“İNCİRLİK YAZI” ÜZERİNE, TAÇLI YAZICIOĞLU İLE SÖYLEŞİ
“Aşk yaşamda değişim yaratabilecek en güçlü duygulardan biri, birleştirir de değiştirir de.”
“Bitmiş gitmiş bir hikâye bu, ta orada kalmış. Neredeyse unutulmuş. Ölüler onları hatırlayanlar kadar yaşar” dediğiniz, son romanınız İncirlik Yazı ile, bizi Belgi’nin belleğine konuk edip çocukluk, kadınlık, aşk, ötekilik, yaşam, ölüm arasında dolaşan hikâyesine götürdünüz. Belgi için koşut aile çemberi olduğu kadar şehrin diğer sosyal katmanlarını, dönemin ruhunu da işaret ediyor. Özellikle seksenleri yaşayanlar için capcanlı bir dönem panoraması çıkıyor ortaya. Peki sizin belleğinizle nasıl örtüşüyor anlattıklarınız, insan neyi-kimi yazarsa yazsın kendini yazarmış, İncirlik Yazı’nda nasıl çalıştı bu süreç?
Birçok yazar gibi ben de hafızamın varlığını bile bilmediğim tüm sokaklarında gezinerek yazıyorum. Her iki romanımda da birbirinden farklı kahramanlar var. İstanbullu meteliksiz şair Suat’tan, Kars’tan İstanbul’a göç etmiş yazar Tunç’a, Adanalı arzuhalci Hikmet’e ya da Büyükadalı Zerrin’e, bunların her biri benim. Flaubert’in “Madam Bovary benim” demesi gibi bu. İncirlik Yazı’ndaki Adanalı Belgi’yi ben sananlar, günlüklerinin bana ait olduğunu düşünenler olunca sadece gülümsüyorum. Onlar Hep Sondan Başlar’ın İsviçre’de doğmuş büyümüş kahramanı Ece’nin de ben olduğumu düşünmüşlerdi. Tüm bu yorumlarla okurların kahramanlarımın birbirinden sahici olduğunu düşündüklerini anlıyorum. Bu hoşuma gidiyor, tabii. Romanlar tanım gereği kurgudur. Kahramanlarımın yaşadıkları bana hep teğet geçen hayatlar. Yaşlandığımda bir gün otobiyografi ya da anı-roman yazacak olursam anlaşılacak her şey! Biliyorsunuz anı-öykülerim de var.
Belki de yazılan her şey politiktir, farkında olmasak da içine siner yazdıklarımızın. Romanın başlarındaki “1966 Impala” olayını okuduğumda, tamam dedim, burada vurucu bir hikâye var, ezen ve ezilenle açıldı sahne. Bu duygu çeşitli suretlere bürünerek roman boyunca devam etti. Bu tarih, siyaset, gündelik yaşam üçgenini nasıl kurguladığınızdan söz eder misiniz?
En baştaki kısa hikâye, bir daha hiç sözü geçmese de benim aklımdan çıkmadığı için olacak roman boyunca bizi takip ediyor. Kullandığınız metafor hiç aklıma gelmemişti doğrusu, romanın okurları da benim gibi anlayacak ve sevecektir diye düşünüyorum. Dünyada ezen ve ezilenler değişmiyor, İncirlik Yazı’nda da değişmeyecekti tabii. Bize bunu kabul etmemek düşüyor.
Ben siyasetin konuşulmadığı tek bir günün bile geçmediği bir evde büyüdüm. Annem babam aktif siyasetle uğraşan avukatlardı. Kişisel olan da siyasidir, evet, nitekim benim dünyaya bakışım hep böyle oldu. Sonrasında uğraştığım konuları etkiledi. Bunların yazdığım romanlarda ve denemelerde bir hayli belirgin olduğunu düşünüyorum. Bir ilk aşkın içinde yanıp kavrulan Alin, illaki dayısıyla siyaset konuşur. Kadınlardan başka bir şey düşünmediğini sandığımız şair Suat Fransa’yı sömürgeleri yüzünden eleştirir. Galiba roman kahramanlarım da siyasi yorum yapmadan duramıyor! Kurguda hepsinin birleşmesi bir uğraşıdan ziyade benim dünyaya bakışımla ilgili, anlayacağınız.
Birkaç yerde daha söz ettim, ilk romanımın aksine bu romanın hikâyesi önceleri duyup da inanmadığım bir ilham anıyla, bir gece yarısı ortaya çıktı. Hatta o ana vefa romanım tam o ay, gün ve saatte başladı. O gece romanımın kahramanları teker teker aklıma gelmişti, hikâyenin bir kısmı da. Bana düşen romanın hangi yılda geçeceğine karar vermekti. Bu da bir hayli yoğun ve uzun süren bir araştırma demek oldu. Benim için Çukurova’yı simgeleyecek bitki artık pamuk ya da narenciye değil okaliptüs, örneğin. En sonunda 1983’te karar kıldım kılmasına ama öğrendiklerimin çok azı kurguya dâhil olabildi. Hikâyeden uzaklaşmak istemedim.
Ya kahraman bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelirmiş hikâyelerde. Şehre zaten yabancılar gelmiş, üs kurmuş, ev tutmuş, sokaklara karışmışlar. Belgi’nin büyüme yolculuğu da temel izleğimiz. Yabancılar ve yolculuklar üzerine neler söylemek istersiniz?
Bir zamanlar Adana’nın içinde Amerikalıların da yaşaması gerçeküstü bir hikâye gibi geliyor insana, değil mi? Kahramanlarımla yaşıt olmasam da böyle bir şehirde büyüdüm ben ve bunları yaşadım. Bu niyetle yazmadığım halde ortaya çıkan bir büyüme yolculuğu oldu, haklısınız.
Yolculuk çocukluğumdan beri ayrılmaz bir parçam. Kalkıp bir yerlere gitme arzusu hep içimdedir. Gidip gelmeler, yurtdışında yaşadığım zamanları da eklersek yolculuk yaşamımın hep bir rutini oldu.
Kendimi neredeyse her yerde yabancı hissettiğimi söyleyebilirim. Yalnız böyle hisseden çoğu kişinin aksine bundan dolayı mutsuz değilim. Bilakis hep bir merak ve heyecanla bakıyorum her şeye. En az yabancı hissettiğim yer yaşamımın çoğunu geçirdiğim ve şu an yaşadığım İstanbul olmalı ama burası da –şehir ve insanlar– o kadar hızlı değişiyor ki, bu yabancılık hissi hep kendini koruyor. Sanırım en çok yabancı olmadığım bir yerde yabancı kalmayı seviyorum. Bu hem güvenli hem de heyecanlı bir hayat, illaki sığınacağım ve aklımda hikâyeleri bulup yazacağım bir liman.
Roman sayısız detayla renklendirilmiş; Küçük Ev, Dallas, Batı Yakasının Hikâyesi, kekler börekler, buzlar, Converseler, Ece Ajandaları, Hudutların Kanunu, Fırt Dergisi, Ben de özledim ben de… Bu detaylar uzun bir çalışma sürecinin sonunda ortaya konmuş konmalı, oya gibi işlemişsiniz anlatıyı. Nasıl ve ne kadar süren bir çalışma sonucu oluşturdunuz bu atmosferi?
Öncelikle teşekkür ederim. Romanı üç kez sil baştan yazdım, anlatıcıyı ve kurguyu değiştirerek. İlk romanda bu kadar zorlanmamıştım. Zaten onu yazmak her hâlükârda daha kolaydı, çünkü o sırada bir roman yazarı değildim! Bunlara bir de çocuk gözünden yazmanın zorluğu eklendi. Araştırmadan hiç söz etmeyeyim! Gazete arşivlerinden tutun, kitaplara, epeyce uzun sürdü ve çok şey öğretti. Benim anımsadıklarım sahiden de çok azını kapsıyor. Çocuk hafızasının ne denli yanıltıcı olabileceğini ayrımsamak çok ilginçti. Ferdi Tayfur’un 1983’te hangi şarkısının bir ağızdan söylendiğini bulabilmek ya da okaliptüslerin tüm bu kurgudaki rolünü anlayabilmek hemen ulaşılabilecek birer bilgi gibi görünse de değillerdi.
Romanın son aşamasında, hikâyenin geçtiği üç haftanın gazetelerini ezbere bildiğimi söyleyebilirim. O gün ne olmuş, televizyonda ne var, hepsi kurguyla birlikte oluştu. Sabah 6-27 Haziran 1983’ün gazeteleriyle güne başladığınızı düşünün, hem de bunu yaklaşık dört yıl boyunca yaptığınızı. O günü ve zamanı hissedebilmek aksi takdirde mümkün olmazdı.
Bir kitabı okurken diğer kitaplara rastlamak edebiyat okurunu hazine bulmuş gibi sevindiren bir durum. Kemalettin Tuğcu’dan, Çalıkuşu’na, Bülbülü Öldürmek’ten, Harlequin Romance’e, elbette Adana’nın Kemallerine birçok kitap çıkıyor karşımıza. Alin ve Belgi’nin yaşlarına ve dönemlerine göre okumuş olabilecekleri eserler, aynı zamanda kendi okuma serüveninizin izdüşümlerimi mi? Bu kitabın içindeki kitap evrenini nasıl oluşturdunuz?
Ben hep çağrışımlarla yazıyorum. Ertesi sabah uyandığında bir önceki gün yazdıklarına şaşıranlardanım. Metin sıklıkla o an aklıma gelenlerle kuruluyor. Bunların bir kısmı yazdığım zamanın ruhuyla, bir kısmı benim hatırladıklarımla örülü. Tüm bu çağrışımlar arasında okuyup etkilendiğim kitapların aklıma gelmesi daha olası tabii ama yılların da denk düşmesi lazım. Bülbülü Öldürmek tıpkı Alin ve Belgi gibi sekizinci sınıfta benim de İngilizce ders kitabımdı örneğin. Bu herhangi bir kitap okuması değildi. Tüm bir yıl boyunca sayfa sayfa çözümleyerek, sınavlara girerek ve kompozisyonlar yazarak okuduk biz o kitabı. Muhtemelen o sırada tıpkı Scout’un Alabama’yı anlattığı gibi ben de Adana’yı anlatmayı hayal etmişimdir. Bu hayal sonradan “Kemallerin” anlatmadığı Adana’yı yazmaya doğru evrildi sanırım. Kitap evreni tanımınız çok hoş.
Anne babanın sosyo-kültürel farklılıklarına rağmen aşkta birleşmeleri, Belgi ve Alin’in gelgitli abla-kardeş ilişkileri, Döşeme semtinin dezavantajlı sakinleri, müzik aşığı komşu Amerikan David, ilk aşk Cemal, mahallece hoş karşılanmayan Binnaz Abla, parmaksız Salim, vefakâr Hikmet abi derken çok sayıda değişik karakterle karşılaşıyoruz, hepsi kanlı-canlı yerlerini alıyorlar Adana sıcağında. Adana ve karakterler nasıl birleşti, karakterler Adanalı mı, başka bir mekânda da olabilirler miydi? Şehir mi karakterler mi, her ikisi de mi başrolde?
Bunları kendi kendime ben de çok sordum. İlk yorumunuza yanıt vereyim öncelikle: “Aşkta birleşme” sözü çok doğru. Aşk yaşamda değişim yaratabilecek en güçlü duygulardan biri, birleştirir de değiştirir de. İlk aşk birçok ilk gibi belirleyicidir yaşamda. Sonrakilerin hepsi onun üstüne kurulur. Bu düşüncelerimin metne yansımaması zordu. Hep Sondan Başlar’da da iki ilk aşk olduğunu sonradan ayrımsadım. Bunda da iki ilk aşk var. Aşkı kadınlar farklı yaşıyor, Vildan’ı da Alin’i de çok iyi anlıyorum. Roman yazdığım müddetçe hikâyenin bir yerinde aşk hep olacak sanki, beni kahramanlarımla birleştirecek.
Sorunuzun yanıtına gelince, doğrusu kahramanlardan birinin şehir olduğu bir roman yazacağımı hiç düşünemezdim. İncirlik Yazı’nın ilk ne şekilde aklıma geldiği çok merak ediliyor. Bir hayli heyecanlı bir ilham anı yaşadığımdan birçok şey aklımda. İlk Cemal ve David geldi ama hemen akabinde Belgi ve Alin. Hepsini yerleştireceğim yer sonradan “rol çalan” Adana olacaktı. Bu hikâye Amerikan üslerinin bulunduğu, İzmir’den Vicenza’ya herhangi bir yerde geçebilirdi ama Adana’nın edebiyata ve sanata kucak açan kültürel yapısı hikâyeye çok katkıda bulundu. Yazarken en iyi bildiğim yeri tercih edecektim tabii. Diğer yerlerde şehir başrol oynayabilir mi, emin değilim. Biricik bir sanayileşmeye tanık olan Adana boş yere onca edebiyatçı ve sanatçı yaratmamış.
Amacım İstanbul’un baskın olduğu edebiyatımıza bir alternatif getirmek değildi ama sonuç böyle olunca hoşuma gitmedi değil. Aklımdaki sorular doğrultusunda yazıyorum, amaçlarla değil.
Roman aynı zamanda polisiye öğeler içeriyor. İlk aşkı, ölümü, suç ortaklığı çabalarını Belgi’nin gözünden izliyoruz. Polisiye özellikle tercih ettiğiniz bir yöntem miydi, romanın genel akışında doğal olarak yerini mi aldı, polisiye yazmayı sevdiniz mi?
Polisiye kısmını yazmak çok zevkliydi, edebiyatta olmasa da izlediğim film ya da dizilerde tercih ettiğim bir türdür doğrusu. O ilham anıyla aklıma gelen hikâyede bir cinayet vardı ama katilin kim olacağını bilmiyordum. Yalan yok, dizilerin ya da filmlerin çoğunda katili tahmin edebilirim ama kendi romanımda bir türlü edemedim. Yazarken, hatta tam o kısma geldiğimde öğrendim ve çok şaşırdım. Bu çok ilginç bir deneyimdi. Okurların neler hissettiğini anlıyorum yani.
Yola nasıl devam ediyorsunuz, yine romanlar mı yoksa edebiyatın diğer türlerine de girme arzunuz var mı?
Biliyorsunuz ben dergilere denemeler yazıyorum. Bunları bıraktığım bilimsel yaşamımın bir uzantısı olarak görüyor ve bilime vefa olarak yapıyorum. Ancak yazmak benim dünyayla ilişki kurma biçimim. Çocukluğumdan beri yazıyorum. Öyküler, şiirler, her birinin edebi birer niteliğinin bulunduğunu bilmeksizin mektuplar – gerçi bunlar şimdi e-postalara evrildi. Yazacak mutlaka bir şeyim vardır. Roman tüm bunların arasında benim için bambaşka bir yerde. Roman yazmayı doğal habitatım hissediyorum. Orada nefes alıyorum, mutlu oluyorum. Ara vermem gerektiğindeki duygumsa hep oyundan çağrılan çocukların hissettiği gibi.
Cevaplarınız için teşekkürler, güzel hikâyeleriniz hayatlarımızdan eksik olmasın.
Esas ben teşekkür ederim düşündürücü sorularınız için.
(Bu söyleşiden sonra Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni alayım elime, Belgi’den ilhamla…Hatırlayalım bakalım ne anlatmış usta!)
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.