OVİDOKLES SENDROMU
Baran peş peşe iki nefes çektikten sonra yere fırlattığı izmaritin ateşli ucunu topuğuyla ezdi.
“Bunlara takılmayacaksın Salahaddin, gülüp geçeceksin, gülüp geçeceksin oğlum, yoksa meyhanenin yolunu şaşarsın.”
Teselli, istenmeyen kilolar gibidir ve verene iyi gelir, alana değil. Üstelik maliyetsizdir de, ver ver bitmez. Baran her teselli verenin kavuştuğu iç huzuruyla derin bir nefes aldı ve küçücük de olsa bir minnet kırıntısı görebilmek için Salahaddin’in gözlerine baktı.
Teselli vermek, yangınla karşılaşan birinin alevleri söndürmekten başka bir şey düşünmemesi gibi bir şeydir. Alevler ve dumanlar görülmez olsun yeter. Ne yanmış, ne kadar yanmış, canı yanmış mı geride harabe mi kalmış önemli değildir onun için. Tesellici de yangın söndüren adam gibi üzüntünün, üzülende görülen semptomlarını gidermekle görevlendirir kendini. Asla bilanço çıkarmaz.
Gülüp geç demişti Baran fakat birleşik hareketler oldum olası güç gelmişti Salahaddin’e. Hani derler ya iki güzellik bir arada olmaz diye, Salahaddin de bazen gülmüş geçememiş, bazen de geçmiş gülememişti bu hayatta.
Bir şey demiş olmak için “O lafın aslı evin yolunu şaşırmak değil miydi” diye sordu. Baran güldü. “Evde bekleyenin varsa öyledir Salahaddin” diye geveledi. Eli yeniden sigara paketini aradı Baran’ın.
Salahaddin “Annem öldü” diye fısıldadı. Sadece kendi duydu sesini. Bekleyeni yoktu. Anahtarı kaybetse ya da evden yanına almadan çıksa kapıda kalacaktı. Annesi yoktu artık Salahaddin’in. “Meyhaneye mi gitsek” dedi biraz tereddütlü. Baran başıyla, yürü o zaman der gibi bir işaret yaptı. Annesinin kırkı çıkmadan, BAR29’un müdavimi oldu Salahaddin.
Oturduklarından beri yalnızlığını anlatan Baran’a “Sana bir şey soracağım, sahiden hiç kimsen, akraban falan yok mu senin?” dedi Salahaddin. “Yok” diyerek kestirip attı fakat konuşmanın devamı gelecek gibiydi. Salahaddin sessiz bekleyişini sürdürerek onu anlatmaya zorladı.
Baran gözlerini sol yukarıya doğru kaydırdı.
“Kalbini sımsıkı tutan ve kendine karşı her durumda dürüst olabilen her on kişiden sekizi, soy kütüğüne baktığı zaman kendini toprağından tiksinen bir bitki gibi hisseder.”
Bastırılmış bir akraba nefretinin etkisinde konuşuyordu. Ah bastırılmış Baran; nefreti bastırılmış, öfkesi bastırılmış, coşkusu bastırılmış, aşkı bastırılmış, çamaşır suyuna bastırılan beyaz kirliler gibi her akşam kendini öfkeye bastıran Baran.
Ailesiyle ilgili hissettiği tek duygu, haksızlığa uğramışlık duygusuydu Baran’ın. Peş peşe birkaç kadeh içtikten sonra bir topluluğa hitap edercesine sanki tüm akrabaları karşısındaymış gibi “Ulan kıza kıydınız, hadi bana da kıydınız, aşka nasıl kıydınız ulan” diye başlayarak, vaktiyle adı orospuya çıkmış bir kadına âşık olmasının hikâyesini anlattı Salahaddin’e.
İdeal dinleyiciydi Salahaddin, koyun gibi dinlerdi. Hem de anlatası gelirdi insanın her şeyi onun karşısında. Öyle iyi dinlerdi ki anlatacak bir şeyi kalmayanın yalan atası gelirdi, onun o huzurlu koyun dinleyişini bölmemek için.
Baran’ın uzak ve yakın bütün akrabaları, sülalenin itibarı adına bu aşka karşı çıktılar ve kızı uzak bir köyden buldukları, yarı deli bir adamla nikâhlayıp kuş uçmaz, jandarma geçmez bu köye yolladılar. Baran bir büyük rakıyı susuz devirdikten sonra köy meydanına çıkıp “Züleyha’yı almak için yarı deli olmak gerektiyse, aklımın hepsini alsaydın ya seve seve verirdim” diyerek Tanrı’sına bağıra bağıra sitem etti. Sonra da “Siz çok mu namuslusunuz lan” diyerek, köyde kimin kimle iş tuttuğunu, kimin kimle ahırda, bahçede buluşup aşna fişne yaptığını bağıra çağıra tek tek deşifre etti. Yüksek sesle söylediği şeyler, hakkında herkesin sustuğu doğrulardı. Delirdi bu diyerek, hastaneye yatırdılar. Tanrı köylülerin eliyle aklını aldı fakat Züleyha’yı vermedi Baran’a. Tanrı dolayımları sever.
Bütün köylü ağız birliği edip yarı deli, tam tehlikeli Baran’ı para zoruyla, tam altı yıl boyunca bir tımarhanede tuttular. Çıktıktan sonra dönmedi köyüne. Salahaddin’in çalıştığı şirkette işe girdi; temizlik memizlik, getir götür, çaycılık maycılık, ıvır zıvır işlere bakıyordu.
Hikâyesini bitiren Baran kendine hak versin, en azından üzüntüsünü belli etsin, o da olmazsa kendine insanlık dışı oyunlar oynayan köylülere şöyle ağır okkalı bir küfür etsin diye Salahaddin’in gözlerine baktı. Salahaddin ağzını sildiği kâğıt peçeteyi masanın kenarına bıraktı.
“İşin aslını birde köylüden dinlemek lazım tabii.”
Hiç beklemediği bir yanıt alan Baran öfkeyle ayağa fırladı. Gözlerinden yaşlar döküle döküle haykırdı.
“Senin gibi adamın da, seni adam yerine koyup aynı masaya oturanın da, köylülerin de ta amına koyim!”
Artan bir öfkeyle, masada duran yarısı içilmiş 70lik şişeyi eline aldı ve Salahaddin’e vuracak gibi olup sonra vazgeçti. Şişeyi yüzüne doğru uzattı.
“Şu şişe var ya, aha da sana girsin. Hem de sabunsuz!”
Elini cebine daldırıp çıkardığı bir tomar parayı ve şişeyi masaya bırakıp kapıya doğru yürüdü.
Meyhanedeki herkes, çıkışa doğru ilerleyen Baran’ı gözleriyle takip ediyordu. Aniden durdu, oturan herkesin duyacağı bir sesle “Bundan böyle insanın insana selamı, senden her şey beklenir olsun” dedi ve çıkıp gitti.
Ovidokles Sendromu: Bitkilerde, ekildiği toprağı yadsıma. Felsefede, coğrafya ve soy kütüğü nefreti.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
“Kalbini sımsıkı tutan ve kendine karşı her durumda dürüst olabilen her on kişiden sekizi, soy kütüğüne baktığı zaman kendini toprağından tiksinen bir bitki gibi hisseder.” bu Hakan Yakıcı cümlesi, Ovidokles Sendromunun, literatürdeki açıklayıcısı olmuş, brovo