salon, toplumun ona dayattığı dışlanmış hayat hikâyesinden sıyrılabildiği ender mekânlardan biridir. Aidiyetin huzurunu, kabul edilmiş olmanın güvenini ilk kez burada hisseder; Verdurinlerin salonları, onun için bir sığınaktır.  Yanılsamalarla örülü Swann ve Odette aşkının filizlendiği yer de burasıdır.
Swann’ın Odette’e olan aşkı da belleğin yanılsamalar ve izlenimler aracılığıyla nasıl işlediğini gösterir. Swann’ın aşkı, Verdurinlerin bir akşam davetinde dinlediği Vinteuel’in sonatındaki bir cümlecikle zirveye ulaşır.
Ve aynı anda, cümlecik ona, daha önce hayalinden bile geçmemiş, çok özel zevkler vaat etmişti; bu zevkleri kendisine başka hiçbir şeyin tattıramayacağını hissediyordu, cümleciğe ilişkin duygusu, meçhul bir aşktı adeta.
Swann’ın aşkı, Odette’i Boticelli’nin bir freskindeki Tsippora’nın yüzüne benzetecek kadar kendinden geçirmiştir.  Tsippora Sistina Şapeli’inde Boticelli’nin, Musa’nın Hayatından Sahneler freskinde yer alan, Musa’nın karısıdır. Odette ve Tsippora arasında kurduğu bu benzerlik Swann’a haz verir. Odette’ten uzakta olduğu zamanlarda girdiği kıskançlık krizlerinde Odette’te hep Tsippora’yı bulur. Oysa Odette ne Tsippora’ya benzer ne de Swann’ın hayallerini süsleyecek türden bir kadındır.
Spinoza’nın, “Güzellik algılanan nesnenin bir niteliğinden çok, onu algılayanda uyanan bir etkidir.” sözünü çağrıştırır bu durum.
Swann onu çirkin bulmamıştı şüphesiz, ama onda bulduğu güzellik, kendisinin ilgisiz kaldığı, içinde bir arzu uyandırmayan, hatta fiziksel olarak iten türden bir güzellikti.
Aşkın bu yanılsama hâlinde Swann için Odette sadece arzularının nesnesidir. Doğrudan ulaşamadığı nesneye izlenimler ve çağrışımlar aracılığıyla ulaşır, bu izlenim ve çağrışımlarsa bir süre sonra kıskançlığa dönüşür. Odette’in sadakatsizliğini sezdiğindeyse, zihni onu gerçeklerden koruyan gerekçeler üretmesine neden olur.
Başkalarının Gözünden Yazılan Kimlik: Odette
Swann’ın, Odette’e olan aşkı, kendi öznel arzusundan çok başkalarının bakışını içselleştirmesinin sonucudur. Onu kendi gözleriyle değil, toplumun gözleriyle görür. Kıskançlığının kökü de buradadır: Swann, Odette’in gerçek varlığını değil, başkalarının bakışlarındaki imgeyi kıskanır.
Geçmişi hakkında çok az şey bilinen Odette, bu belirsizliğin içinden doğan bir “boşluk” tur Paris salonlarında. Bu boşluğu doldurma ihtiyacında olan toplum, onu bir figüran, bir aktris, belki de hafifmeşrep bir kadın olarak damgalar. Odette’e toplumun yakıştırdığı bu özelliklerin onun karakterinin parçaları olup olmadığı ise muammadır.
Odette’in geçmişi ne kadar boşluklarla doluysa, Swann’ınki de bir o kadar belirgindir.
Paris sosyetesine mensup, varlıklı ve kültürlü Yahudi bir ailenin oğludur. Entelektüel kimliği ile ön plana çıkan Swann, Odette’e duyduğu tutkulu ama yıkıcı aşk yüzünden yalnızlaştırılan bir figür olarak seri boyunca okurun karşısına çıkacaktır.
Yüzeysel ilişkiler kuran, entelektüel derinlikten çok, sosyal becerilerle hareket eden Odette’in keskin bir toplumsal sezgisi vardır; kimin neyi duymak isteyeceğini bilir. Sahte bir zarafetle hareket eden, çiçekleri, modayı, güzel eşyaları seven ama bu beğenileri daha çok görünüş ve etki yaratmak için kullanan Odette, kendisini beğendirebilme yeteneğini statü kazanmanın anahtarı olarak görür.
Proust, Odette’i kendi gerçeğini taşıyan bir kişi değil, Paris burjuvasında, başkalarının bakışında yazılmış bir hikâye olarak kurgulamıştır.
Odette’in varlığı kendi özünden değil, başkalarının bakışından türemiştir. Böylece Odette, yalnızca Swann’ın arzusunun nesnesi değil aynı zamanda toplumun kadına inşa ettiği kimliğin de alegorisidir.
1880’lerin sonunda yalnız yaşayan, boşluklarla dolu bir kadının toplumca yazılan hikâyesi, aslında modern dünyanın da en temel deneyimlerinden birine işaret eder: Özne, kendi benliğini değil, başkalarının ona yazdığı senaryoyu yaşar. Odette’in kimliği bu yüzden belirsiz kalır ve Swann’ın zihninde başkalarının yorumlarıyla şekillenir. Swann ise bu belirsizliği, yalnızca dedikodularla, kıskançlıkla, toplumsal sınıfların önyargılarıyla örmekle kalmaz; aynı zamanda aşkın ne’liğine dair bir soruya dönüştürür. Kimi severiz? Özneyi mi yoksa başkalarının gözünde yansıyan bir imgeyi mi?
Odette’in geçmişi her zaman şimdinin içine sızmaktadır. Bergsoncu bakış açısıyla baktığımızda zaman; şu anımız ve kurguladığımız anılarımız arasında gelgitler yaşadığımız uzatılmış bir zamandır. Odette bu uzatılmış zaman içerisinde ve kolektif bellek tarafından zincirlenmiş durumdayken Swann’da onunla birlikte bu zincirlerin tutsağıdır. Toplumsal bellek hem Odette’i hem Swann’ı özgürlükten mahrum eder. Odette kent insanının bakışına, Swann ise aşk yanılgısının içine hapsolur.
Swann toplumsal belleğin bu tutsaklığından Odette’e bir kimlik yükleyerek kurtulabilecektir. Ama o kimlik gerçekten Odette’midir?
Kimdir Odette. Toplumsal belleğe sıkışıp kalan hafifmeşrep bir kadın mı yoksa Swann’ın gözündeki Boticelli’nin Tsipporası mı? Ya da tüm bunların dışında Paris’in burjuvazi salonlarına sıkışıp kalmış kendi aynasına bakamayan bambaşka bir Odette mi?

İlknur Demir

 

 
Yararlanılan Kaynaklar:
  • Marcel Proust/Kayıp Zamanın İzinde (Roza Hakmen, Çev.) Yapı Kredi Yayınları (7 cilt)
  • Henri Bergson /Madde ve Bellek (2007-İ. Ergüden, Çev.)-Dost Kitabevi
  • Eric R. Kandel/Belleğin Peşinde- Yeni Bir Zihin Biliminin Doğuşu (2011-Mehmet Doğan,çev.)-Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
  • Spinoza/Ethica (2011-Çiğdem Dürüşken, Çev.)- Kabalcı Yayınevi
  • Deleuze/Proust ve Göstergeler (2016-Ayşe MeralÇev.)- Alfa yayınları
  • Jonah Lehrer/Proust Bir Sinirbilimciydi (2020-Ferit Burak Aydar ,Çev)-Ayrıntı Yayınları
  • Özgür Taburoğlu/Marcel Proust geniş Zamanın İzinde (Aralık 2022)-Doğubatı yayınları
  • Nedret Öztokat Kılıçeri/Proust’un Anlatıcısı Üzerine-Academia.edu

 

Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir