Bahar Yaka

SUFLÖR

Uyku göz kapaklarını çekiştirmeye başlamıştı. Ev karanlığa karışınca, terlikleriyle yorganın içinde kayboldu Fahriye Hanım. Büzüldü yatağın içinde, minik bir kız çocuğu kadar küçücük oldu. Bu gece de babası gelmemişti. Onu, bu tanımadığı adamla bir başına bırakmıştı evde. Gözleri sımsıkı yumulu, bir kulağını yorgandan dışarı verdi, evi dinledi. Her yerde dolanan ayak sesleri kesilmişti. Keşke bedeni de gözleri kadar istekli olsaydı uykuyla birlikte gitmeye. Sokaktan gelen seyrek araba sesleri, apartmandan gelen bir iki karyola gıcırtısı yavaş yavaş silindi bilincinden.

Salim bu sabah da gereksiz yere erken uyandı. Çocukluk odasının tanıdıklığıyla, artık olmayan evinin özlemi ikinci bir yorgan gibi bastırıyordu üzerinden. Annesinin bakım sorumluluğu, işsizliğin başıboşluğuna geçit vermiyordu maalesef. Kalktı, yaşlı kadının aç karnına içeceği bir avuç ilacı komodininin üzerine bıraktı. Mutfaktan bir bardak su getirip renkli hapların yanına koydu. Bir süredir bardağa eşlik eden küçük aynayı alıp annesinin pörsümüş, aralık dudaklarına yaklaştırdı. Aynadaki puslu izi görünce bungun bir his yerleşti yüreğine.
Fahriye Hanım uyanıktı aslında ama dönmedi genç adamdan yana. Korkuyordu ondan. Babası yokken bir fenalık yapacağını hissediyor ve uykunun güvenli kollarına sığınıyordu odadayken. Mutfaktaki tıkırtılar bir ahenk kazanınca yavaşça doğruldu yatağından. Lekeli ellerini düğüm olmuş saçlarının arasından geçirmek istedi, yapamadı. Her sabah olduğu gibi ilaçları toplayıp yapma çiçeklerle dolu vazoya atmak istedi. Ağır olan haplar saklanmayı başarırken hafif kapsüller halının desenleri arasında kayboldular. Vazodaki pembe gülün üzerindeki su damlasını kontrol etti eliyle, gerçek mi diye. Yok, o da sahte… Su bardağının büyüteç misali yakınlaştırdığı fotoğraf çerçevesini aldı, titrek elleriyle. Beyaz papatyalarla süslü gelinliğini hatırladı. Ama bu kadınla adamı hiç çıkaramadı. Yüzündeki sarkık gülümseme yok olup gitti.
Çay suyu kaynarken, uzun uzun buzdolabının içine baktı Salim. Sanki bakınca dolacakmış gibi. Üstü açık peynir tabağını alınca dilimleri çevreleyen sarı çizgilerin biraz daha kalınlaştığını fark etti. Dolap kapağındaki yarım limonun yanında bekleyen son iki yumurtayı da alıp tencereye koydu. Yumurtalar mantar gibi suyun üzerinde yüzdüler. Artık canının istediği her tencerede yumurta kaynatabiliyordu. Çaydanlıkta kaynayan suyun eskiden daha mutlu sesler çıkardığını hatırladı Salim. Kavanozda çay aradı, yoktu. Sarsakça birkaç çekmeceyi açıp kurcaladı, çayın yokluğuna ikna olunca çaydanlığın altını kapattı. Ocağın çakmağıyla bir sigara yaktı, mutfak penceresinden dışarı doğru üfledi. Sigarasını cam kenarındaki izmarit dolu küllüğe bırakıp çay bardaklarını rafa kaldırdı.
Gözündeki yaşlara aldırmadan, çerçeveyi yerine bıraktı Fahriye Hanım. Yanında duran nakış makasına takıldı gözü. Bu makasla tırnaklarını kesiyordu o adam. Aynı annesi gibi dipten dipten kesiyor, günlerce sızlatıyordu parmak uçlarını. Fahriye Hanım kucağındaki havluya düşen kesik tırnakları yere savurunca çok kızıyordu adam. Halının üzerinden toplamaya çalışıyordu ama her seferinde bir iki taneyi bulamıyordu. Tırnakların yerini biliyor ama adama göstermiyordu Fahriye. Elini uzattı makasa sonra çekti. Bir kapıya baktı bir makasa. Kendisinden beklenmeyen bir hızla makası alıp geceliğinin cebine koydu. “Kendini korumalısın” derdi babası. Onu günlerdir bu adamla evde yalnız bırakan babası.
Son bir umut, boş buzdolabının içine bakan Salim’in, kapağı kapatmasıyla annesini görmesi bir oldu. Ürkek ve yabancı bakışlarla mutfağı inceliyordu yaşlı kadın. Salim annesinin her zaman oturduğu sandalyeyi çekti ama yaşlı kadın kapı ağzındaki tabureye ilişmeyi tercih etti. Üstelemedi Salim, annesinin yeni hallerine alışmıştı artık. Bu yüzden kahvaltıda çay olmayışına kızmayacağından da emindi. Hatta zeytini, domatesi bile aramıyordu uzun zamandır. “İlaçlarını aldın mı anne?” diye sordu genç adam. Kadın, eli cebindeki makasın üzerinde, başıyla evetledi oğlunu. Her ikisinin de alışık olmadığı bu tenha sofrada kuru ekmek ve peynirle kahvaltılarını yaptılar. Birkaç lokma yedikten sonra aynı sessizlikle yatak odasına yöneldi yaşlı kadın. Oğlu bir süre arkasından bakakaldı. Oysa bu ev, bitmek bilmeyen sofra muhabbetleriyle meşhurdu mahallede. Annesinin ilmek ilmek işlediği bu şöhretten eser yoktu şimdi.
Salim sofrayı toplarken, önce tenceredeki yumurtaları sonra da cam kenarında külden tırtıla dönmüş sigarasını gördü. Bu evde hiçbir şeyin ağız tadıyla yapılamayacağına kanaat getirdi. Bir evin büyüsü bozuldu mu bir daha iflah olmuyordu artık. Kendi evliliğinde de baba evinde de yakından şahit olmuştu buna. Annesinin evin her yerine astığı nazar boncuklarını düşündü. Demek bir zaman sonra onlar da fayda etmiyordu büyü bozumuna. Masayı silerken hangi günde olduklarını düşündü. İşsiz kaldığından beri en az annesi kadar kopmuştu zamandan. Duvardaki saatli maarif takvimine gözü ilişti. Kim bilir kaç gündür koparılmamıştı sayfaları. Baktı baktı, yine günü anlayamadı. Salona geçip televizyonu açtı Salim. Akşamdan kalan kanalın sabah sesi birden evin içini doldurdu. Bir gözü annesinin odasında telaşla sesi kıstı genç adam. Neyse ki uyanmamıştı. Bir haber kanalından günün tarihini ezberledi, mutfağa dönüp takvimden bir tomar yaprağı yırtıp attı çöpe, okumadan. Kim bilir kaç günlük “faideli bilgiler”, “kız erkek isimleri”, “günlük menüler” kurtlanmaya yüz tutmuş karanlığa gömüldüler. Yine gazete almamıştı. Sadece iş ilanları için aldığı gazete boş umutlarını hatırlatmaktan başka işe yaramıyordu. Her zamanki çözüm geldi aklına. Anahtarını alıp alt kat komşuları Necla Hanım’ın ziline bastı.
Kapı, zil sesine hiç cevap vermedi. Ama Salim annesinden biliyordu, hastalanmadan önceki hallerinden alışıktı geç açılan kapılara. Zaten nereye gidecek diye geçirdi aklından. Neden sonra kapıya yaklaşan tırıslı ayak sesleri geldi geldi sustu. Kapının gözetleme deliği bir karardı bir aydınlandı. Bir zaman sonra açılan zincirli kapıda Necla Hanım’ın mutsuz, yuvarlak yüzü belirdi. Tüm bunlar olurken sahanlık lambası yanıp sönmekten helak oldu. Necla Hanım’ın yorgun gözleri Salim’in ince çehresini netleyince:
“Ahhh Salim sen miydin evladım, tanıyamadım.”
“Benim Necla Teyze.”
“Ne oldu, annene bir şey mi oldu?”
“Yok, Necla Teyze annem iyi. Yani iyi sayılır… Şey diyecektim. Gazete Necla teyze…   Gazete aldın mı bugün?”
“Aaaaaa aldık tabii oğlum almaz mıyız? Kamil amcan gazetesiz durur mu hiç. Ben her sabah ilk iş sepeti sallar gazete ile ekmek alırım. Sıcak sıcak, taze taze.”
“Çok güzel Necla Teyze de Kamil amca bugünkü gazeteyi okuduysa alabilir miyim? İş ilanları için.”
“Dur çocuğum, bekle hemen getireyim!”
Necla Hanım geldiği hızda, terliklerini yerden kaldırmadan geri dönüp salona girdi. Ancak salon kapısının buzlu camında dondu görüntüsü. Salim’in “Gazete Necla Teyze, gazete verecektin bana” diyen sesine yeniden hareketlenen buzlu gölge, elinde bir tomar gazete ile çıkageldi. Hiçbirinin açılıp okunmadığını anladı Salim. Teşekkür edip yukarı çıkmak isteyen genç adamı kolundan tuttu kadın.
“Okuduktan sonra getir e mi? Vahitim de bulmacaları çözmeye bayılır.”
Kadının bu sözleriyle hiç gitmek istemediği zamanlara gitmişti Salim. Necla Hanım’ın evinden gelen sıcak süt kokusu, merdivenleri çıkana kadar izlemişti genç adamı.
Salim ile Vahit, ikiz kardeşler gibi aynı gün gitmişlerdi askere. Aynı bayrağın altında aynı davul zurna uğurlamıştı onları. On sekiz ay sonra Salim kavuşmuştu annesine ama Vahit eve dönememişti.
Necla Hanım’ın, Salim’in sırtına yük ettiği mutlu gülümsemesi, kapıyı kapatmasıyla yok oldu. Yine salondaki büyük masaya hazırlamıştı kahvaltıyı. Kamil Bey “Ne o öyle köylüler gibi” der, asla mutfakta yemezdi yemekleri. Yavaş adımlarla gelip üç sandalyenin ortasında, kabahatli gibi duran mükellef kahvaltı masasındaki yerine oturdu. Sandalyelerden birine giydirilmiş eski hırkaya bakarak “Çayınız soğumuştur Kamil Bey” dedi. Aynı yavaşlıkla kalkıp çayını tazeledi merhum kocasının. Salona döndüğünde “Tamam Vahitçiğim yumurtanı yersen Salim’le bahçede oynayabilirsin annecim” diyerek çayı masaya bıraktı ve Vahit’in oturduğu sandalyeye yöneldi. Oğlunun başındaki oyuncak asker şapkasını sevdi. İşte o an, şapkanın altında üst üste dizilmiş eski yoğurt kapları devrilip salonun dört bir yanına savruldular. Necla Hanım’ın yorgun kalbi de gördüklerine daha fazla dayanamadı.
Salim eski gazetelerden başladı taramaya. Günlerdir gördüğü, tekrar tekrar okunmaktan pelesenk olmuş tanıdık ilanların arasında küçücük bir umut ışığı gördü Salim. Hemen kalemle daire içine aldı. Sanki almasaydı fırsat kaçacakmış gibi hissediyordu. “Benim!” dedi, kafasının üzerindeki kristal avizeye doğru bakarak, “Bu iş benim!”. Beyoğlu’nun eski tiyatro salonlarından birine suflör aranıyordu ilanda. “Tamam” dedi “Olsun, yaparım. Suflörlük de yaparım”. Tekrar okudu ilanı. “Deneme yapılacak” diyordu. “Yanınızda kitap getirin” yazıyordu. İlan üstte kalacak şekilde katladı gazeteyi Salim, anahtarlarının yanına koydu. Bir eli başında diğeri belinde birkaç kez kendi etrafında döndü salonda. Yüzü aydınlandı. Kim bilir ne zamandır açılmayan konsolun, tozlu kapaklarını zorlayarak açtı ve sararmış dantel örtülerin arkasında kalmış dünya klasiklerinden en sevdiğini alıp kapağı kendi haline bıraktı. Annesinin bu kitap setini, kuruş kuruş biriktirip kapıya gelen pazarlamacıdan aldığı, gurur dolu günü hatırladı. İçeriden gelen boğuk öksürükleri duyunca elindeki kitabı sehpaya emanet edip yatak odasına koştu.
Evdeki tıkırtılara uyanmıştı Fahriye Hanım ama yine renk vermemişti. Sık sık evin içini dinliyor, babasının o güven dolu, tanıdık sesini duymayı bekliyordu. Genç adamın salonda olduğunu anlıyordu seslerden. Annesinin çeyizinden kalma antika konsolun kapaklarını açıp kapatıyordu meymenetsiz. Kim bilir ne arıyor diye geçirdi içinden. Kalktı, yatağına oturdu. Uzanıp biraz su içmek istedi ama su içilmek istemiyordu belli ki. Boğazına kaçtı. Boğuk öksürükleri genç adamı hemen odaya çağırmıştı. En çok ona canı sıkıldı. Yavaşça sırtına vururken bir yerlere gideceğinden bahsediyordu neyse ki. Pek de neşeli geldi yaşlı kadının gözüne.
Salim hevesle üzerini değiştirip gazeteyi aldı, kapıyı annesinin üzerine kilitleyerek anahtarı cebine attı. Heyecandan, merdiven sahanlığını sarıp sarmalayan gaz kokusunu fark etmedi bile. Bir kuş gibi uçtu gitti apartmanın cümle kapısından.
Beyoğlu’na gitmek için ana caddeye yürümesi gerekiyordu. Önünden geçtiği ilkokul, zil sesiyle birlikte çocuktan mürekkep bir nehir gibi akmaya başladı Salim’in önünden. Geçemiyordu karşıya bir türlü. Eve koşanlar, okul kapısını zapt etmiş satıcılara takılanlar, okulda görülememiş hesaplar için itişip kakışanlar… Hiçbiri geçit vermiyordu Salim’e. Sessizce çocukların akıp bitmesini bekledi. Tam kendine biraz yer açıp ilerleyecekken nazlı bir sedanın adını seslendiğini duydu. Sonra sesin sahibini gördü. Çok tanıdıktı ama hatırlamak isteyip istemediğine emin olamadı genç adam.
“Salim nasılsın?”
“Teşekkürler. İyiyim. Siz. Siz nasılsınız?”
“Fahriye Hanım Teyze nasıl? Annem şey olduğunu söyledi de. Çok üzüldüm.”
“Evet. İyi, sağ olun. Annem de iyi.”
“Sen beni tanımadın değil mi Salim?”
“…”
Genç kadın sitem dolu bakışlarla kendini hatırlatacaktı ki az önceki nehrin geride kalmış son bir damlası koşarak “Örtmenim iyi günler” diyerek kadının boynuna atıldı. Çocuğu sevgiyle kucakladı kadın, Salim’in içi sızladı. Çocuk öğretmeninin boynundan aşağıya inerken kadının inci kolyesini de beraberinde getirdi. İncilerin hepsi yere düşmeden çocuk gözden kaybolmuştu bile. Kolyeye rağmen kadının yüzündeki gülüş, çocuğun ardında asılı kaldı bir süre. Salim telaşla etrafa savrulan inci boncukları toplamaya çabaladı. Böylece genç kadının yüzüne bakmak zorunda kalmayacaktı. Kadınsa sanki her inci tanesinde geçmişten bir anı, bir fotoğraf çekip koyuyordu Salim’in önüne. O sırada okulun hademesi, kaytan bıyıkları ve gevrek gülümsemesiyle bahçe kapısını kilitleyip gözlerini bu garip çiftten ayırmadan evinin yolunu tuttu. Gördüğü bütün incileri toplayıp kadının avucuna bıraktığında göz göze geldiler. Kadının gözlerindeki umut, umutsuzluk olarak yankılandı Salim’in gözlerinde.
“Kusura bakmayın, bir randevuya yetişmem gerek!” diyerek okul kapısından hızla uzaklaştı Salim. Kadının elinden yere düşen incileri fark etmedi bile.
Korktuğu gibi kuyruklar yoktu tiyatro binasında. Hatta sanki ondan başka başvuran olmamıştı suflörlük işine. Salim kitabı unuttuğunu hatırladı, yüreği sıkıştı hemen. Ya işe almazlarsa diye düşündü. Denemeyi yapacak yönetmen yardımcısı bezgin adımlarla etrafta okunacak bir metin aradı deneme için. Bula bula da yönetmenin yıllar önce yazdığı ama kimselerin hatırlamadığı ilk ve tek eserini bulup Salim’e verdi. “İlk sayfaya çalışın. Birazdan yönetmen gelip bakacak” dedi. Neye bakacak? Salim’in bildiği tiyatro salonlarına benzemiyordu burası. Çok tenha ve kimsesiz bir hali vardı. İşi alacağına emindi ama bu rakipsiz galibiyet keyif vermeyecekti belli ki. Kitabın ilk sayfalarını okurken yardımcının süzüldüğü yönetmen odasından bağrışmalar gelmeye başladı. Bir yerlere fırlatılan cam eşyalar, çarpılan kapılar, ne dediği anlaşılmayan boğuk bir erkek sesi.
Salim sabırla beklemeye ve okumaya devam etti. Yönetmen bir hışımla Salim’in yanına geldi. Genç adam hemen kalkıp üzerini toparladı. Elindeki kitabı gösterdi yönetmene hazır olduğunu belli edercesine. Tam da kitabı gördüğü an sanki delirdi yönetmen. Salim’in elinden aldığı gibi yere çarptı kitabını. Anlaşılmasa da ağırlığı kulakları dolduran galiz küfürler savurdu havaya. Salim’e git gibilerinden bir hareket yaptı, tekrar yönetmen odasına yöneldi. Az öncekinden çok daha kuvvetli bir kıyamet koptu odada. Bu defa çok daha büyük bir cam kırıldı. Neden sonra yardımcı koşarak çıktı odadan ve Salim’e bakmadan salonun karanlığında kayboldu. Aynı telaş ve elinde ilkyardım kutusuyla geri döndü odaya. Kapıyı açık bıraktığı için onları daha net duyabiliyordu Salim.
Yönetmen elinin acısına mı yansın dağılan tiyatro topluluğuna mı bilemiyordu. Havaya savurduğu küfürler, yardımcının kulağından süzülüp Salim’inkine çalındı.
“Neden iptal etmediniz ilanı. Oyuncuların hepsi basıp gitmişken, akşamki oyuna çıkacak bir kişi bile yokken ne yapayım ben suflörü?”
Uzun bir sessizlikten sonra yardımcı kız titrek adımlarla odadan çıktığında Salim kendini çoktan sokağa atmıştı bile. Hava kararmaya başlamıştı. Ne de çok inanmıştı bu defa iş bulduğuna. Elleri cebinde, çocuk uykularının sessizliğine bürünmüş okul bahçesinin önünden geçerken yerde parlak inci taneleri takıldı gözüne. Durdu, birini eline aldı, duvara yaslandı. Diyemezdi ki. “Nasılsın Melike? Beni hâlâ seviyor musun?” diyemezdi. “Beni hâlâ bekliyor musun?” diye soramazdı. Özür dileyemezdi. Eskimiş aşklar, geç kalan tesadüfler bugünün yollarını aydınlatmıyordu artık.
Havadaki is kokusunu fark etmeden inci tanesini cebine koyarak evin yolunu tuttu. Apartmanın önüne geldiğinde ise gördüklerine inanamadı. Etrafta koşturmaktan yorgun düşmüş birkaç komşunun ağzından ortak bir cümle savruldu havaya.
“Neredesin be Salim?”

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

1 thoughts on “SUFLÖR / Bahar Yaka

  1. Erhan Tığlı dedi ki:

    Yayınladığınız öykülerin bir kısmını okudum. Beğendim. Okumaya devam edecek, ben de öykülerimden yollayacağım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir