Zeynel Özbalçık

ÇADIRDAKİ KIZ

“Genellikle yol ve su kanallarının kenarlarına kurulmuş naylon, bez çadırlardan oluşan çadır yerleşimlerinin bulunduğu yerlerin adı değişiyor ama hikâyeler pek değişmiyor. Ortak nokta yoksulluk, eğitimsizlik, beslenme ve sağlık sorunları…”  

UMAY AKTAŞ-UZUN HİKAYE           

 

Mehmet dışardan gelen takırtı sesleriyle gözlerini açtı. Sanki bir iş makinesi sokaktaki asfaltı deliyordu. Yorganı kafasına çekti, öbür tarafına döndü, gözlerini kapattı. Uyumaya çalıştı ancak takırtı devam etti. Yorganı üzerinden atıp yataktan çıktı, karşısındaki pencerenin perdesini açtı. Evlerinin bahçesinden sokak kapısına doğru baktı. Hiçbir şey gözükmüyordu. Pencereden iyice sarkarak sesin geldiği tarafa başını çevirdi. İşte oradan geliyordu sesler: Bahçe duvarının köşesindeki elektrik direğinin tepesinden.
“Gelmişler!” dedi.” Leylekler gelmiiiş!” Bağırarak kapıyı açtı. Annesi “Ne oluyor?” demeye kalmadan Mehmet ayağına geçirdiği terliklerle dışarı fırladı. Dün akşam yağan yağmurun ıslattığı otlara aldırmadan bahçeye daldı. Bahçe duvarını köşesindeki tutunarak duvara tırmandı. Elektrik direğinin tepesindeki yuvada duran iki leyleğe doğru “Hoş geldiniz,” diye el salladı.
Bir süre duvarın üstünde gezinerek leylekleri izledi.” Mehmeet!” diye bağıran annesini duydu. Yeniden el sallayarak duvardan atladı. Geldiği gibi eve doğru koştu. Annesi kapıda onu bekliyordu. “Üstünü ıslatmışsın doğru banyoya,” dedi. Mehmet banyoda ellerini, ayaklarını yıkarken babası traktörle bahçeden içeri girdi.
 Mehmet ellerini kurularken kahvaltı masasında oturan kardeşi Çetin’e “Bizim leylekler gelmiş,” dedi. Çetin işaret parmağını kaldırarak havada bir şeyler çiziktirdi. “Leylek yazdım.” Anneleri “leylek leylek, diye diye okula geç kalacaksınız, çabuk olun!” diyerek masaya oturdu. Babaları “Mevsim geldi, havalar ısınıyor,” dedi.
“Baba işçiler ne zaman gelir, çadırlar ne zaman kurulacak?”
“Leylekler geldiğine göre birkaç güne onlar da gelir. Tarlada, bağda, bahçede işler başladı. İşçi lazım.”
“Çadırdaki işçilerden çok, çadırdaki kızı bekliyorsun gibi,” dedi annesi.
“Öff anne!”
Çantasını omuzladı Mehmet, Çetin’e dönerek “Kapıda bekliyorum,” dedi.
Annesi ve babası birbirine bakarak gülümsediler.
Mehmet kardeşini beklerken leylek yuvasını izliyordu. Leyleklerden biri yoktu. Diğeri ise tek ayağının üzerinde duruyordu. Elektrik direğinin yanına geldi. Yamaçtan aşağı sıralanan meyve bahçelerinin arasından dümdüz uzanan ovaya baktı. Göz alabildiğince sebze tarlaları ve seralar uzanıyordu. Ovanın tam ortasından geçen ırmağın sağına soluna göz gezdirdi. Çadırlar gözükmüyordu. “Gelmemişler” dedi kendi kendine. Mehmet bir süre ovayı izledi. Sonra bahçe kapısından çıkan kardeşi birlikte okulun yolunu tuttular.
Mehmet bu sene 6.sınıfa gidiyordu. Kardeşi birinci sınıfa başlamıştı. Gördüğü her yazıyı okumaya ve yazmaya çalışıyordu. Kasabada hem ilkokul hem ortaokul aynı binadaydı. İlkokullar birinci katta ortaokullar ikinci katta ders yapıyorlardı.
Okul bahçesinden içeri girdiler. Çetin heyecanla sınıfa koştu. Mehmet ise çam ağaçlarının altında sohbet eden arkadaşlarının yanına gitti. “Fen yazılısına çalıştın mı?” diye karşıladı onu Özkan. “İdare eder.”  “Matematikçi de Fenci gibi kolay sorsa işimiz iş.” Hep birlikte gülüştüler.
Uzaktan okula doğru gelen öğretmen servisi görününce sınıflara dağıldılar.
Teneffüs zili çalınca Mehmet, bahçeye çıktı. Çam ağaçlarının altına doğru yürürken Özkan seslendi. “Fenci az daha zorlasaydı çuvallıyorduk vallahi!” Mehmet gülümsedi ama dalgındı.  “Ne oldu? Suratın asık?” Mehmet yere bakarak, “Çadırlar yoktu bu sabah… Gelmemişler daha.” Özkan başını salladı “Hee, hatırladım. Kara gözlü, sessiz kız.” “Her sene bu zamanlar gelirlerdi. Ama bu sabah ovaya baktım, hiç çadır kurulmamıştı. Belki de bu sene gelmeyecekler.” “Yağmurlar yüzünden gecikmişlerdir, gelirler her hal,” dedi Özkan. Mehmet sessizce yere bir çizik attı parmağıyla. Onlar konuşurken zilin sesi duyuldu. Hızlı hızlı okula doğru yürüdüler.
Ertesi sabah leylek takırtıları ile uyanan Mehmet bahçeye fırlayıp duvarın üstüne çıktı. Ovanın ortasından geçen ırmağa doğru baktı. Ağaçların yanına kurulan çadırları gördü.  Kalp atışları hızlandı, içi sevinçle doldu. Duvardan atlayıp koşarak eve girdi. Kahvaltı masasında hızlıca bir şeyler atıştırıp okul kıyafetlerini giydi, kardeşinin elinden tutup çıktılar. Okula doğru yürürken bir şey söylemedi ama gözleri parlıyordu.
İkinci dersin ortasında, öğretmen konuyu tahtaya yazarken kapı tıklatıldı. Herkes başını çevirdi. Kapı aralandı. Öğretmen kapıya doğru yürüdü, kısa bir konuşma duyuldu. Sonra döndü ve gülümsedi.” Çocuklar, bir misafirimiz var.” Kapı açıldı. Berfin içeri girdi. Üzerinde soluk renkli bir elbise, sırtında bez bir çanta vardı. Saçları iki yandan örülmüştü. Mehmet ile Özkan gülümseyerek bakıştılar. “Arkadaşınız Berfin, bu yıl da bizimle birlikte olacak. Okullar kapanana kadar bizim sınıfımızda okuyacak.”
Teneffüste herkes bahçeye çıkarken Berfin defterine bir şeyler karalıyordu. Mehmet dışarı çıkarken yavaşladı, dönüp baktı. Bir an durdu, sonra geri gelip “Hoş geldin,” dedi. Berfin gülümsedi.
Aradan birkaç gün geçmişti. Berfin sınıfa tam alışmamıştı, sessizce olan biteni izliyordu. Mehmet ona bazen geride kaldığı dersleri gösteriyor, teneffüslerde birlikte gölgede oturuyorlardı.
Bu sabah, matematik dersi başlamadan önce öğretmen sınıfa girdiği gibi ödev defterlerini istedi. Öğrenciler sessizce defterlerini sıranın üstüne koydular. Berfin ise başını önüne eğdi, defterini çıkarmadı. Öğretmen “Berfin, sen yine yapmamışsın ödevi!” dedi. Berfin’in yanakları kızardı. Gözlerini yerden kaldırmadan başını salladı. Öğretmen başka sıraya geçtiğinde sınıfta bir sessizlik oldu.
Teneffüste Mehmet, çam ağaçlarının gölgesinde Berfin’in yanına oturdu. Sessizce bir süre bekledi, sonra usulca konuştu: “Aldırma… Matematikçi herkese kızar. Özkan’a bile geçen hafta, sen hiç çalışmıyorsun,” dedi.
Berfin gözlerini uzaklara dikti. Sonra neredeyse fısıltıyla konuştu: “Okuldan çıkınca kardeşime bakıyorum. Annem serada… Babam geç geliyor. Irmaktan su getirip bulaşıkları yıkıyorum. Sonra hava kararıyor. Bizim çadırda elektrik yok zaten.” Mehmet hiçbir şey diyemedi. Yavaşça başını öne eğdi.
Ertesi sabah Mehmet sınıfa erken geldi. Berfin çoktan yerindeydi. Sessizce önüne bakıyordu.  Mehmet çantasını açtı, yeni bir defter çıkardı. Hiçbir şey söylemeden Berfin’in sırasına bıraktı. Berfin defteri açtı. Sayfaları çevirdi. Dünkü ödevler yapılmıştı. Bir an dondu. Sonra kara gözlerinde bir parıltı belirdi. Göğsünde hafif bir ürpertiyle Mehmet’e baktı. Mehmet gülümsedi.
Cumartesi sabahıydı. Mehmet, annesiyle birlikte tarlaya gitmek için erkenden uyanmıştı. İşçiler gelecekti. Güneş henüz ovaya yayılmamıştı ama kuş sesleri başlamıştı bile. Traktörle tarlaya vardıklarında her zamanki gibi ıslak ot kokusu, sabah serinliği ve uzaktan gelen çocuk sesleri karşılamıştı onları.
Biraz sonra tarlanın öbür ucunda gelen işçiler göründü. Berfin’in başında geniş kenarlı bir şapka, sırtında eski bir çanta, elinde bir su bidonu vardı. Yanında annesi, küçük kardeşi ve birkaç kişi daha…
Mehmet gelenlere bakarak “Kız… bizim sınıftan. Berfin,” dedi. Annesi gülümseyerek başını salladı. “Evet, Şu çadırdaki kız. Bu hafta bizimle çalışacaklar. Güzel kızdır Berfin, akıllı da… Annesiyle daha önce de çalışmıştık.” Mehmet bir süre hiç konuşmadı.
İşçiler su bidonlarını ve yiyecek çıkınlarını bırakıp çalışmaya başladılar. Güneş tepeye doğru yükselirken Mehmet sırtında taşıdığı sulama hortumunu yere bıraktı. Sonra, eline bir çapa aldı. Berfin’le aynı sıraya durdu. İkisi de eğilmiş, fidelerin köklerini temizliyordu. Bir ara Berfin başını kaldırmadan fısıldadı: “Tekrar teşekkür ederim defter için.” “Defter senin. İstersen ödevleri de beraber yaparız.” Berfin başını kaldırdı, bu kez hafifçe gülümsedi.
Okullar tatil olduğunda Mehmet sabahları artık çanta değil, şapka takıyordu. Berfin de tarlaya gitmek için yorgun argın uyanıyordu her sabah. Güneş erkenden doğuyor, ovaya önce turuncu bir ışık yayılıyor sonra mavi ve yeşil birbirine karışıyordu.
Mehmetlerin ailesiyle Berfinler artık sık sık aynı tarlada çalışıyordu. Kimi zaman domates çapalanıyor, kimi zaman seradaki biberler sulanıyordu. Öğlen sıcağında herkes dut ağacının gölgesine çekiliyor, beraberce yedikleri ekmeği, tarladan kopardıkları salatalık, biber ve domatesi paylaşıyorlardı.
Bir gün iş bittikten sonra Mehmet, Berfin’i kolundan çekti:” “Gel sana bir şey göstereceğim,” dedi. Berfin biraz yorgundu ama Mehmet ısrarcıydı. Yamaçtan yukarı tırmandılar. Mehmetlerin evin önüne geldiler. Mehmet bahçe duvarının köşesindeki elektrik direğini işaret ederek “Bak! “Dedi “Onlar bizim leylekler. “
Berfin başını kaldırdı. Uzun pembe gagalı, beyaz tüylü leylekler duruyordu. Gökyüzü açık, bulutsuzdu. “Uçup gidecekler mi?” diye sordu Berfin, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. “Giderler. Ama her yıl geri gelirler. Yine aynı direğe, yine aynı yuvaya.” Berfin bir süre düşündü. Sonra gözlerini yuvadan ayırmadan konuştu. “Biz de her yıl geliyoruz buraya. Ama aynı çadıra,” Mehmet bir şey diyemedi.
Günler geçtikçe rüzgâr artık serin esiyordu. Tarlalardaki sebzeler toplanmış, seraların örtüleri toplanmaya başlamıştı. Dut ağacının altında artık kimse oturmuyordu. Sabahları sis ovayı örtüyordu, akşamları hava erkenden kararıyordu.
Mehmet, bir sabah uyandığında elektrik direğine baktı. Leylekler yoktu. Yuva bomboştu. “Gitmişler, dedi kendi kendine.” “Yakında Berfinler de giderler.” İçini bir sıkıntı kapladı.
Leylekler gittikten birkaç gün sonra akşam güneşi, ovanın ucunda turuncuya çalmıştı. Mehmet tarladan yorgun argın dönerken ayakkabılarındaki toprak, günün ağırlığını taşıyordu. Eve yaklaştığında kalabalığı fark etti. Bahçe kapısının önünde birkaç tanıdık yüz…Çadırların olduğu yerden gelen mevsimlik işçilerdi. Berfin de oradaydı. Elinde küçük kardeşinin elini tutuyordu. Annesi Mehmet’in annesiyle vedalaşıyor, teşekkür ediyordu. Mehmet yaklaşınca Berfin başını kaldırdı. Göz göze geldiler. “Yarın gidiyoruz.”  “Biliyorum… leylekler de gitti.” Berfin gülümsedi. Gözleri hafif doluydu ama ağlamıyordu.
Kardeşinin elini bıraktı, koynundan yavaşça bir şey çıkardı. Mehmet hemen tanıdı. Ona verdiği matematik defteriydi. Kenarları kıvrılmış, kapağı biraz solmuştu ama özenle taşındığı belliydi. Defteri iki eliyle tuttu, Mehmet’e uzattı. Mehmet defterin sayfalarını çevirdi. En son sayfada iki leylek resmi vardı. Altında bir not. “Leylekler her sene aynı yuvaya gelirler. Biz de aynı çadıra. Çadırdaki kızı unutma”.
Mehmet defteri kapattı. Yuvaya, gökyüzüne ve uzaklaşan ayak seslerine baktı. Sessizce mırıldanarak “Unutmam,” dedi.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir