AYSEL KARACA’NIN ARSIZ HAYAT’I ÜZERİNE
İster cep telefonları, TV’ler, ister PC ekranları olsun, ekran çeşitliliği çoğaldıkça doğal yaşam alanlarından kopup beton yapılara hapsolan biz insanlar; bizatihi içinde yer alarak, bir parçası olarak gözlemlemek yerine, bu ekranlardan belgeseller izleyerek doğayı öğrenmeye çabalıyoruz.
Doğa derken kendi toplumsal yaşamımızın kıyısında istiflenmiş canlılar türü kadar, başka türlü görme imkânımızın asla olmayacağı daha başka doğayı, yabanıl ilişkileri de bu merak alanı içinde kabul edebiliriz. Kültürel evrim içinde bugünlere geldiğimizde, türümüze ait kalabalığı şehir sıkışıklığını bertaraf etmek, üzerimizdeki yıkıcılığından kaçınmak için izlemek yerine, elimizde kumanda seyre gömüldüğümüzü söylemek mümkün. Hele ki işsiz-güçsüz olduğumuz depresif dönemlerimizde evden çıkmayıp günlerimizi uykuda geçirdiğimiz için sabahlara kadar belgesel izlediğimizden bahsedersek, durumu abartmış olmayız sanırım.
Bu programlarda hayvanlar, doğaları gereği ava ve avlanmaya programlı canlılardı.
Yaşama tutunmalarını gerektirdiği kadar, belki de yaşamak için diğerini avlayacak ölümcül içgüdüleri vardı. Diğer türlerin aksine biz insanlar ise kültürel evrim geçirmiş ve birlikte yaşamaya programlanmıştık. Hayvanlardaki öldürme içgüdüsü yerini, insanlardaki birlikte yaşama ve yaşatma içgüdüsüne bırakmıştı. Hal böyleyken çağlar içinde evirilerek, dış doğadan kopuşla yüzümüzü kendi türümüze döndük, öldürme güdüsünü hayvanların elinden aldık. En geniş anlamıyla savaşlarla, özelde ise aynı toplum içinde insan ilişkilerinin uyumsuzluğu üzerinden türümüzü öldürmeye başladık.
Bir adım geriden bakıldığında görüyoruz ki, dinler tarihi toplumların yaşayış düzenlerini tasnif etme, yönlendirme işlevi kadar, öldürmeye olan yatkınlığımızı da zapturapt altına almanın aracılığını üstleniyordu.
Oysa öldürmeye olan itirazımızın ana eksenine aldığımız; tanrının kendi katında diğer türlerin en üst sırasına yerleştirdiği, ayrıcalıklı yaratım modeli yani ‘eşref-i mahlûkat’ olan insanların böyle olmaması gerekiyordu.
Nesilden nesile aktarılan model güncellemeleriyle bugünlere kadar geldik. Görülen o ki, bu uğurda pek de yol almış sayılmayız.
Öldürme, göğüs göğse yapılan cenklerle değil de, içinde yer aldığımız toplumsal ilişkilerin yapısından muaf olmayan, kültürel formlarımız üzerinden kalben yaralamaya, yok etmeye dönük oldu. Burada sözü şiire evirip O. Wilde’a a kulak verelim:
Oysa herkes öldürür sevdiğini
Kulak verin bu dediklerime
Kimi bir bakışıyla yapar bunu
Kimi dalkavukça sözlerle
Aysel Karaca’nın Arsız Hayat romanına; kurmaca üzerinden anlatılan, kişinin çevresindekilere zarar vererek, ötekinin kalplerindeki ışığı, yine öteki üzerinden kendi yaşam dizgesini öldürme arzusu, bu arzuyla cebelleşmesinin romanı denilebilir.
Yaşam denilen olgunun ölüm-doğum üzerinden okunduğu düşünülürse, roman kahramanı Akif in önceki benliğini öldürüp kendinden yeni bir kişilik yaratmasının anlatımı bir anlamda roman. Akif’in aldattığı eşi Güliz, bu süreçle başa çıkma sorununu başka bir ülkeye göç ederek, uzaklaşarak, o ülkeye, o ülke kültürüne uyum çabasıyla unutmak ister. Yerine başka olaylar, insanlar, çabalar koyarak, yaşadığı travmayı kafasının en gerisine itme gayretiyle, kendinden başka bir insan yaratmaya çalışır.
Akif ise çocukluğunun geçtiği kasabaya dönerek geçmişle hesaplaşmanın derdine düşer.
Eşini aldatmasının yükü altında, çocukluğunda yaşadığı travmalara sebep olanları cezalandırma arzusuna kapılır. Bu bir anlamda yaptığı kabahati kabullenememe, suçluyu geçmişinde aramanın beyhudeliğine kapılmayı getirir. Olayların farklı seyrini; romanın başında okurun tanık olduğu pedofili kabul edilebilecek bir durumu (yaşamını kararttığı insanların yerine) geldiği kasabada karşılaştığı göçmen çocukların yaşamına dokunarak, onlar üzerinden okur nazarında da, geçmişteki eylemini bağışlanmasının hikâyesi olarak okumak da olasıdır.
Arsız Hayat farklı okuma biçimleriyle, toplumumuzun kültürel referans çeşitliliği üzerinden de okunabilir.
Hal böyleyken; güneşli kubbe altında, etrafını saran yeşil küçük tepeciklerde, o tepeciklerin pencereleri denize bakan evlerinde, geceleri, parlak ayın altında kendisine kulak veren o evlerin ahalisiyle sohbete girişen, dupduru mavi denizin ışıldayarak kendisini seyre dalanı içine çağırdığı bir Atıf Yılmaz filmi gibi okuru sarmalayan bir kitap olarak okuyabiliriz de Arsız Hayat’ı.
Romanın şimdilerde yaşları ellilere varmış okurları ellerinden tutup seksenli yılların kıyı kasabalarında yaşayan o insanlara, o insanların kâh sevinçli kâh acılı ilişkilerine götürdüğünü söylemek mümkün.
Hoyratça, yanılgı ve yenilgilerle geçen gençlik yıllarının ardından orta yaşlara gelmiş yetişkinler olarak bizler; arkamızda bizim yaşlara ulaşamadan bu dünyadan göçüp gidenlerin, onların doya doya yaşayamadıkları hayatın yükünü taşıyanlar olarak, bugün bu romanda, suçluluk psikolojisi altında kıvranan Akif in kustuğu vakitlerde, midesinden oraya buraya saçılan insanlardan birisi miyiz yoksa?
Kubrick’in Otomatik Portakal filmini izleyenler hatırlayacaktır:
Oradaki bir sahnede, boğazına kadar şiddet ve suça bulaşmış kahramana, onu tedavi edeceğine inanmış bir doktor tarafından, boş bir sinema salonunda, oturduğu kırmızı koltuklardan birinde, elleri ve ayakları bağlı, gözkapakları kaşlarına yapıştırılmış bir halde, beyazperdeye yansıtılan seks ve şiddet sahneleri izletilmektedir. Bu işkence, saatlerce belki günlerce sürdükten sonra hasta karakterin rehabilite edildiğine inanan doktor, onu tekrar toplum içine bırakır. Karakter, toplum içinde sinik, utangaç bir hayat yaşarken, karşılaştığı şiddet sahnelerinde istemsizce öğürür, kusar. Akif’in aldatma sonrası, bu durumu anımsatan şeylerle karşılaştığında kasılarak kusması, geçmişteki yaşadığı, yaşattığı şiddetin başka bir türü olarak görülebilecek eyleme karşı verdiği bir tepki olarak görülebilir.
Romana konu olan başat kahramanların eğitimli, sahibi oldukları mesleklerde iyi paralar kazanan ve arzulanmış belli bir yaşamı elde edip o yaşamın konforunda boğulmuş kişiler olduklarını söylemek mümkün.
Hatta en geniş anlamıyla, bugün içinde yaşadığımız toplumun ekonomik göstergeleri üzerinden okursak, zengin olduklarını söyleyebiliriz de. Zengin olmaları, mutsuzluklarını gidermiyor ama. Kitabın sonlarında bir yerde Güliz’in taşındığı İsviçre’de, bir mağazadan elinde poşetlerle çıkmasının ardından yaşadığı mutluluğu buradan okumak mümkün.
Arsız Hayat mı, Hayat Arsızı mı?
Okur olarak bunu sorguladığınızı, düşüncelerinizin geniş bir tahayyül stebinde at koşturduğunu fark ediyorsunuz romanı okurken. Hayatın arsızlığı gibi soyut kavramı biraz daha somutlaştırmak, olgular, olaylar en sonunda da kişiler üzerinden tanımlamak da olası. Travmatik ilişkilerin şekillendirdiği bireyin iradeyi, zafiyeti bir kenara koyarak, talihine olan başkaldırısı, utancın getirdiği yükten kurtulmak için yaşamı sağaltıcı bir besinler bütünü olarak görmesi azımsanmamalı.
Cioran ın “Yaşamak isteyen şeytanla uzlaşmak zorundadır” sözüne atfen:
Travma yaşayan kişi yaşamına devam etme arsızlığını göstermek için kendi özündeki sapkınlığına inat, toplumca da onay görebileceği bir uzlaşı alanı, sebepler zinciri yaratmak zorundadır. Tıpkı Akif in, Güliz’in bir kuşak öncesi benzer acılar yaşayan anne babalarının yaptığı gibi. Akif döndüğü kasabada, çocukluğundan farklı olarak, o dönem orada olmayan mülteci çocuklarının varlığıyla karşılaşır, onların yaşamına dokunur. Diğer tarafta, Güliz’in zaten tutunacağı kızı İpek vardır.
Görüleceği üzere çocuklar temsil figürleri olarak, içinde yaşadıkları toplumca gelecek tahayyülü olarak, romanda figüratif olarak rol almışlardır.
Akif’in bir önceki yaşamında, belli ki ihtiyaç duyduğu halde bir türlü kavuşamadığı özlemi ve hesabı görülmemiş bir geçmişi vardır. Akif’te bu dönüşü kolaylaştıracak iradi bir yan yokken, kabullendiği roller altında hırsına yenik düşüp boğazına dek gömülmüşken, bu kararı Akif’in değil onun yerine başkasının vermesi gerekmektedir. Bu başkası da Güliz’den başkası değildir. Ancak Akif’in de affedilmeyecek bir hata yapıp kovulması, savrulması gerekmektedir. Yeni yaşam ancak bu şekilde var edilebilir.
Yılanın yol üstü bir çalı çıkıntısına, dikenine derisini takıp canının yanması uğruna eski deriyi sökmesi gibi.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.