Aysel Karaca

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ BİLDİRİSİ 2025

Bugün hikâyelerimizi paylaşma günü. İçimizde saklı duran anlatıcıyı uyandırma, kaybolan zaman parçacıklarını yeniden hatırlama ve onlara anlam katma günü.

Hikâyelerin yalnızca birer anlatı değil, aynı zamanda birer labirent olduğunu küçük yaşlarda keşfetmiş olmalıyım. Bu yüzden zamanın kumları arasında kaybolan her kelime, aslında yeni bir evrenin tohumlarını taşımaya teşnedir.
Ve yine bu yüzden öykü sandığımız şey, unutulmuş bir rüyadan arta kalan ve bir vesileyle bilinçaltımızdan avucumuza dökülüveren taşlardır belki de, diyorum.
Belleğin karanlık labirentlerinden apansız süzülüp geliveren büyülü oyuncaklar: Kelimeler…
Nasıl oluyor da bunca nefessiz, bunca anlamsız, bunca saçma birkaç dizin; bizden bağımsız, birbirine hesapsızca dolanarak, birbiriyle oyalanarak, yepyeni sözler, motifler ve yepyeni hikâyeler yazıyorlar?
Ne diyordu yazar:
İlk cümle Tanrı’dan.
Öyle mi gerçekten; ya ilk söz?
Kelimeler getirir seni bana.
İçinde bulunduğumuz zamanın, aslına bakarsak kayıp zamanın tam ortasında yön bulmaya, belki de kopup geldiğimiz oyuğu bulmaya çabalarken gerçekle hayal arasında sallanıp duran, Yusuf’un Zebercet’in boynuna doladığı o ip mi bizi boğulmaktan, boşlukta asılı kalmaktan kurtaracak diyorum.
Eskimiş bir kanepede daha evvel kerelerce oturarak oluşturduğumuz o küçücük çukura, ömrümüzün çukuruna oturup başucumuzdaki abajurun sinik ışığında okuduğumuz kitaptan hayatımıza süzülen, hayatımıza dolan, hayatımızı dolduran kelimeler mi?
Ölü zamanın tanrısının biz gibilere bağışladığı lütuf, gece ve kelimeler. Ne ölüyüm ne sağım diyen kahramanın ruhuna üflenemeyen o canlılık…
Evet diyorum sonra, evet. En sonunda aydınlığa, gün ışığına kavuşmuş gerçek hayat, tastamam yaşanmış biricik hayat edebiyattır, diyen koskoca Proust yanılmış olamaz.
Eski bir resme bakarken gördüğümüz o ölümsüz anı, anıyı ete kemiğe büründüren. Fotoğraftaki kadının eşsiz gülüşünü ve az sonra gelecek olan telefonla çatırdayıp dağılacak olan o gülüşü, masa üstündeki vazoda kuruyup kalacak gülün yaprağının yıllar sonra bir sahaftan satın alınmış kitabın arasından dökülüvereceğini bize ondan başka kim söyleyecek?
Öyküler diyorum, zamanın bilinmezliğinde bizi gezdiren birer rüyadır. Her bir hikâye, geçmişin sisli hatıralarıyla geleceğin bilinmezliğini iç içe geçirir. Bu yüzden her bir anlatı, aslında varoluşun derinliklerine yapılan tekinsiz birer yolculuktur.
Caanım Cortazar’ın gece yüzü yukarıda yıldızlara bakarak yazdığı o hikâyeyi, yeşil kadife koltuğunda otururken okuduğu kitaptaki caninin az sonra pencereden gizlice girerek onu sırtından bıçaklayacağını kim?…
Kelimeler diyorum, albayım. Kelimeler.
Artık biliyoruz ki hepimizin yaşamı sonsuz sayıda motifle dokunmuş uzun bir öyküdür. Hem de çok katmanlı, upuzun bir öykü.
Bir gün kütüphanemizde duran o eski kitaplardan birini çıkarıp bilinmeyenin ışıltısıyla dolu sayfaları araladığımızda Borges’in Çatallanan Bahçesi’nde kaybolup kelimelerin oyununa geleceğimizi de çok iyi biliyoruz. Çevireceğimiz sayfaların bir köşesinde La Manchalı bir asilzade öbür köşesinde ise Tanpınar’la karşılaşacağımızı da.
Ve o sayfaların birinde yaşamın o en zor sorusuyla baş başa kalacağız bir gün:
Ömrüne ne yaptın?
Kelimeler söylesin şimdi bunu bize:
Ömrüne ne yaptın?
Günümüz kutlu, ömrümüz şen olsun…

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir