BALAYI ROMANI ÜZERİNE
Yazar Hakan Aytaç ile son dönemde artan cinayet gibi trafik kazaları sonrası nüfuzlarını kullanarak adaletten kaçanlardan yola çıkarak yazdığı yeni romanı “Balayı” üzerine söyleştik.
Romanınız “Balayı” ilk bakışta yeni evli bir çiftin hikâyesi gibi görünse de altında toplumsal bir sarsıntı hissediliyor. Bu kurgunun çıkış noktası neydi?
Evet, roman bir evlilikle başlıyor ama bu iki kişi arasında geçen bir hikaye değil. Çiftimizin evliliğinin çok farklı bir dinamiğinin olduğu hemen anlaşılıyor ve suçun, adaletsizliğin ne kadar yakınımızda olduğunu idrak ediyoruz. Toplumda yaşanan her bir sarsıntı mutlaka hepimizi bir biçimde etkiliyor. Sırça köşklerde de yaşasanız, kendinizi sosyal hayattan dışlasanız da mutlaka, er veya geç bir şekilde maruz kalıyorsunuz. Kurgunun çıkış noktası ise benim eşimle birlikte geçirdiğimiz balayımız. Hayır, neyse ki bizim başımızdan geçenler değil. –Gülüyor- Ya başımıza böyle bir hadise gelseydi, ne yapardık diye düşündüm ve yazmaya başladım. Hikâye zamanla evrildi tabii.
Romanla gerçek arasında net bağlar var mı? Son dönemde yaşanan ve toplumdaki adaletsizlik hissine sebep olan olayları çağrıştırıyor…
İlham aldığım gerçek yaşantılar oldu elbette. Son dönemde artan cinayet gibi kazalardan sonra, nüfuzlarını kullanarak yakayı sıyıranların, adaletin güçlünün önünde diz çöküşünün hikayesini anlatmaya çalıştım. Peki bu gerçekler karşısında sıradan halk ne yapacak? Adamsendeciliği mi oynayacak, yoksa “artık yeter” mi diyecek? Bu soruyu irdelemeye çalıştım.
Hikâyenin geçtiği Alaçatı seçimi tesadüf mü? Nezih bölgelerin karanlık taraflarının anlatısı her zaman ilgi çeker. Sizin Alaçatı’nız nasıl bir yer?
Dediğim gibi, Alaçatı sık gittiğim bir yer. Bölgeyi hem seviyor hem de sık sık gözlemleme şansı buluyordum. Fakat artık eski Alaçatı yok. Tıpkı eskiden güzel olan birçok yer gibi. Güzel olan ne varsa, yoğun bir tüketimle yok ettiğimiz bir cennet ülkede yaşıyoruz. Bunları söylerken aklıma Salda Gölü geliyor mesela ama saymaya kalksak sabahı görürüz herhalde. Bir cennet köşe, her açıdan karanlık bir dünyanın sahnesine dönüşebiliyor ülkemizde. O yüzden bu güzel coğrafyada tatil, turizm ve tatlı bir hayat görüntüsünün arkasına bir gölge yansıtmak istedim: Paranın, gücün, suçun ve sessiz kalmanın bu sahil kasabasını ve birçoğunu nasıl dönüştürdüğünü. Olayın geçtiği yerin huzurlu ve estetik yüzüyle, hikâyedeki çürüme ve kaos arasındaki zıtlığa dikkat çekerek anlatının duygusal gerilimini artırmayı hedefledim. Peyzaj ne kadar sakin görünürse, sükûnetin altındaki çalkantı da o kadar sert hissedilir sanırım.
Maria ve Mustafa arasında bir sadakat krizi var. Maria aşkı ile hayatta kalma içgüdüsü arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Sizce aşkta sadakat mi ağır basmalı, yoksa insanın kendi vicdanı mı?
Sadakat, kutsal bir kavram gibi görünse de bazen ahlaki körlüğe dönüşebiliyor. Konduramamak, yakıştıramamak, zamanla göz yummaya, görmezden gelmeye hatta umursamamaya ve zamanla körleşmeye kadar gidiyor. Sizi bir anda suç ortağı haline bile getirebiliyor. O çizgiyi aradım.
Ancak bu, bireysel değil sistemsel bir sorgulama gibi duruyor. Yanılıyor muyum?
Evet, kesinlikle. Bu, sadece bir kadın-erkek ya da bir aşk hikâyesi değil. Maria’nın yaşadığı şey, bir toplumun kendine sorduğu sorudur aslında: “Karanlığı sevdiğimiz birinde gördüğümüzde, gerçeği inkâr mı ederiz yoksa yüzleşir miyiz?” Veya “Karanlık olan kişi en sevdiğimiz kişiyse ne olursa olsun arkasında mı durmalıyız, yoksa arkamıza bile bakmadan kaçmalı mıyız? Maria’nın yaşadığı ikilem, birçok kadının ya da erkeğin yaşadığına benzer: Aşkla körleşen bir sadakat mi, yoksa gerçekle yüzleşen bir yalnızlık mı? Bu sorunun net bir yanıtı yok. Çünkü bazen doğru olan şey, insanın kendi vicdanıyla verdiği karar oluyor.
Hikâyede ölen ihtiyarın oğlu Deniz, romanın belki de en sarsıcı figürlerinden biri. Babasının ölümünün ardından adalete değil, intikam duygusuna yöneliyor. Kendi adaletini araması, bir meşrulaştırma mı, yoksa günümüz Türkiye’sine bir gönderme mi?
Meşrulaştırma değil; aksine, bireyin yasadışı yollarla adalet arayışının nasıl başka bir şiddeti doğurduğunu gösteren bir uyarı. Ama bu çarpıklığın nedeni bireyin kendisi değil, devletin adaleti sağlama konusundaki yetersizliği. Son dönemde özellikle kamuya mal olacak kadar duyulan olaylarda adaletin “haklıyı” değil “güçlüyü” koruduğuna dair yaygın bir hissiyat var toplumda. Aksini iddia edebilir miyiz? Elbette çağdaş, demokratik bir hukuk devletinde yaşıyorsak veya en azından böyle bir ülkede yaşadığımızı iddia ediyorsak diyeyim, kimsenin kendi adaletini kendi sağlamasını savunamayız. Fakat söylemek istediğim, devletin yapamadığını yahut yapamayacağına inandığını bireyin kendisinin yapmaya kalkışması, bu çok daha büyük bir toplumsal tehlikeye götürecektir bizleri.
“Adaletin bittiği yerde anarşi başlar” sözü roman boyunca dolaylı biçimde hissediliyor. Deniz’in yargı yerine kendi duygularıyla hareket etmesi, romantik bir kahramanlık mı yoksa potansiyel bir tehlike mi sizce?
Ben bu sözü, her zaman korkutucu bir tehditten çok bir uyarı olarak gördüm. Evet, adalet sağlanmazsa insanlar ya susar ya da kendi yollarını arar. Bu yol bazen hukuk dışı olabilir ama bu, o kişiyi yalnızca suçlu değil, aynı zamanda sistemin ürettiği bir yan etki haline de getirir. Deniz’in hikâyesi de biraz böyle. Çok ikili bir durum. Romantik, çünkü bir evlat babasına yapılanı reva görmüyor. Aynı zamanda tehlikeli, çünkü herkes kendi adaletini sağlamaya kalkarsa kaos başlar. Aslında sorulması gereken şey şu: “Adalet gecikirken vicdan ne yapar?”
Romanınızda suç örgütleri, nüfuzlu insanlar, susturulan kolluk ve baskılanan hukuk sistemi gibi temalar da var. Böyle bir politik zeminde yazmak sizi endişelendiriyor mu?
Sanatın görevi sadece güzeli anlatmak değil, gerçeğe dokunmaktır. Sanatçı da bunları dillendirmesi gereken insandır. Eğer yaşadığı topluma gözü kapalı şeklinde icra ediyorsa, bir derdi yoksa artık bir eser değil bir ürün veriyordur. Onun adı da artık sanat değil ticaret olmaya, sanatçı da tüccara dönüşmeye başlıyordur. Bu yüzden sanat doğası gereği eleştirel, sanatçı da muhalif olmalıdır. Bertolt Brecht’in sözlerini referans alıyorum ben her seferinde. “Sanatın apolitik olması, egemenlerle iş birliği yaptığını anlamına gelir.” Elbette kör gözün parmağına biçiminde gündelik ve kısır siyasi tartışmalardan bahsetmiyorum. Unutturulmak isteneni belleğe kazımayı kastediyorum. Örtbas edilmeye çalışanı açığa çıkarmayı. Ezileni gösterip, ezenin ipliğini pazara çıkarmayı… Ve bütün bunlardan kimin fayda sağladığı, kimin zarar gördüğünü… Özellikle edebiyatın böyle bir görevi olduğunu düşünüyorum.
Roman boyunca güvensizlik çok temel bir duygu: Eşine güvenmeyen, sisteme güvenmeyen, kendine bile güvenemeyen karakterler var. Sizce günümüz insanı neden bu kadar güvensiz?
Çünkü gerçekler, bizi sürekli kandırıldığımız hissiyle baş başa bırakıyor. Aşkta, dostlukta, iş hayatında ya da adalette… Güvensizlik çağımızın vebası gibi, yediden yetmişe, yedi bölge yedi iklim bizi sarmış durumda. Romanımda bunu bireysel bir sorun gibi değil, toplumsal bir salgın olarak yansıtmak istedim. Günlük hayatımızda bile herkes birbirine gülümsüyor ama kimse kimseyi inanmıyor. Herkes birbiriyle samimi ama kimse birbirini sevmiyor. En tehlikeli yalnızlık bu olsa gerek. Yan yana durduğumuz ama asla sırtımızı dönemeyeceğimiz kalabalıklar içinde olmak.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.