UÇURTMA
Tamburumun üstünde ellerimi kavuşturup parmaklarımı birbirine kenetledim. Lokale şerit şerit gün ışığı düşmüş. Gündüz ama ortalık loş. Bir şehrin ışıklarının tek tek sönmesi gibi her gün biraz daha bozluğa bulandı mekân. Eskiden şarabi rengiydi lokalimiz, salaşlığı gevşetirdi insanı. Şimdiyse tozlu gri, insanın kalbini şöyle bir tutup sıkıyor. Metalden masaların sivri köşelerine kayıyor gözüm. Böyle bakınca bile adamı dürtüyor bu masalar. Önceden ahşap olanları vardı, insanı okşar, sıcacık sararlardı.
Prova saati. Ama son zamanlarda uzuvlarımızın rezeleri uğursuz bir rutubetle paslanmış gibi. Çalmaya hevesimiz epeydir sektede.
Sahnenin tam önünde Başefendi’nin adamları volta atıyor. Gözdağı gibi dimdikler. Elleri geride kıç üstünde bağlı, sıkı sıkı. Bir taraftan öbür tarafa yürürken yüzlerinden sırayla gün ışığı ve karanlık gölgeler kayıp gidiyor. Hepsi aynı; koca dilli, sağır varlıklar. Son sürümleri böyle bunların. Şu büyük katedrallerin dışındaki gargoyle’lere benzetiyorum onları. Korkunç olmaya çalışırken gülünçler. Haberleri yok. Bu daha da komik. Gülesim geliyor. Asabiyetten ama. İçimde en koyusundan bir bezginlik, kara bulutlara dönüşüp kalbime mihnet yağdırıyor. Sabrımın üstüne damlalar düştükçe dalgalanıyor haletiruhiyem. Durul yahu durul, faş etme kendini diye çıkışıyorum kendime. Gözümü yerdeki üçgen çatlağa dikiyorum, gülme isteğimi o düzensiz aralığa defnetmek ister gibi. Bu çatlak önceden var mıydı burada?
Başımı sağa sola döndürüyorum. Boynum tutulmuş da açmak istiyormuşum gibi. Sağ tarafımda diğerleri. Akordiyoncu Arif, solist Selma, kemani Rıfkı, viyolonselist Nadide ve piyanist Necla. Her biri sessizliğin bir ucundan tutmuş, kasvetin içine gark olmuş oturuyorlar. İfrat derecede donuk ve gerginler. Arkalarındaki düğmeyle kurulmuşlar da her an yaylarını koparıp birbirlerine gireceklermiş gibi. Bu ataletin ortasında tek benim kaşım gözüm oynuyor, durduramıyorum. Bir de o şarkı, ağzımın içinde dönüp duruyor.
Neyleyim köşkü neyleyim sarayı
İçinde salınan yâr olmayınca
Şarkı dilimin ucundan kaçıvermesin diye iri iri yutkunuyorum. Ne olur ne olmaz, zaten kafamın içindekiler birbirini itekleyip duruyor. Bugün pek hâllerime hâkim olamıyor muyum ne? O anladı. Kravatı ince, kendisi enine boyuna iri Arif. Göz bebekleri benim tarafa gidip geliyor. Gerisi beton. Akordiyonuna sıkı sıkı yapışmış, kendine siper etmiş. Yaşı benden büyük, huzursuzluğu da. Orkestranın başı o. Fatura hep ona kesiliyor, kim ne yaparsa yapsın. Aslında daha kalabalıktık biz, ayıkladılar. Yıllardır birbirimizi tanırız, yakınız ama bir o kadar da uzağız işte. Kendi dünyalarımızın kapladığı mesafe kadar. Arkadaş birliğinin mabedi çoktan dağılmış. Herkes ispiyon muhatarasıyla tetikte. Havada salınan bir ton ünlem işareti vızır vızır. Ara sıra oramıza buramıza konuyorlar. İçimden onları yakalayıp…
Sol tarafımdaki pencerede bulutsuz gökyüzünden bir parça. Biraz oyalıyor beni. Mavi renk; serin, taze, özgür, sonsuz. Çok uğraştılar, bir doğaya laf geçiremediler. İçimdeki ukdenin düğümleri çözülür gibi olunca söyleniyorum. Ama kafamın ta içinden. Aman aman aşikâr eyleme, sırası değil.
Tepinip duran duygularıma çeki düzen vermeli, kulaklarından tutup şöyle bir toparlamalıyım. Başımı geriye atıp tavana bakıyorum. Kadifesi iyiden iyiye eprimiş papyonum gırtlağımdan yukarıya kaykılıyor, gömleğimin ucu kıvrık yakaları daha bir kıvrılıyor. Tam tepemde DİKKAT kelimesi. İki K harfinin tam ortasından ayrılıp üstünde tutunduğu pankarttan düşüp kafamı yaracakmış gibi. İnce, sarkmış yüzüm birden daha da zayıflıyor, eskiyor. Hele şu D harfi. Karnında gizli bir yumruklanmış el, başımın üstünde sallanıp duruyor sanki. Hep bu DİKKAT’in altı da bana düşer. Var bu tamburide bir iş. DİKKAT DİKKAT mi yoksa? Olmuyor. İçimdekiler dışarıya taştı taşacak.
Başımı indiriyorum. Yerdeki üçgen çatlak gittikçe genişleyip büyüyor gibi.
Sağ tarafımda bir hareket. Dönüyorum. Arif kollarını iyice sarmış akordiyonuna, can simidine tutunur gibi. Dudaklarını büzüp sağa sola kıvırıyor. Dudaklarından değil de gür, kırçıl bıyıklarının arasından, fısıltılı çıkıyor sesi.
“Bakma oğlum.”
“Bakmayayım de mi?”
“Düşünme de oğlum.”
Arif bu, anlar insanın ağzının sustukça aklının konuştuğunu. O da “Başefendi” kelimesinin altında otura otura olacak.
Ağzımın içinde bilmem kaçıncı kez döndürüyorum.
Neyleyim köşkü neyleyim sarayı
İçinde salınan yâr olmayınca
Koca dillilerden birinin sesiyle irkiliyorum.
“Ne yaptınız siz lan cumartesi akşamı? Ulan valla bak yatın kalkın Kadir Bey’e şükredin. Bir daha liste dışı şarkı söylerseniz çarparım!”
Volta atmayı bırakmış. Tam önümüzde ayaklarının ucunda kaykılıp duruyor. Arif’e söyleniyor.
“……………”
“Hem ne demek istiyorsunuz lan siz? Bizim başefendi karı atmak için mi yaptırdı koca sarayı, ne öyle yar mar? İmalı imalı; başka şarkı, türkü mü yok? “
Son kez irice yutkunup şarkıyı içimde derinlere bir yere gönderiyorum.
Arif artık ne kadar alttan alabilirse, bıyıkları titrek titrek,
“Ne haddimize, ne münasebet efendim.”
Koca dilli söylenmekten vazgeçip düpedüz bağırıyor, havlamaya benziyor sesi. Eski sürümleri çıkaramıyordu buna benzer sesler. Onlar tıslıyordu daha çok.
“Ulan devlet itibarı diye bir şey duymadın mı? Koskoca Başefendi apartman dairesinde mi karşılasın diğer başefendileri?”
“Hay Allah, hiç böyle düşünülebileceğini düşünmemiştik efendim.”
Adam nedense bana dönüyor bu sefer. Kımıl kımıl kımıldandığımdan kıllanmış olacak.
“Hiçbir şeyi tek başınıza akıl edemez misiniz? İt oğulları sizi!”
“Yok orkestra şefi Hidayet Bey’in oğluyum, annem de piyano hocası Müzeyyen Hanım, şarkı da Başefendi doğmadan çok önceleri yazılmış efendim.”
“Başlatma anandan da! Dalga mı geçiyon ulan, atarım seni içeriye?”
“…”
Arif araya giriyor.
“Efendim müşteri isteyince boş bulunduk da.”
Eliyle ağzının fermuarını kapatır gibi bir hareket yapıyor.
“Sus dedim ulan! Cırrrrt!”
Fermuar kapatılınca cırt diye mi ses çıkarır gibi boş düşünceleri kovalıyorum. Baş polis haklı. Hep o münasebetsiz müşterinin yüzünden. Yalnız anamı işin içine katmayaydı…
Müşteri masalarının üstüne bırakılmış, ülkede yayınlanan tek gazetenin tek sayfasındaki boydan boya Başefendi’nin resmine bakıyorum. Öyle dik duruyordu ki kimseyi göremiyordu artık Başefendi. Onunla temeddüh etmek istiyorum. Olmuyor. Hemen altında küçük harflerle birkaç haber. Üniversite diplomaları iptal. İşe alınmalarda lise diploması esas alınacaktı. Halk her geçen gün özel orduya daha bir güveniyordu. Özel ordu işini çok iyi biliyordu ve özel orduyu gözetleyen çok özel ordu da işini çok iyi biliyordu.
Şarkı yine dilime dolanacak gibi olunca geçmişten bir tat geliyor usuma. Onlara göre fena, bizlere göre iyi şeyler yaşamın dışına itilince, hatıralardan bir sığınak yaptım. Arada bir uğruyorum. Üzerimizdeki, neşe denen yaşam cilasını zımparalayıp atmış da olsalar ahşap dediğiniz canlıdır efendim. Belli etsin etmesin yaşar.
Selma’ya bakıyorum, eski kırığım. Altmışlarında ama hâlâ güzel. Turnalar türküsünün insan halidir kendisi. Gençken Galata’nın Galip Dede Caddesi’ndeki çalgı dükkânlarından birinde luthier’le hasbihâl ederken tanışıp âşık olmuştuk. Gönlünün konduğunu sevip istediğin şarkıyı söyleyebiliyordun o zamanlar. Dün gibi hatırlıyorum, fasıllarda şarkıları vecde gelerek icra eder, arada saz taksimi ile şevk rüzgârı duyularımıza dolunca uçardık uçmak bilmeden. Dilimizdeki nağmeler, sazlarımızdaki notalar bizi dinlemeye gelenlerin içlerindeki yaşam gailesini bir anlığına dağıtıp onları bizden birine dönüştürürdü o gecelerde.
Anılar sığınaktan taşınca, onları geldikleri yerlerine gönderiveriyorum hemen. Geçmişin üstü kapalı kalmalı. Yoksa içine kurt düşmüş devlet görevlileri, kurtlarını, ucunu açık buldukları yerden bir salıverirse…
Ruhum kıvrıldığı yerde dertop oluyor içine. Başımı eğince görüyorum, yerdeki üçgenin ortasına yeryüzünden kopup gelen renkler yağıyor. Kırmızı, mavi, yeşil, sarı. Gittikçe bir şeye benzetiyorum. Renkler yerini bulunca ne olduğu iyice ortaya çıkıyor; rengârenk bir uçurtma.
Diğerleri de görmüş müdür uçurtmayı? Özel ordu toplanmış fısıldaşıyor kendi arasında. Bizimkiler ise dimdik, provaya başlamak için izin bekliyor. Uçurtmayı falan gözleri görmüyor. Negatif bir film şeridinden fırlamış gibiler. Kimse kendi rengini belli etmiyor. Gerçek meşreplerimiz içimizde hapis, tek tip insan gibi aynı seciye yüzümüze asılı olmalı. Ne gösteriyorsak oyuz ne de olsa. Piyanist Necla mesela. Şanslı kadın. Poposu yaygın, anaç. Başının üstünde YASAKLANMIŞTIR yazısı. Hemen önümdeki Selma öyle mi ya? O da benim gibi DİKKAT’in altına denk gelmiş. Üstelik kalçaları da…
Selma’nın kalçalarından bakışlarımı sıyırıp uçurtmaya bakıyorum. Küçük bir ışık demetiyle iyice aydınlanmış, renklenmiş. Sanırsın ki sabırsız bir yavru kuş, kanatlarını titretip duruyor. Birazdan, yerden kendini kurtarıp özgürce beyaz tepelerin üzerinden uçacak, ırmakların maisinde şöyle bir yıkanıp uçuk tenli rüzgârın soluğunu teleklerine dolduracak, güneşin verniklediği yeşil çayırlara teğet geçip otları kabartacak, yamaçlarda mevcudiyetinin görkemiyle caka satacak, falezlerin ihtişamlı yalnızlığında salınacak. Bunları düşününce zatım uçacakmış gibi içimde bir coşku uyanıp raks etmeye başladı.
Uçurtmanın ucunun bağlandığı çatlağın devamı tek çizgi halinde uzuyor. İpi olmalı. Gözlerimle peşine düşüyorum.
Arif’in bıyıkları hareketleniyor, yine bir şeyler demekte. Dinlemiyorum.
Necla kalçalarını oturduğu yerden sağa sola silkeleyince, uçurtmanın ipi sıkıştığı yerden kurtuluyor, havalanıp Nadide’nin viyolonselinin tellerine dolanıyor. Herkes taş kesilmişken viyolonselden de azat olup havada dolaşıyor. Daha fazla dayanamıyorum. Yakalamak için atılıp Necla’nın piyanosunun ayağına doğru uçuyorum.
Necla’da tiz bir çığlık. Arif panikle Selma’ya çarpıyor. EMRİ İLE yazısının altındaki Rıfkı daha da kaskatı kesiliyor.
Elimde uçurtmanın ipi, uçmaya başlıyorum, bir yandan da bağıra bağıra şarkı söylüyorum.
Neyleyim köşkü neyleyim sarayı
İçinde salınan yâr olmayınca
Kimsesiz, hem öksüz kaldım bu yerde,
Bağrış çağrış arasında, polisin elindeki silahı görüyorum.
“Yakalayın şu vatan hainini!”
Göğsümde bir acı. Nihayet her şey yolunda olmaktan çıkıyor. Uçurtmayla birlikte penceredeki maviye dalarken aynada son kez, yere kapaklanmış arkadaşlarımın üstündeki gerili panoya bakıyorum.
“DİKKAT! SAHNE SIRASINDA ŞARKI TÜRKÜ İSTEMEK BAŞEFENDİ EMRİ İLE YASAKLANMIŞTIR!”
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.