ALEXIS YA DA BEYHUDE MÜCADELENİN KİTABI
Bu bir itiraf romanı
20. Yüzyılın başlarında Avrupa’nın ortalarında bir yerlerde, farklı cinsel yönelimi yüzünden toplumsal normlar, dinî ve ahlaki değerler, öğrenilmiş ya da öğretilmiş yargıların şekillendirdiği zihniyle mücadele eden Alexis’in, kız kardeşi gibi sevdiği karısı Monique’e yazdığı bir mektubu okuyoruz.
“Bu mektup, dostum, çok uzun olacak!” diye başlıyor anlatmaya. Çok odalı ve az gülünen eski bir evin ıssızlığında, ablaları, abileri ve sessiz annesiyle birlikte geçen çocukluğunda, on altı yaşından sonra tüm ağırlığıyla üzerine çökecek cehennem ateşleri yanmaya henüz başlamamış ama içine kapanık ve korkak bir çocuk olduğunu itiraf ediyor. Korktuğu şey, eski evlerde olduğu söylenen hayaletler değil. Şöyle diyor Alexis:
“Belki daha o zamandan hayaletlerin görünmez olduğunu, çünkü onları içimizde taşıdığımızı anlamıştım.”
Kitapları ve okulu sevmiyor. Her şeyi okumak gerektiğini, hayatın ise buna yetmeyeceğini, onları her açtığımızda beklenmedik bir ifşaatla karşılaşmayı beklediğimizi ama her kapattığımızda cesaretimizin daha da kırıldığını hissettiğimizi söylüyor.
Sonra düşünceleri değil ama düşleri, hem de en belirsiz düşleri kolaylaştıran müziği keşfediyor. Bunu belki de kitapları ve okulu sevmiyor olmasına ya da eve yerleşen sessizliğe bir karşı duruş olarak yaşamaya başlıyor ama ona iyi geliyor.
Müziğin boşboğaz olmadığını, ağlayıp sızladığında bile nedenini söylemediğini belirtip kendisini sadece bir icracı olarak tanımlıyor. Müziğini icra ederken, aktardığının sadece kendi huzursuzluğu olduğunu, insanın daima kendinden söz ettiğini kabul ediyor.
İlk “günahını” yaşadığında, içine dehşet salan şeyde bunca sadelik olduğunu tahayyül etmediğini, günahın kolaylığının nedameti engellediğini fark ediyor. Hazzın ona öğrettiği bu sadeliği daha sonraları büyük yoksullukta, acıda, hastalıkta, ölümde, yani başkalarının ölümünde yeniden bulduğunu söylüyor.
Yirmi yaşında kendini, nefsin ve kalbin mutlak yalnızlığına mahkûm ediyor.
Hatta piyanonun fildişi tuşlarında gezinen parmaklarının ona çağrıştırdıkları yüzünden müzikten bile vazgeçiyor.
“Yirminci yaşın vazgeçişlerinde buruk bir sarhoşluk vardır” diye anlatıyor karısına.
Zayıf bünyesi ve depresif ruhuyla sık sık hastalanıp “yasak eğilimlerinin” sonucu olarak kendi içine hapsoluyor. Çektiği bedensel ve ruhsal acılar zihninde ölüm düşüncesini hep yaşatıyor ama intihar için hiç eyleme geçmiyor.
“Hayat şiirden daha fazla bir şeydir; fizyolojiden daha fazla bir şeydir, hatta o kadar uzun zaman inandığım ahlaktan da. Hayat bunların hepsidir ve çok daha fazlasıdır. Tek servetimiz ve tek lanetimizdir” diye yazıyor Monique’e.
“Sadece biz kendi hayatımızı görürüz, onun böyle olmasından hayrete düşeriz ama onu değiştiremeyiz!”
“Dantelden bir ruhu var” diye tanımladığı uzak akrabası prenses bir hanımefendinin çöpçatanlığıyla tanıştığı ve karşılıklı susarak sessizliğin büyüsüne kapıldığı Monique’le derin bir nehrin akıntısında sürüklenir gibi evleniyor.
Güzel karısının acı çeken ruhuna, dizginleyemediği düşüncelerine iyi gelmesini çok istiyor ama evlenmeden önce de farkında oldukları ve karşılıklı sustukları gerçekler yine hiç konuşmadan ortaya çıkıyor. Alexis’in aradığı güzellik bir kadının bedeninde değil.
“Herkes sırlarını ve hayallerini hiç itiraf etmeden, hatta kendine bile itiraf etmeden sessizce büyütüyor” diye yazıyor karısına. İşte bu itiraf edilmeyen sırlar ve hayaller, ikisini de evliliklerine mutsuzluğa sürüklüyor. Bir çocuklarının olması bile durumu değiştirmiyor.
Tutkunun çığlıklara ihtiyacı olduğunu söyleyen Alexis, sıradan ahlaka göre yaşamayı beceremediğinden, neredeyse doksan sayfa boyunca Katolik inancıyla şekillenmiş inançlarının, acı çeken ruhunun, bastırmaya hatta yok etmeye çalıştığı hayallerinin, içindeki hayaletlerin acısını çığlık çığlığa haykırıyor.
Bazı roman karakteriyle duygusal bağlar kurmaktan kendimi alamayan bendeniz, bu kadar acı çekmek ve mücadele etmek zorunda kaldığı için Alexis’e şefkatle üzüldüm.
Ama insanın kendine karşı haksızlık etmesinin ne kadar zor olduğunu kabullenip son satırlarda nihayet kendi ahlakıyla uyum içinde olmaya karar vermesi beni rahatlattı.
Fransız asıllı Belçikalı yazar Marguerite Yourcenar tarafından yazılan roman ilk kez 1929 yılında yayımlanmış.
Yazar 1963 yılında kitabı tekrar gözden geçirerek bir önsöz yazmış. Bu önsözde, ilk yayımlanışından beri otuz beş yıl geçtiği ve fikirler, toplumsal âdetler, kamuoyunun tepkisi değişime uğradığı halde, bu değişimin sanıldığından daha az olduğunu belirtiyor.
Onun üzerine bir altmış yıl daha koyup iki yüzlü ahlak anlayışının gündemde olduğu bugünlere geldiğimizde değişimin, karanlık bir hoşgörüsüzlük ve nefretin sızdığı dille ifade edilen bir ötekileştirme kılığında olması ne kadar üzücü.
Az uz gidiliyor ama bir arpa boyu yol kat edilemediği gibi medyanın gücü ve gazıyla artan iletişimle (ya da iletişimsizlikle) bıçaklar fena halde bileniyor.
Durumun homoseksüellik veya eşcinsellik sözcükleri hiç kullanılmadan anlatılmasını, yazıldığı dönemin yasaklarının ortaya çıkardığı bir otosansür olarak değil de yazarın edebi dili ustaca kullanmaktaki başarısı olarak değerlendirdim.
Marguerite Yourcenar hakkında araştırma yaparken girdiğim İngilizce dilli Wikipedia’da kadın akademisyen sevgilisiyle birlikte yaşadığı anlatılırken, kendi dilimizdeki Vikipedi’de lezbiyenliğinden hiç bahsedilmemesi, ironik bir şekilde kitapla örtüşüyor.
Gökkuşağının yedi renginden bile korkulduğu günümüzde bu kitabın okunması; kuşağın her rengiyle hoşgörüyle tanışmak, duygular ya da yönelimler yüzünden çekilen acılara tanıklık etmek, yeni acılara sebep ya da ortak olmamak hatta belki kendi yönelimlerimizin farkına varıp onlarla barışmak adına zenginleştirici olacaktır.
Bazı kitaplar sırf bitiş cümlesi için bile okunur.
Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.