Sülbiye Yıldırım

PIRASAYA ÖVGÜ YA DA ABSÜRDİZM

Çocuklar mutfaktaki yuvarlak masanın küçüklüğünden hep yakınır dururlardı da hiç oralı olmazdım. Yemeğin döküntüsü içerilere taşınmasın diye sıkış tıkış yemeye aldırmaz, söylenene de kızardım. Ama bugün pazar dönüşü, poşetinden taşan pırasaları üstüne koyunca bir tuhaf oldum inanın. Ya bizim masa çocukların dediği kadar küçük, ya da pırasalar Gulliver’in devler ülkesinden.

Yeşil yapraklarını kırktırmaya kıyamadığım pırasa, masanın çapını boydan boya kaplamış, bir azamet bir heybet yatmış uzanmış. Yetmemiş bir de salmış kendini aşağı; o yapraklar neredeyse yere değecek. Hey gözünü sevdiğimin mübareği! Yıllardır eğreti gelin gibi girdi çıktı mutfağıma ama şimdi şu yatışa bir bakın. Laf aramızda bu yayılma, bu çalım yakışıyor haspaya. Bugüne dek görmezden gelinmesi canına tak etmiş olmalı ki boş yer bırakmamış masada.
Bütün bu azamet, bu sultan tavırlar neden derseniz hemen söyleyeyim, pırasa artık ana yemek kadrosunda. Bundan böyle yok öyle masaya dekor gibi konup kalkmak. Artık ağır abi, mekânın sahibi abla; artık hangisini yakıştırırsanız.
Ne o şaşırdınız değil mi? Nereden çıktı bu pırasa güzellemesi dediğinizi duyuyorum. Boşuna söylenmeyim cancağızlarım. Hüseyin Rahmi’nin dediği gibi, kötü olmazsa iyinin kıymeti bilinmiyor. Siz de pazardaki etiketlerde çift haneli rakamlardan şikâyetçiyseniz, anlatacaklarıma şaşırmayacaksınız.
Hep derler ya, sebze meyveyi mevsiminde tüketin, kış ortasında hıyar yemeyin. Harfiyen uyarım o kurala. Üstelik mevsiminde yetişenler ucuz ve sağlıklı olduğu kadar cebe de dokunmuyor. İşte bu düşüncelerle Kırmızı Şapkalı Kız misali taktım çantayı koluma, doğru pazara. Listemde ıspanak, pırasa, karnabahar, rengârenk vazgeçilmez kış sebzeleri. Hem kalbe yararlı, hem bağırsakların gözde misafiri. Faydaları say say bitmez ama nedense hiçbiri de pek itibar görmez.
Ispanağın yıkaması zordur, ne yapsanız arındıramazsın toprağından. Karnabaharsa pişerken her yeri kokuya boğar, çekilmezdir. Ama pırasa, canım pırasa öyle midir? Dertsiz masa örtüsü gibidir. Ne pişirirken sorun çıkarır, ne yerken. Üstelik kış ortasında, tam mevsimindeyiz. Hem mevsiminde olmasak n’olacak, serada yetiştirilen ejder meyvesi mi bu? Bulsun uygun toprağı, hiç sıkıntı vermeden büyür gider. Zahmetsizdir. Her daim emre amadedir. Pazarın en ucuzu, en boludur diye yerleştirmişim kafaya. O rahatlıkla bakınıyorum tezgâhlara.
Aman o da ne? Olamaz diye haykırasım geliyor. Nasıl bir fiyattır etiketindeki? O andan itibaren hakkındaki düşüncelerim alt üst olmakla kalmıyor, araya saygıya dayalı bir mesafe giriyor. Yavaşça yaklaşıyorum yanına. İncitmeden seçeceğim, en incelerini, en kadifelerini.
“Hoop abla, çek elini” diye gürlüyor pazarcı. “Ne sandın burayı, babanın bahçesi mi? Söyle ne kadar istiyorsan tartayım. Her gelen senin gibi seçerse kalanı kime satacağım?”
“Hadsiz! O nasıl bağırtıydı öyle, adam gibi söylesene. Al da başına çal pırasalarını” diyesim geliyor ama susuyorum. Hanımefendi çizgimi bozamam. Bırakıyorum elimdekileri, dönüp arkamı gidiyorum.
Bir başka tezgâhın başındayım şimdi. “Bir kilo” diyorum pırasalarla muhatap olmadan. Dersimi almışım bir öncekinden, dokunmuyorum hatta bakmıyorum bile tezgâhtakilere. Tartıyor.
“Bir kilo yüz seksen gram, alayım mı yaprakların uçlarını?”
Sol eliyle destelediği pırasalara indirmek üzere sağ elindeki bıçağını kaldırıyor. Bırakın yapraklarını kırptırmayı, ortadan böldürmeye bile gönlüm razı değil. Kaç sap girdi ki kefeye onları da kırptırayım?
“Hayır!” diye feryat ediyorum. “Sakın!”
“Amma yaygara yaptın abla, sanki seni boğazlayacağım” diyor şaşırarak pazarcı. Bugün de bütün densizler beni buluyor, sözleşmişler. Kısa kesiyorum alışverişi. Daha doğrusu paramın yettiği yerde kesiyorum, o da epeyce kısa kalıyor.
Evdeyim işte. Söyleyin şimdi, böylesi maceralı bir alışverişten sonra masada sere serpe uzanışı hak etmiyor mu sultanım? Şu yeşilinin canlılığına bakın. Kökleri nasıl da püskül püskül sarkmış masadan aşağı, Rapunzel’in saçları halt etmiş yanında. Ya o bembeyaz gövdesine ne demeli? Yüz seksen gramlık fazlalığından olsa gerek ışıl ışıl. Her biri telgraf direği gibi mübarek, hem kalın, hem uzun mu uzun. Şimdiye dek canım yeşil saplarına kıydığım için kızdım kendime. Bundan böyle salçalı, kıymalı, yeşil yapraklarıyla birlikte sıcak sıcak yenecek ana yemek kadrosunda.
Neydi o Allah’ın emri gibi hep portakal suyuyla pirinçli, havuçlu pişirmek. Beyazı bol, yeşili az, aralardan kırmızıya çalan rengiyle cin gibi başını uzatan havuçların süslediği şık bir servis tabağında masaya biblo gibi gelip gitmek. Hatta zeytinyağlı pişirilip soğuk yendiği için, yemekten sayılmamak.
 Sahi biz ne ara, zeytinyağlı yiyemem aman’ın peşine takılıp pırasayı rakıya meze ettik de ana yemek kadrosundan çıkardık?
 Amaaan! Soruya bak da hizaya gel. Rakı ne ara girdi sohbete? Ne o, pırasadan meze olmaz mı dediniz? Hiç demeyin, rakıyı seviyorsanız yanında her şey meze olur canım efendim. Bana sorarsanız beyaz peynir, kavundan vazgeçmem, bir de beyaz leblebi. Ama şimdi kavunu, peyniri araya sokup rakının el, cep, bilumum uzuvları yakan dört basamaklı fiyatını, beyaz peynirin geri kalmayıp onu sollamak için pusuda beklediğini aklımıza getirmeyelim. Onların yanında alçakgönüllü kalan pırasanın fiyatına şükredelim. Bahçalarda pırasa’nın oynak havasına kendimizi bırakalım. Ben de gevezeliği bırakayım, yemeği araya sıkıştırayım. Hem içki sağlığa zararlıdır.
Şimdi incitmeden alayım masadan her bir sapı, dilimleyeyim bir parmaktan biraz kalın. Koyayım onları sirkeli suya. Yoksa karbonatlı mı olsun?  Bilemedim şimdi. En iyisi ikisinden bir karışım yapayım, etkisi artsın, zehrini akıtsın. Gerçi alışkınız gittikleri ülkelerde barınamayıp yurda geri dönen pestisitli sebzelere, meyvelere ama bu sefer pırasaya bir asalet katalım. Bir taraftan hamamdaymış gibi kese sabun yıkarken, bir taraftan da yağında salçasını öldüreyim.
Soğan mı dediniz? Ne gereksiz giriyorsunuz araya; anacığım pırasanın kendisi soğan. Soğanı soğana katık edip müsriflik yapmayayım, onun yerine bir patilik kıyma kavurayım.
Aaa, ama siz de pek bir cahil kalmışsınız canım. Yeni mutfak ölçümüz “pati”yi bilmemek de ne demek? Efendim bir mutfak ölçüsü o da. Bir tutam, bir fiske, bir kaşık, bir su bardağı, el ayarı, göz kararı gibi mutfak ölçüsü. Sadece et ürünleri için kullanılıyor. Bir tencere sebze yemeğine konulacak kıyma miktarını artık ev kedisinin patileriyle belirliyoruz. Kedim yok mu diyorsunuz? Siz de pek problemli çıktınız anacığım. Kediniz yoksa Google’dan, Youtube’tan bakıp aşağı yukarı bir ölçü tutturabilirsiniz, değil mi ama? Artık erkekler bile Youtube’la aşçı oldular. Hadi bir kıyak yapayım size, bıldırcın yumurtası kadar diyeyim de işinizi kolaylaştırayım. Bıldırcın yumurtası da ne deyin de düşüp öleyim.
Uğraşamam sizinle, pırasama döneyim.
Oh! Duyuyorsunuz değil mi? Mis gibi koktu salçayla kıyma. Koy pırasaları üstüne, azıcık da sıcak su, çok sürmez yarım saat sonra ağızlara layık kıymalı pırasa hazır. Yanına yaptım mı şehriyeli bulgur pilavı iki günü kurtardık. İki güne yetmez mi diyorsunuz? Siz nerede yaşıyorsunuz Allah aşkına kuzum? Bizim buralarda emekli olunca üçüncü bir öğünü kaldırmıyor bünye. Sabah kahvaltı, akşamüstü akşam yemeği. Nasrettin Hoca’nın Karakaçan’ı gibi alışıyor insan açlığa. Hem uzun süre aç kalmak, oruç diyeti moda şimdilerde. Uymamak olmaz değil mi?
Amaaan, ne kadar dağıttınız konuyu. Yetti gari, pırasayla kurduğum aşk-ı meşke limon sıkmakla kalmadınız, pırasadan rakıya, rakıdan Nasrettin Hoca’ya kalemime taş koydunuz, anlaşıldı bana bu öyküyü yazdırmayacaksınız. Kesiyorum burada.
“Bahçelerde pırasa selam söylen horoza.”*
 *Eskişehir, Seyitgazi yöresinden halk türküsü

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir