Screenshot_20240503-104433_Instagram
Varol Kara

CAMDAKİ YAZI

Yataktan kalktığı haliyle duran; taranmamış, kirli, kavgadan yeni çıkmış gibi karmakarışıktı saçları… Çirkin değil ama bakımsızlıktan öyle gözüken yüzü, üstünden çıkarmadığı ucuzundan pijaması, içindeki sıkıntı ve  keyifsiz haliyle  birbirine benzer tatsız günlerden birine daha başlamıştı Birgül. Öğlen olmak üzereydi.

Evin eski, yıpranmış, kumaş kısımlarının renkleri solmuş eşyaları arasında dolaştı bıkkın bir halde. Mutfağa gidip geldi. Kahvaltı yapmaya gönülsüzdü. Buna iş yapma isteksizliği de eklendi. “Çöpe atılması gereken sabahlardan birindeyim yine,” diye düşünürken, üzeri toparlanıp temizlenmemiş masaya dokunmayıp, yastıksız kanepenin üstüne yığılırcasına attı kendini. Uzandığı yerden vaktinin çoğunu geçirdiği, hapishanem dediği odayı gözleriyle taradı. Boyama ihtiyacı duyulan duvarlara, yer yer üst kaplaması sökülmüş ikinci el sehpaya, eskiliğinden kirli gibi gözüken yerdeki desenli kahverengi kilime, iki kanatlı, tabandan epeyce yüksekte, yolu gören, içeriyi yeterince aydınlatamayan pencereye asılmış tek parça, rengi solmuş perdeye ve boyundan yukarıya çakılmış, raf üzerinde duran eski radyoya baktı.
Radyonun yanında paslı bir çiviye iple asılı, tahta çerçeveli siyah beyaz fotoğrafa gözü kayınca bakışları sabitlendi. Beş yıl önce bir iş kazasında beklenmedik bir ölümle kaybettiği babasının bu fotoğrafına ne zaman baksa, bir alev düşer içine, hüzün kaplardı ruhunu. Derin özlemle içi yanar, acı tazelenir, düşüncelere dalardı. Yine o anlardan birine yakalandı; her babasının fotoğrafına baktığında yaşadığı gibi…
Sevgisini, ilgisini hep üzerinde hissettiği babasının ani ölümü derinden sarsmıştı. Yıkılan bir şeylerin altında kalmış gibi çaresiz, bazen de kızgın güneş altında gölgesizdi sanki; yakıcıydı… Baba yokluğunun oluşturduğu o boşluk dolmuyordu bir türlü. Toparlanması uzun zaman almış, okulu da bırakmıştı. Annesiyle olan arasındaki ilişki, babasıyla olduğu gibi sıcak ve yakın değildi. Babasından kalan üç kuruşluk emekli maaşıyla bodrum kat dairelerinde kıt kanaat yaşıyorlardı, ana kız…  Dalgınlığından sıyrıldı, döndü gerçek dünyasına. Bu gerçek dünyada, yoksul evinin dört duvarı arasında geçen, aynı şeylerin yapılmasıyla bıktıran, bezdiren, birbirinin benzeri günler vardı. Bu durumda farklı anlar, güzel yaşamlar, heyecanlı, esaslı ilişkiler, keyifli zamanlar nasıl yaşasın ki… Bunlar ona çok uzaktı, zordu. Olmuyordu da zaten. Annesiyle yalnızlık yaşıyorlardı. Gençlik heyecanı adeta dağlar ardındaydı, onun için. Bu heyecanı sağlayacak günleri, işi, beraberlikleri yoktu. Belki bir gün bir şeyler olur umudunu yitirmiyordu; ama henüz olan bir şey de yoktu…
Bu düşünce aklındayken birden uzandığı yerden fırlayıp  ayağa kalktı. İşte birkaç gündür yaşadığı o umut ışığının çekim alanına girmişti yine. Odanın içinde kafese konulmuş aslan gibi hızlı hızlı bir ileri bir geri dolaşmaya başladı. Arada bir sağ elinin beş parmağını alnından itibaren tarak gibi saçlarına geçirip geriye atıyordu.
Pek nadir, annesinin izniyle çıktığı bir günde, çarşıda bir tuhafiye dükkânında gördüğü o  genç satıcı adam geldi aklına yine. Unutamamıştı bir türlü. İçini delen o bakışını ne yapsa hafızasından silemiyordu. İlgi ve sevgi yüklü karşılıklı bakışla süslenen o karşılaşma, bir fotoğraf karesi gibi zaman zaman  gözünün önüne gelirdi. Her seferinde o anı yeni yaşıyormuş gibi heyecanlanırdı. Yine düşmüştü işte aklına. Annesi evde yoktu. Erkenden teyzesinin yanına gitmişti. Oraya gidince de çabuk dönemeyeceğini biliyordu.
İçinde kıvılcım çaktıran, gönlünde bir sevgi filizinin baş vermesini sağlayan; tekdüze, solgun yaşamına renk katan adamı düşündü. Bu düşünce ılık bir rüzgar estirdi içinde ve  harekete geçirdi. Elbise dolabına  yöneldi. Fazlaca elbise seçeneği olmadığı için, onu mu, bunu mu kararsızlığına düşmeden çabucak üstünü değiştirdi. Saçlarını biraz  ıslatıp taradı, yanaklarını hafif pembeleştirdi, dudaklarıyla birlikte…Ve bir bölümünün sırrı dökülmüş yarım boy aynanın önünden çabucak ayrıldı. Pembe pileli eteğinin üzerine giydiği beyaz gömleğiyle iyi görünüyordu, beğendi kendini.                                                                                                                                                                             Gördüğünden beri  yüreğinde ılık akışlar yaşatan, bedeninde bir heyecan dalgası estiren, aklına geldikçe görme isteği duyumsatan o adamın çekimiyle çıktı evden. İçindeki kıvılcımı ateşe çevirme umudu vardı. Coşku doluydu yüreği. Kimbilir, belki ilk karşılaşmanın etkisi ile konuşabilir, açılabilirlerdi de birbirlerine. Neden olmasın?
Heyecanla, biraz da telaşla çıktı evden. Birkaç sokak ötedeki dükkâna doğru yönünü çevirdiğinde, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm hissediliyor, içinde mutluluk esintileri savruluyordu.
Belli etmemeye çalıştığı heyecanıyla tereddüt içinde ağır ağır yürüdü. Bedenini kuşatan sıcak bir hava etkisindeymiş gibi terlediğini hissetti. Sabahki halinden eser yoktu.
“Hayat yine de güzel be!” dedi kendi kendine içinden ve keyifle yürüdü…
Dükkânın bulunduğu sokağa girince yürüyüşünü iyice yavaşlattı. Kalp atışı hızlanırken, heyecan dalgası artarak sardı benliğini. Omuzuna attığı çantasını tutan eli terden nemlenmişti. Tam dükkânın önüne geldiğinde  kafasını yavaşça çevirdi, göz atmak için.
Bir anda bedeni soğudu, üşüdü sanki. Durdu. Çok değerli bir şeyini kaybettiğini aniden farketmiş  biri gibi sarsıldı. Öylece çakılıp kaldı. Ne sokağın seslerini duyuyor, ne de gelip geçenlerin farkındaydı.
Işıkları sönük, kapısı kapalı dükkanın vitrin camına yapıştırılmış bir kartona yazılı, “Devren  Kiralık” yazısına asılı kalmıştı  gözleri…

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir