AHESTE BESTE
Batmasına az bir zaman kala, yaz güneşi içimizden geçmeyi sürdürüyor. Tam sarı sıcak dedikleri türden. Etime yapışan elbisemin eteğini toplayıp bacak arama sıkıştırıyorum. Üst camdan üfüren rüzgâr, minibüsün içindeki ağır havayı hafifletiyor. Bulantımı da.
İki durak önce binen genç adam ha bire sakalını çekiştiriyor. Huzursuz bir hali var. Ağzının içinde bir şeyler gevelerken dili dişine takılıyor, kendi kendine mi, telefonda mı konuşuyor anlayamıyorum. Karayolunun gürültüsü ve içeride çalan müziğin iç bayıcı sesi diğer sesleri örtüyor. Başımı ondan yana çeviriyorum. O da bana bakıyor. Tek kaşı, hayırdır, dercesine havada. O sırada kulaklığından dışarıya ağlayan bir kadın sesi süzülüyor. Adam yüzüne inen karanlık gölgeyi iteklemek istercesine,
“Yeter!” diye bağırıyor. “Kes şunu artık!” Kadının sesi küt diye kesiliyor.
“Bu sondu,” diyor kapatmadan evvel, “arama artık beni!”
Sırrına ortak olmama öfkelendi, biliyorum. Durması için şoföre el ettikten sonra benden yana pis bir bakış atarak iniyor. Ayağındaki aşınmış makosenlerle çabuk çabuk yürüyor. Omuzları düşmüş. Ansınızın olduğu yerde dikelip benden yana bakıyor. Gözleri kısılı. Omzuna çapraz astığı çantadan çıkardığı sigarayı başını sola eğerek yaktı, irkilmese kirpikleri tutuşacak. Kendine bile açık edemediği sızıyla derin bir nefes çekip göğe üflüyor. Yaşananları sırtlamaya mecali yok. Kim bilir ne yaptı.
İçimdeki ürperti bulantımı yeniden körüklüyor. Başımı denizden yana çeviriyorum.
Yan koltukta oturan çocukla sohbetinden Mardin’li olduğunu öğrendiğim şoförün eli kornaya yapışık. Önümüze her çıkana: ‘Gel abla, Gel!’ diyerek aheste beste ilerliyor.
“Evladım neden çalıp duruyorsun kornayı, kafamızı şişirdin gelene kadar,” diyen kadını
“Abla akşama üç bin lira kirayı sen verirsin,” diyerek karşılıyor.
“Hasbin Allah,”
“Allah, mallah dinlemez bu işler. Sen tek sefere dayanamadın. Biz ne yapalım sıcağın alnında?”
“Anladım çocumm. Sen dur da ben inivereyim şurada.”
Atışmaları dinlemekten usanmış her yolcu gibi dişlerimizi sıkıyoruz. Müdahil olsan bir türlü, olmasan bin bir türlü…
“Dur kardeşim ben de ineceğim.”
Kaldırıma adımımı atar atmaz kusuyorum içimdeki zehri,
“Azıcık insanlık öğrenseniz de kurtulsak bu eziyetten!”
Kulağı delen patinaj sesiyle inliyor cadde. Kim bilir kaç küfür savurdu arkamızdan. Neyse ki kalabalığın uğultusu onunkini bastırıyor.
Meyhanenin camekânlı kapısı pek afili. Altın varaklı çiçek desenleriyle bezenmiş. İçerisi de bu ihtişamı aratmıyor. Mehmet suratımdan düşen bin parçayı üzerine alınıyor. “Yok yav,” diyorum, “olur mu öyle şey! Her zamanki vukuatlardan birine denk geldik işte.” Bunu duyunca ferahlıyor.
İçinde buzların oynaştığı rakıyı yudumlarken dolunayın altında parıldayan Kız Kulesi’ne bakıyoruz. Aslında bakamıyoruz. Pavyon içi gibi, rengârenk ışıklarla donatılmış. Gerçek halini görmeye imkân yok.
“Gündüz gelip bakmak lazım,” diyor Mehmet. “Makinemi alıp geleyim de birkaç fotoğrafını çekeyim.”
“İyi fikir,” diyorum. İçimden de, olacak şey mi diyorum. Kız Kulesi, dansöz gibi giydirilir mi? Bir an kulenin usul usul kıpırdandığını, kalçalarını sağa sola yatırarak oynamaya başladığını zannediyorum.
“İster misin şimdi kule, kalksın gelsin önümüze. Döne döne Sultan-ı Yegah oynasın.”
Önündeki favayı didiklerken kafasını kaldırıp gülümsüyor. Derin bir algılayışla bakıyor kuleye. “Atila Abi duymasın ama şöyle güzel bir raks etse de gözümüz gönlümüz açılsa, ne iyi olur,” derken yan masadan gelen kahkaha sesi dikkatimizi kuleden alıkoyuyor. Mehmet’in yüzü buruşuk.
“Çok canı yanmış,” diyor kadını işaret ederek.
“Yazıyorsun yine.”
Çatal, kaşık sesleri arasına karışan sohbeti bol diğer masaları es geçip yanık kahkahanın geldiği masaya bakıyorum. İkisi sarışın, elli yaşın üzerinde beş kadın. Ruhlarının yorgunlukları, ellerindeki ve yüzlerindeki gevşemiş deriden taşıyor. Siyah saçlı olan daha genç görünmeye hevesli. Yanakları ve dudağı henüz yapılmış. Onu böylesine sentetik gösteren belki bu, belki şuh görünmek için poposunu geriye atarak oturuşu, belki de hepsi. Karar veremiyorum.
Gözüm kızıl olanda: Güzel kadın, afet-i devran dedikleri türden. Yüzünde hüzünlü bir şeyler var. Sol yanağındaki gamze ölüme yazgılı.
Hep birlikte kadeh kaldırıyorlar, “Dostluğa,” diyorlar, “dostluğa.”
Ben “Çaresizliğe,” diyerek kaldırıyorum kadehimi, Mehmet anlamıyor.
“Yeryüzünde çaresiz bir insandan daha acıklı bir şey var mıdır?”
Susuyor.
“Yoktur,” diyorum gözlerinin içine bakarken. Yakasını düzeltiyor tedirginlikle. Az sonra sıranın kendisine geleceğinin farkında. Evden çıkmayı bile göze almayacağım bir havada, hatırı için kabul ettiğim görüşmeyi çay bahçesinde yapmayıp, meyhane diye ayak diremesi boşuna değil. Belli ki içinden çıkamadığı bir durum var yine. Sessizce tartıyoruz birbirimizi. Muzipçe gülümsüyor.
“Eee, çıkar bakalım ağzındaki baklayı. Ne o, kavga mı ettiniz yine?”
O ana dek yüzüne yerleştirdiği maske dudak kenarından yırtılıyor.
“Her boku da bilirsin mübarek.”
“Bilirim tabii. Günah çıkarmaya çağırdığına göre…”
“Haklısın…”
Garsonun masaya bıraktığı, dumanı üstünde ciğer tabağına bakakalıyor bir süre. İçini çekiyor.
“Aslına bakarsan kızın suçu yok. Ben, bazen kendime bile dayanamıyorum. Bilirsin işte, gelenler geldi mi…”
Onu yirmi yıldır tanıyorum. Bu gelenler dediğinin hiç gitmediğini de gayet iyi biliyorum. Bokuyla kavga edenlerden, demişti bir gün annesi. Haklıydı. Kendiyle bu denli kavgalı bir adamın ilişki yaşamadaki ısrarını anlamaya imkân yok.
“Biliyorsun değil mi, senin sorunun ötekiyle değil.”
Vicdanıyla barışabilse hallolacak tüm sorunlar ama ne mümkün. Yıllar evvel talep ettiği kürtajın yasını bir ömür tutacak. Çaresiz…
Kabız olmuş gibi inliyor. Onu haklı çıkaracak sözcükleri bulamadı.
“Çok üstüme geliyorlar, sevmiyorum ben öyle mıç mıç.”
“Sevmiyormuş, oğlum iki sene kovalamadın mı sen bu kızın peşini! Ah bir kere yazsa keşke diye hülyalara dalmadın mı defalarca! Bu mudur yani sonuç, boğuluyorum. Kızın yerinde olsam gelip şuracıkta boğarım seni!”
“Senin gibi biri değil o,” derken yüzünün al al olduğunu görmüyor.
Eskilerin söylediği bir söz geliyor sonra aklıma, ‘İnsan insanın kurdudur.’ Midemdeki burulma yeniden ayaklanıyor.
Aradan epey zaman geçiyor. Meyhaneye birileri giriyor, birileri hesap ödeyip çıkıyor.
Karşı masadaki kadınlar hararetle bir şeyler konuşuyor. Ne konuştuklarını duyamıyorum ama kızıl saçlının yüzündeki hüzün gittikçe derinleşiyor. Gözleri doluyor. Peçeteyi gözaltlarına bastırırken titreyen eline hâkim olmakta zorlanıyor.
Masalarımıza ılıman bir rehavet çöktüğü sırada ansızın açılan kapıdan, minibüste rastladığım adam elinden sımsıkı tuttuğu genç kızla aheste beste içeri giriyor. İncecik. Çıt desen kırılacak bir kız. Adımlarını öyle yavaş atıyor ki her an düşüverecek sanıyoruz. Fakat sakallının gündüz gördüğüm suratsız adamla alakası yok, ağzı kulaklarında. Keten gömlek ve spor ayakkabılarıyla mağazadan henüz çıkmış. Saçlar geriye yatırılmış. Sakalı düzeltilmiş. Sırtı dikleşmiş…
“Vay be!”
“Ne oldu?” diyor Mehmet. Şaşkınlıkla baktığımın farkında.
“Tuhaf,” diyorum “bu adamı gündüz minibüste görmüştüm. Dağılmış bir haldeydi, sağa sola öfke kusuyordu. Oysa şimdi…”
“Eee, bulmuş tabii çıtırı…” derken gevrek gevrek gülüyor.
İçimi kocaman bir öfke sarıyor. Hırsla parlıyorum.
“Demet’in yerine ben tepeliycem şimdi seni!”
Ürkerek sandalyenin sırtına çekiliyor.
Kafamı tekrar kapıdan yana çevirdiğimde kızıl saçlı kadının allak bullak olmuş yüzüyle karşılaşıyorum. En az benim kadar şaşkın. Ağzı kulaklarında adama ve aheste beste adımlarla yürüyen genç kıza bakarken sapsarı kesiliyor. Sonra yüzünü yere düşürüyor. Yüreği ağzında. Çaresizliğin ve acının burgacında kıvranıyor. O diyorum, telefondaki kadın o!
Ayağa kalkıp Mehmet’in içmekten iyice kızarmış ve şişmiş yüzüne doludizgin bir tokat indiriyorum.
Telaşlı adımlarla masaya yanaşan garsona.
“İşine bak sen kardeşim,” diyorum.
Midemdeki bulantı bir nebze geri çekiliyor.
*Öykü daha evvel, Kasım 2023’te yayımlanan Kadınların Yüzü isimli kolektif kitapta yayımlanmıştır.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.