İlknur Türkoğlu

SIRTINDAKİ ÜÇ NOKTA

Nokta

Yalnızlık bir uçurum değil, sonsuz olasılıklı bir kavşaktır. En büyük saçmalıkları yalnızlık duygusundan kaçmaya çalışanlar yapar. Yalnızlığın kaçılması gereken bir duygu değil, bir lütuf olduğunu anlayanlar ise dünyanın en huzurlu insanlarıdır.

Aman ne büyük laf ettin. Kabul et, seni bu saçma tekne gezisine getiren de kaçtığın yalnızlığın.

Defterini, kalemini masanın üzerine bıraktı. Hasır çantasından kitabını çıkardı ama ağustosun nemli sıcağında, sallanıp duran bu gürültülü teknede kitap okumak mümkün değil. Alnından yüzüne ter damlaları süzülüyor. Çantasından bu kez de yelpazesini çıkardı, serinlemeye çalıştı. Sahile çok yakın ilerliyor tekne, elini uzatsa kayalara dokunabileceği kadar. Eğilip denizin içine baktı korkarak. Dipsiz mavilik onu içine çekecekmiş gibi korkuyla, korkuluklara tutundu.
Şimdi tekne kayalara çarpacak ve denize düşeceğim. Denizin dibini boylar, anında boğulurum. Balıklar yer beni, bedenim denizin dibine çöker. Kimsenin haberi bile olmaz öldüğümden. Teknedeki kahverengi şapkalı kadın ölmüş. Biz teknede kahverengi şapkalı bir kadın görmedik ki. Öldüğümü de kimse önemsemeyecek. Tıpkı yaşamım gibi.
Var olduğunu kendine hatırlatmak ister gibi garsona seslendi.
“Bana maden suyuyla temiz bir bardak getir lütfen. Maden suyu çok soğuk olmasın, bardak da temiz olsun. ”
Masayı paylaştığı öpüşüp duran genç çift epeydir meydanda yok. Hangi köşede oynaşıyorlar kim bilir.
Kıskandın galiba.
Bana ne canım. Teknede kimin ne olduğu belli değil zaten. Üst güvertedeki müziğin gümbürtüsü saatlerdir devam ediyor. Geziye katılırken, martı sesleri ve dalgaların şıpırtısıyla kafamı dinleyeceğimi hayal etmiştim. Bu nasıl kalitesiz bir müzik böyle. Martılar bile kaçıyor tekneden ama benim dışımda herkes halinden memnun. Masalara yayılmış çocuklu aileler, eşyaları yerlere saçılmış gençler, birkaç tane de benim gibi…
Senin gibi?
Benim gibi işte. Yaşlı, yalnız, suratsız.
Tahta banka oturmaktan kuyruk sokumu ağrıyan, çalan Roman havasından başı şişen, çantasındaki en önemli şey günlük kullandığı ilaçların poşeti olanlar. Neyse ki ilaçların hepsinin rengi farklı da karıştırmıyorum. Açık pembe olan tansiyon, krem rengi kalp, koyu pembe kan sulandırıcı. Daha altmış yaşına gelmeden.
“İnsan çantasında taşıdığı ilaçların sayısı kadar yaşlıdır.”
Demek ki ilaçların sayısı daha fazla çoğalmadan ölmek gerek. Bundan sonra yaşamaya değecek bir şey de kalmadı zaten.
Soru işareti
Tekne döndükçe güneş oturduğu tarafa gelmeye başladı. Söylene söylene kollarına güneş kremi sürerken gözü, ön bankta arkası dönük oturan adamın omzundaki üç noktaya takıldı. Ölçüle biçile çizilmiş gibi, üçünün büyüklüğü de aralarındaki mesafe de aynı. Toplu iğne başından biraz büyük üç tane nokta. Sırtında bir sürü güneş lekesi de var ama bu üçü onlardan daha koyu renkli, sol omuzunun hemen arkasında.
Güneş lekeleri güneşe fazla maruz kalanlarda olur. Sanırım hayatı denizlerde geçmiş. Denize kıyısı olan bir şehirde mi büyüdü acaba? Kim bilir, omuzları kaç defa su toplamıştır geçirdiği yazlarda. Canı da ne yanmıştır.
Sana ne yahu? Sen kendi kireç beyazı cildine yan. Ömrün boyunca güneşten kaçtın da ne oldu? Bak ellerinin üzeri benek benek. Onun sırtındakiler Çoban Yıldızı gibi, parlak, gösterişli. Seninkiler hastalıklı bir bitkinin yapraklarındaki lekeler gibi, ölümü hatırlatıyor.
Elinin üzerindeki kahverengi beneklere gitti gözleri. Ne ara çıktılar da bu kadar çoğaldılar? Sağ elinin ortasındaki lekeyi yeni görüyor, silmek ister gibi parmaklarıyla sıvazladı üzerini.
Ne kadar korursan koru kâr etmiyor, vakti gelince meydana çıkıyor çıkacak olan.
Adam kuvvetli bir kahkaha attı. Geniş omuzları sarsıldı. Hayatında bu kadar rahat ve keyifli bir kahkaha duymamıştı kadın. Uzanıp adamın omuzundaki üç noktaya dokunmak geldi içinden. Kimler dokundu acaba daha önce, kimler öptü?
Kalem alıp sırtındaki noktaları birleştirsem,
Hatıralarına giden yolun haritası ortaya çıkar mı?
Kaç yaz yaşadın?
Hangi yaz bisikletten düştün?
Hangi yaz kumsalda komşu kızını öptün?
Hangi yaz saçların uzundu?
O yazların hiçbirinde yanında yoktum.
Bir yaz akşamında, bir sahil kasabasında, onun ilk öptüğü kız olmak istedi. Dudakları tuzlu ve sıcak, elleri alev. O defterine bunları yazarken adam, üzerindeki bakışları hissetmiş gibi hafifçe dönüp güneş gözlüklerinin üzerinden kadına doğru baktı. Kısa bir an.
Bana mı baktı? Yok artık, niye baksın ki? Kaç yaşında acaba? Kırk? Elli? Gözlerinin kenarlarında derin çizgiler var ama omuzları, kolları kusursuz. Bu adam sanki bir Poseidon heykeli. Sen de bereket tanrıçası göbeğinle koca kalçalarının üzerinde otur, kitabını oku.
Üç nokta
Kitabı yine eline aldı ama aklını kelimelere veremiyor. Bir bahane bulup masanın karşısına, adama yakın tarafa geçmeli. O taraf gölge, daha serin olur. Evet, işte bu! Güneşten kaçmak için o tarafa geçmeli.
Dokunmalıyım ona… O üç noktaya, parmak uçlarımla… Pütürlü mü, kabarık mı, sert mi?
Saçmalama… Bu yaştan sonra…
Elinde kitap, uyuklarken sıçrayarak uyandı. Teknenin ağaçlarla çevrili bir koya demir attığını gördü. Ter içinde. Teknedekiler arka platformdan teker teker denize atlıyor. Kadının gözleri adamı aradı, buldu. Birkaç arkadaşıyla birlikte teknenin korkuluklarında. Kahkahalarla gülüyorlar, birbirlerini denize atmaya çalışıyorlar. Adam da korkuluğun üzerine çıkıp iki kolunu başının üzerinde birleştirdi ve geniş bir yay çizerek, adeta bir merminin suya dalışı gibi hiç su sıçratmadan masmavi suya daldı, kayboldu.
Burada güneşin altında sıcaktan bayılacaksın. Hadi sen de girsene suya. Merdivenden inmeye bile korkuyorsun değil suya dalmak. Gençken de böyleydin, ayağının yere değmediği yerde yüzemezdin.
İşte senin dünyan.
Sığ deniz
Bildiğin şehir
Her gün geçtiğin sokak…
Tekneden epey uzakta, suyun üzerinde üç noktalı adamın güzel başını gördü. Geniş kulaçlarla yüzüyor, arada durup suyun dibine dalıyor. Derin bir denizin ortasında, kendi başına, büyük bir keyifle yüzüyor. Uzun süre onu seyretti kadın. İçinde daha önce hissetmediği limoni bir his. Belki kıskançlıktı limoni olan. Masayı paylaştığı genç çift de denize girmeye hazırlanıyor şimdi.
“Hadi siz de bizimle gelin, serinlersiniz.”
Genç kadına istemem der gibi el salladı ama sıcak iyiden iyiye bunaltmaya başlamıştı.
Ne diye geldim ki buraya? Sıcaktan beyin kanaması geçireceğim. Ölsem cesedimi kıyıya kadar misafir mi ederler yoksa helikopterle mi aldırırlar… Belki de denize atarlar, kim bilir? Serin serin odada oturmak varken… Onca yol yapıp Ölüdeniz’e gelmene ne gerek vardı ki. Sen zaten ölü bir denizsin. İçinde hiçbir canlı yaşamamış bir deniz…
Üst güvertedeki müzik çalmıyor artık. Dört taraf denizle çevrili. Güneş ufka yaklaşıyor. Koca teknede denize girmeyen sadece o var. Tahta bankta oturmaktan ve sıcaktan bitkin. Teknedekilerin hepsi denizde. Zümrüt yeşili denizde eğlenen bir yunus sürüsü gibi, sanki tam da ait oldukları yerdelermiş gibi, sanki her şey şu anda mükemmelmiş gibi. Ne eksik ne fazla.
Bir ada gibiyim. Dört tarafım ıssızlıkla çevrili. Derin deniz, ıssız ada… Bir geminin geçişini ümit etmek ya da bir köprü inşa etmek için artık çok geç.
Bir ada olmakla övündün durdun. Hep çok geçti senin için ve zaman korkaklığının, tembelliğinin mazeretiydi. Her cümleni daha ilk kelimede büyük bir nokta ile bitirdin. Köprüleri yaktın, halatları kestin. Kendinden öyle emindin. Gururlandığın yalnızlığından başka ne kaldı elinde? Hadi…
Yerinden kalktı, ürkek adımlarla yürüdü. Geminin arkasına gidip teknedekilerin kendilerini denize bıraktıkları platformun üzerine çıktı. Durdu. Tekne hafif hafif sallanıyor. Denize atlayan çocuklar üzerine su sıçratıyor, denize girip çıkanlar yanından geçerken ıslak bedenleriyle ona sürünüyor. Esen hafif rüzgarla içinde bir ferahlık hissetmeye başladı. Biraz başı dönüyor, bir çeşit sarhoşluk… Denize inen merdivenlerin başına oturdu. Ayaklarını serin suya soktu, gözlerini kapadı.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir