BİR İFŞANIN ANATOMİSİ
Amerikalı yazar Toni Morrison, En Mavi Göz adlı ilk romanında ağır bir tacize uğrayan on bir yaşında bir kızın, Pecola’nın hikâyesini anlatır. Bu hikâye gelişini, gidişini ve sonrasını herkesin bildiği bir “sır”dır. Herkes bilir ama “Aramızda kalsın” ya da “Şş, başka kimseye söyleme” veya “Bunu kimsenin öğrenmemesi lazım” cümleleriyle dilden dile yayılır.
Romandaki anlatıcı “Hepimiz-onu tanıyan herkes- pisliğimizi ona silerek temizledikten sonra çok erdemli hissettik kendimizi. Onun çirkinliğinin üzerine bindiğimizde hepimiz çok güzeldik. Sadeliği bizi süsledi, suçu günahlarımızdan arındırdı, çektiği acı sağlıkla ışıldamamızı sağladı, acayipliği sayesinde mizah anlayışımız var zannettik. Onun konuşmaması kendimizi dilbaz sanmamızı sağladı. Karabasanlarını bile kendi kabuslarımızı bastırmakta kullandık. Egolarımızı onun üzerinde biledik, karakterlerimizin içini onun kırılganlığıyla yumuşacık doldurduk ve güçlü olduğumuz yanılsamasıyla esnemeye koyulduk” diyerek etraftaki suskunluğun acımasız tarafının altını çizer.
Toni Morrison romanını yıllar sonra değerlendirirken “Kitabın yayınlanması (yazılmasının aksine) ifşa etmek anlamına geliyordu, yazmaksa sırların açıklanmasıydı, ‘bizim’ aramızdaki ve gerek kendimizin gerekse topluluğun dışındaki dünyanın bizden sakladığı sırların açıklanması demekti” diyerek sırlar ve ifşa etmek üzerine okuyanı yazanı düşündürüp harekete geçiren bir söylem ortaya koyar.
Madem öyle, sır ve ifşa çemberini kırmak adına ben de bir hikâye anlatacağım size.
Tıpkı Pecola gibi on bir yaşında bir kızın hikâyesi bu. İlkokul beşinci sınıfa gidiyor. Çok çalışkan. Çalışkanlığı hırs ya da mecburiyetten değil. Kişisel hırslar geliştirecek yaşlarına erişmemiş henüz, başkaları üzerinden ölçülecek türde bir hırsı hiçbir zaman geliştirmeyeceğini o zamanlar bilmiyor. Çalışkan çünkü çalışmayı çok seviyor. Çalışmayı hep çok seveceğini de henüz bilmiyor. Çok okuyor, öyle ki annesi babası ona kitap yetiştiremiyor. Hayalleri yaşına göre çok geniş, Jules Verne romanlarına burnunu gömüp kâh denizin yirmi bin fersah altına iniyor, kâh balonla seksen günde dünyayı dolaşıyor. Gizli gizli kendi küçük öykülerini yazıyor ve bunu sır gibi saklıyor. Asıl ağır sırlarının başlamasına çeyrek kaldığının, sırların türlü türlü olduğunun, bazılarının beyaz sayfalarda düzgün bir el yazısıyla yazılmış tatlı öyküleri sollayıp son derece can yakıcı ve bir ömrü şekillendirici olabileceğinin farkında değil. Nasıl olsun, o daha bir çocuk, saçları iki örgülü, göğsü dümdüz, kalçaları daracık, bildiğin çocuk.
Bu çocuk Anadolu liseleri sınavlarına hazırlanmaya başlıyor. Bu liselere ilkokuldayken girilen, liyakat kavramının içinin boşaltılmadığı ve Anadolu Liselerinin Anadolu Lisesi olduğu zamanlar. Bu okullar zeki ve çalışkan çocukları sınavla seçerek alıyorlar. Ailesi ve öğretmenleri onu bu okula yakıştırıyor. O henüz kendisini bir yere konumlamıyor ama işin ucunda çok çalışmak varsa tamamdır o.
Öğlene kadar okula gidiyor, öğle sonraları da dershaneye. Okul ve dershane evine çok uzak. Sabahları babası okula bırakıyor, sonrasını şekillendirmek ona ait. Öğlen okuldan çıkıp dershaneye yürüyor, derslere girip akşam üzeri belediye otobüsüyle eve dönüyor.
On bir yaşında sorumluluklarının bilincinde bir çocuk olarak koca bir günü programlayıp düzenlemek ona doğal ve kolay geliyor. Dershanede de başarılı, testleri neredeyse hep doğru cevaplıyor, dershane yöneticileri annesini çağırıp gururla bundan bahsediyor. Saçlarını iki örgü yapmaya devam ediyor, teneffüslerde Sütsal Dondurma yemeye bayılıyor, ders kitaplarını ve test kâğıtlarını boyuna çizgili rengârenk çantasına düzgünce koyuyor.
Dersler sona erdiğinde çantasını omzuna asıp dar sokaklardan otobüs durağına yürüyor. Sokaklar loş ve ıssız ama henüz hiçbir şeyden korkmuyor. Korkulacak ne çok şey olduğuna dair bir bilgisi yok.
Sonra o adam çıkıyor karşısına. Hayır, ıssız ve loş sokaklarda değil, belediye otobüsü durağında.
Bugün bile gözlerinin önünde; kısa boylu, kara bıyıklı, bordo rengi kumaş pantolonlu bir adam. Onunla hep aynı otobüse biniyor, olabilir, aynı yöne giden çok adam, kadın ve çocuk var. İş ve okul çıkış saati olduğu için otobüs hep çok kalabalık oluyor. Örgülü saçları, rengârenk çantası ve çocuk bedeniyle mecburen araya sıkışıyor. İsyan etmiyor çünkü isyanın gücünü henüz bilmiyor. Otobüse binmesi gerekiyor ve biniyor, bu kadar.
Adamın ne zaman ona dayanmaya başladığını sonradan düşündü düşündü, hatırlayamadı. Adam onca insanın arasında her seferinde onun arkasına geçmeyi başarıyor. Geçiyor ve bordo rengi kasıklarını dayıyor, pis elleriyle dokunuyor. Ortalık o kadar kalabalık ki kaçmayı başaramıyor. Çantasını sırtına kaydırmaya çalışıyor ama beceremiyor. Adam geliyor, onu buluyor, tüm gücüyle dayanıyor. Çocuk kalçaları yangın yeri, kendini zincirle bağlanmış gibi hissediyor, midesi bulanıyor, bağırıp çağırmak istiyor ama çok utanıyor, sesi boğazında düğümleniyor. Kimse görmüyor, duymuyor, ses etmiyor.
Adamın kasıklarından tüm bedenine yayılan sertliğin manasını kavrayamıyor ama tüm iliklerine kadar nefret ediyor. Onca insanın arasında kendini çok yalnız ve çaresiz hissediyor. Ortalıkta bir yerlere oturtamadığı çok karanlık ve kötücül bir şeyler var.
Bir süre sonra adamın her gün durakta onu beklediğini fark edince korkusu iyice artıyor. Şanslıysa bazen iki otobüs arka arkaya geldiğinde koşup öndekine ya da arkadakine binerek adamı atlatmaya çalışıyor ama başarılı olamıyor. Adam her seferinde onu buluyor.
Çocuk, kara bıyıklardan ve bordo rengi kumaş pantolonlardan da nefret etmeye başlıyor. Bunun bir ömür sürecek büyük bir nefret olduğunu henüz bilmiyor ama içinde büyümeye başlayan ağır ve pis kokulu duygu onu uykularını kaçıracak kadar rahatsız ediyor.
Heykel durağında biniyorlar, adam Altıparmak’ta indiğinde kız nefes almaya başlıyor. Altıparmak durağına kadar geçen yarım saatte katlandığı şeyin onu neredeyse boğmak üzere olduğunu nefes alınca fark ediyor ama ertesi gün aynı şeyi tekrar yaşıyor.
Bu durum yaklaşık altı ay sürüyor. Altı ay boyunca yaşadığı sistematik tacizle kız çocuğu nefret, iğrenme, çaresizlik, utanç ve yalnızlık duygularıyla tanışıyor.
Yaşadıklarını ne ailesine ne de öğretmenlerine anlatabiliyor. Bunu neden yapamadığını daha sonra çok düşünüyor ve o kız çocuğunun duyulmayacağını, görülmeyeceğini, ciddiye alınmayacağını hissetmiş olabileceği gerçeği koca bir kadın olduğunda bile canını çok yakıyor.
Yaşadığı tüm o ağır duygulara rağmen çocuk Anadolu Lisesini kazanıyor, herkes seviniyor, o da seviniyor, sevinmeyip en yapsın, hem zaten tacizler de sona ermiş.
Şimdilik.
Girdiği yeni okulda da çok çalışıyor ama bir süre sonra ciddi bir yeme bozukluğu yaşamaya başlıyor. Yemek yemeyi neredeyse tamamıyla reddederek tüm bedensel gelişimini durduruyor. Hatta bunu kontrol edebildiğini fark etmek hoşuna bile gidiyor.
Bu kız çocuğunun bedeniyle barışması yıllarını alıyor.
Uzun yıllar sonra fark ediyor ki bu çocuk, yemek yemeyerek aslında büyümeyi ve kadınlığa geçişi geciktirmeye çalışmış ve bir yere kadar başarmış da ama bunun aslında ölümcül bir hastalık olduğu bilgisi kalbini titretiyor.
Bedenine bulaşan kara yüzünden ömrü boyunca bıyıktan hatta kara bıyıkla simgelenen tüm ideolojilerden bile nefret ediyor. Nefret duygusunun önce taşıyana yük olduğunu fark edecek yaşlara eriştiğinde ise nefreti bir kenara bırakıyor ama bıyık sevmediği gerçeğini değiştirmeye uğraşmıyor.
Çocuk bedeniyle ağır bir karanlık içinde el yordamıyla ilerlediği o zamanlarda görülmemenin, duyulmamanın, anlatamamanın onda yarattığı ağır mağduriyetin, sırtından her yerine yayılan sertlikten bile daha kötü olduğunu, iş ve eş de dahil olmak üzere hayata dair tüm seçimlerini etkileyeceğini o zamanlar bilmiyor.
Mağdur olmayı farkında olmadan inatla reddediyor ama tüm ömrünü sesini duyurabileceği, görülebileceği, fark edileceği ilişkiler üzerine kurmaya çabalıyor.
Başarılı olduğu zamanlar, olmadığı zamanlar var ama çabaları halen devam ediyor. Belki de yazmaya dair tutkusunun asıl sebebi budur. Hele bir de yazdıkları yayınlanırsa eğer, önce yazarak sırları açıklamanın sonra da bunları en az bir kişinin okuyacağını bilmenin ruhunda yarattığı serinliğe sığınıyor.
Çocukluktaki ağır kayıplar ya da hiç bulunamayanlar bir ömür aranırmış meğer.
Burnuna kadar yükselip onu boğan utanç ve çaresizlik duygusunu kimseye anlatamamasını çocukta değil, o zamanlar etrafında olup onda o güven duygusunu vermeyenlerde aramak gerektiğini bir yetişkin olarak nihayet dile getirebiliyor.
Belki de o çocuk başkalarının onun üzerinden günahlarından arınmasını, onun karabasanları üzerinden kendi kabuslarını bastıracak olmalarını, egolarını onun üzerinden bilemelerini, konuşmaması üzerinden kendilerini dilbaz zannetmelerini reddetmiştir, kim bilir.
Maruz kaldıklarının çocuk ruhunda ve zihninde yarattığı hasarla daha sonrasında yaşadığı yeme bozukluğunun ölümcül bir hastalık olduğu gerçeğini etrafındaki kimsenin fark etmemiş olmasına rağmen hayattan vazgeçmeyen o kız çocuğunu artık sevgiyle kucaklıyor, saçlarını okşuyor, yanaklarında kuruyalı yıllar olmuş ama taşlı izlerini bırakmış gözyaşlarını parmak uçlarıyla siliyor.
Psikiyatrist Gülcan Özer’in de dediği gibi, travmaların bir son kullanma tarihi olmalı. Sesini duyurmaya çalışma haliyle artık pek o kadar didişmiyor. Hâlâ kendisini dinlemeyenlerle, sesine kulak tıkayanlarla, ışığını fark etmeyenlerle birlikte olma çabalarının eskinin bildik sularında yüzmenin güçlü ama tuhaf çağrısı olduğu gerçeğiyle de nihayet yüzleşti. İyileşmek fark edip yüzleşmekle başlıyor ve hep zaman alıyor.
Bakmayın siz tanrı anlatımının kolaycılığına kaçıp üçüncü tekil şahıs üzerinden bir hikâye dillendirmesine, Toni Morrison’un da dediği gibi yazmak sırların açıklanmasıysa eğer, bunun yayımlanması da ifşası oluyor.
İfşa etme eylemi hiç kolay değildir ve zamanlaması da son derece özneldir. Nedenleri sadece sahibini ilgilendirir ve arkasında hep çok ağır hikâyeler vardır. Kimsenin kimseye niye daha önce anlatmadın, ne oldu da sustun, niye şimdi gibi son derece anlamsız ve tepeden bakan, kibirli sorular sormaya hakkı yoktur.
Nokta.
Daha fazla deneme yazıları okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
