YAZAR AYTEN KAYA GÖRGÜN’LE SÖYLEŞİ
“Genelde ne yazacağım beni masa başında bulmaz. Yazacaklarımla bir yerde karşılaşırım, çoğu kendiliğinden gelir bulur beni. Oradan buradan topladığım parça parça hikâyeler ve görüntüler vardır zihnimde, onları harekete geçirecek son bir kıvılcım, bu belki sokakta kulak misafiri olduğum bir konuşmadır ya da gazetede bir haberdir. O kıvılcım ilkin hikâyeyi aklıma düşürür, birkaç gün kafamda onunla gezerim, uykuya dalana dek koyunları saymam da cümleleri yazar silerim.”
Edebiyatın farklı türlerinde eserler üretiyorsunuz; roman, öykü, senaryo gibi. Her birinin farklı zorlukları ve tatları olmalı. Bu türler arası geçişlerin size sunduğu deneyimlerden söz eder misiniz?
Bir metne başlarken bu öykü olacak, bu roman olacak diye hazırlanmıyorum. Metni biraz serbest bırakıp sezilerine güvenerek kalemin peşine takıldığında yol kendiliğinden görünüyor. İlk kitabım Arıza Babaların Çatlak Kızları’ında (2011, Ayrıntı Yayınları) anlatılan hikâyeler aslında neredeyse 97’den beri tek tek öykü olarak dergilerde yayımlanmıştı. Sonrasında bir kadının kulağıma fısıldamalarıyla her bir öyküyü, olayları, kişileri sandıkta unutulmuş motifler gibi çıkarıp bir perdenin üstüne teyelledim. Bana göre türler arasında gelip gitmek oyun alanında kaleme daha ferah ve cesaretli bir yer açarken yazara da daha keyifli ve diri bir alan sunuyor.
Yazdıklarınız çok gerçek ve samimi, her şeyden önce bunu hissediyor insan. Adeta yanımızda yöremizde olan bitene mercek tutmuşsunuz, bizi bize olabildiğince açıklıkla anlatıyorsunuz. Yaşananlar, gözlemler, duyulanlar yazarken harmanlanıyor elbette. Sizde bu süreç nasıl işliyor, nasıl yaratıyorsunuz?
Bunu hissettirebildiğime sevindim. Genelde ne yazacağım beni masa başında bulmaz. Yazacaklarımla bir yerde karşılaşırım, çoğu kendiliğinden gelir bulur beni. Oradan buradan topladığım parça parça hikâyeler ve görüntüler vardır zihnimde, onları harekete geçirecek son bir kıvılcım, bu belki sokakta kulak misafiri olduğum bir konuşmadır ya da gazetede bir haberdir. O kıvılcım ilkin hikâyeyi aklıma düşürür, birkaç gün kafamda onunla gezerim, uykuya dalana dek koyunları saymam da cümleleri yazar silerim. Aslında sizi size, sizden topladıklarımla kendimi de katarak anlatıyorum.
Kısa öykü yazmanın uzun yazmaktan zor olduğu söylenir ki kendi deneyimlerimden de biliyorum bunu. Birbiri ardına okuma isteği yaratan, insanda buruk hisler bırakan kısa öykülerinizi kotarma biçiminiz gerçekten ustaca. Kısa yazmak sizin için bir amaç mıydı, bu konuda özellikle çalıştınız mı? Yoksa yolunuz sizi kısa öykülere mi getirdi?
Sıklıkla öykülerimle ilgili şöyle eleştiriler gelir; ya keşke biraz uzun anlatsan, devamı gelecek diye beklerken şak diye bitiriyorsun. Evet bazı öykülerin sonunu bağlamayıp ucunu açık bırakıyorum. Okur isterse oradan bıraktığım yerden devam etsin. Bunu her öyküde yapmıyorum ama kimi öyküler yazarı kenara bırakıp yola okurla devam etmek istiyor gibi.
Bu arada kısa öykü benim mizacıma, hayatımın ritmine de uygun bir tür sanırım. Genelde öyküyü bir çırpıda çatarım. Sonrasında döner döner üstünden geçerim. Öyküde de romanda da lafın uzununa çok girmemeyi yeğlerim.
Yazdıklarınızda gerçekliğin hüznüne karışan bir mizah var. Mizahı içinde yaşadığımız topraklardan devşirdiğinizi görüyorum. Bu sizde hep olagelen bir damar mıydı? Öykülere mizahı katma süreciniz nasıl işliyor?
Biraz altı çocuklu bir evde kazandibi olmanın getirdiği ayrıcalıkları kullanıyor olmamın artısı vardır. Kim bilir şehrin çeperlerinde sık çitlerle çevrilmiş bir bahçede yeşerebilmek için başını komikliğe dayayarak aslında güneşin çıkması için zaman kazanmayı öğrenmişimdir. Bunda biraz karşılaştığım ilk yazarın Aziz Nesin olmasıyla da bir ilgisi vardır. Tüm öğrendiklerim ilkin benden habersiz sızmıştır kalemime.
Gülmeyi ve de güldürmeyi kadınlardan öğrendim desem yalan olmaz. Çocukluğumda kadınların imece usulü yaptıkları tüm işlerde (yün yıkamak, tandırda ekmek yapmak, el değirmeninde bulgur öğütmek, düğünlere yaprak sarmak, cenazelerde bir kazanın başında un helvası yapmak) işin ucundan tutayım tutmayayım o ortamlarda bulunmak hep hoşuma giderdi. Kadınlar akşam ağlayarak yaşadıklarını, kahırlı eviçlerini bir araya geldiklerinde gülerek anlatıyorlardı. Gülmenin yeri geldiğinde bir kalkan olarak kullanıldığını sonraları anlayacaktım.
Kadınların kelimelerini, atasözlerini not etmeye oralarda başlamıştım. Tandırlarda ateşin başında çöpleri karıştırma huyunu o zamanlar edinmiştim. Tüm o geçtiğim yolların kalemin işleyebilmesi için bir hazırlık olduğunu dönüp arkama bakınca anlayacaktım.
Sonra sonra öğrendim ki komik ve mizah aynı şey değilmiş. Yolda yürürken hayatın doğal akışıyla açılan, komiği seçme gözüm sanırım kalemin devreye girip işlemesiyle mizaha dönüştü.
Edebiyatçı yaşadığı döneme tanıklık ediyor. Karakterlerinizle topluma dair çok söz söylüyorsunuz ancak bunu edebi dilden ödün vermeden yapıyorsunuz. Buradaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Bu dengeyi kurmak, kendi sesimi bulmak yolda bir hayli zamanımı aldı. Kimi zaman canım öyle yanıyor ki bilerek edebi lezzeti kenara bırakıp tak tak tak söylemek istediğim anlar oluyor. Çok olmamakla birlikte bazen kendime bu hakkı veriyorum.
Ben bir kadın olarak yarattığınız kanlı canlı kadın karakterlere yakınlık hissettim. Ablalar, yengeler, teyzeler, bizim kadınlarımız çeşitli şekillerde çıktı karşıma; sıkıntıları, çaresizlikleri, arayışları, hayal kırıklıkları, ümitleri ile. Bir kız kardeşlik, dayanışma vurgusu alıyorum kitaplarınızdan.
Kadınlarla iç içeyim, onlardan biriyim. En iyi tanıdıklarım, dünyalarını bildiklerim hallerini izlediklerim, yan ayana yürüdüklerim teyzeler, yengeler, bacılardır. Günlük hayatta da edebiyat yolculuğunda da kadınlardan çok destek görmüşümdür. “Kız Kardeşlik” ve “Dayanışma” kelimelerden öte inandığım ve hayatımda olan kavramlardır. Göz nasıl görüyorsa kalem ondan çok uzağa düşmüyor aslında.
Gördüğüm kadarı ile insanlarla bir araya gelmeyi seven birisiniz. Okur-yazar ilişkisi sizin için ne ifade ediyor, okurlardan nasıl yorumlar alıyorsunuz, bunlar sizi nasıl etkiliyor?
“Bu zamanda” insanları seviyor olmam pek çok kişinin bende en çok şaşırdığı ve hatta bazen şüpheyle baktığı bir durumdur. İtiraf edeyim ki kalemimi en çok besleyen kaynak sokaklar. Ne yazacağımı sokaklar, nasıl yazacağımı kitaplar söylüyor. Kendime bir yazardan daha çok hikâye anlatıcısıyım diyorum. Bazen yazarak bazen sözlü. Sahneye çıkıp insanlarla yüz yüze gelerek hikâyeler anlatmayı da seviyorum. Anlatmak ve yazmak benim dünyamda birbirini besleyen, birine ötekini hatırlatan haller.
Ülkemizde edebiyatın durumunu nasıl görüyorsunuz? Durumu iyileştirmek için yazarlara, yayınevlerine, dergicilere, okurlara sizce ne gibi görevler düşüyor?
Resmin büyüğünde durum nasılsa edebiyatta da durum benzer. Kafanı uzattığın her kapıdan nasıl bir “ah” duyuyorsan edebiyattan gelen ses de öyle. İster evinde otur cümle cümle kitap yaz ister elinde kirmanınla yün eğir. Dışarı çıkıp “Bakın bu yünü ben eğirdim, bu cümleyi ben kurdum” deyin. Kimse elinizdekine bakmaz da “Sen kimlerdensin” der. Ne yazık ki edebiyatta da yol genelde böyle şekilleniyor. Neyi nasıl yazdığın değil de senin de kitabının da değerini satış rakamları belirliyor.
Yayınevinin, derginin görevleri olabilir ama sanırım bir yazar görevlerden azade oturur masasının başına. Bir görev duygusuyla üstümde bir baskıyla yazmıyorum. Eskiden yazıyordum. Hatta belki serüvenin en keyifli olduğu an yazma anı. Sonrası başka bir oyun
Yazı serüveniniz nasıl devam edecek, yolculuğunuzun yeni durakları neler olacak, bize onlardan bahseder misiniz?
Programla yürüyen biri değilim. Onun için yolun nereye varacağını, hangi duraklarda duracağımı hatta bu yolculuğun devam edip etmeyeceğini bile bilmiyorum.
Teşekkür ederim. Sorularınız kendime bir daha dönüp bakmama vesile oldu.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.