Şebnem Gürler Oakman

“RUS BAKIŞ AÇISI” / Virginia Woolf

Virginia Woolf’un Dostoyevski, Tolstoy ve Çehov hakkında yazdığı bu makale, ilk olarak 1925 yılında “A Common Reader” dergisinde yayımlanmıştır. Woolf bu eleştirel makalesinde, geçmişin en ünlü Rus romancılarından Fyodor Dostoyevski, Leo Tolstoy ve Anton Çehov’un eserlerindeki ustalığı ve kendine has özellikleri çözümleyerek ortaya koyar. Woolf kültürlerarası bilgi sorunsalından başlayıp yabancı edebiyatı okurken ortaya çıkan çeviri dili ve kültürel farklılık kaynaklı problemleri ele alır. Her bir yazarı kendi bağlamında incelerken kendi üslup ve kültür odaklı görüşlerini de gözler önüne serer.

Bu değerli makale, yazar Şebnem Gürler Oakman’ın çevirisi ve Serap Kökdil Alıcı’nın editoryal katkıları ile Panzehir Dergi’de yayımlanıyor.

Virginia Woolf’tan Dostoyevski, Tolstoy ve Çehov Üzerine…

Bizimle bu kadar çok ortak noktaya sahip olan Fransızların ya da Amerikalıların İngiliz edebiyatını anlayıp anlamadıklarından duyduğumuz şüphenin daha fazlasını, İngilizlerin tüm coşkularına rağmen, Rus edebiyatını anlayıp anlayamadıkları konusunda duymalıyız. “Anlamak” kelimesinin ne anlama geldiği üzerine tartışmalar uzayıp gidebilir. Özellikle Amerikalı yazarların, biz ve edebiyatımız hakkında yüksek düzeyde bir ayrımcılıkla yazdıkları birçok örnek akla gelebilir ki onlar bizimle bir ömür geçirmiş ve sonunda Kral George’un tebaası olmak için yasal adımlar atmışlardır. Tüm bunlara rağmen, bizi anlayabilmişler midir,  yoksa hayatlarının sonuna kadar yabancı mı kalmışlardır? Henry James’in romanlarının, tarif ettiği toplumda büyümüş bir adam tarafından yazıldığına inanabilir miyiz? Ya da İngiliz yazarlarla ilgili eleştirisinin, Shakespeare’i Atlantik Okyanusu’nun diğer ucunda, medeniyetlerimizi ayıran iki veya üç yüz yılın farkında olmadan okumuş bir adam tarafından yazıldığını düşünebilir miyiz?
Yabancı, genellikle özel bir dikkat ve tarafsızlık, keskin bir bakış açısı elde edebilir; ancak samimiyet, sağduyu ve bildik bir etkileşimin hızlı alışverişi için gerekli olan teklifsizlik, rahatlık ve ortak değerler duygusunu asla elde edemez.

Bizi Rus edebiyatından ayıran sadece bunlar değildir, aynı zamanda çok daha ciddi bir engel vardır: Dil farklılığı. Son yirmi yılda Tolstoy, Dostoyevski ve Çehov’u keyifle okuyanların sadece birkaçı onları Rusça okuyabilmiştir. Onların niteliklerine dair varsayımlarımız, Rusça bilmeyen, Rusya’yı görmemiş ve yerel halktan dili duymamış eleştirmenler tarafından yapılmıştır, çevirmenlerin çalışmalarına körü körüne ve sorgulamadan güvenmek zorunda kalmışlardır.

O halde bu durum, bütün bir edebiyatı üslubundan soyunmuş olarak değerlendirdiğimiz anlamına geliyor. Bir cümledeki her kelimeyi Rusçadan İngilizceye çevirdiğinizde, anlamını biraz değiştirmiş, kelimelerin birbirine göre sesini, ağırlığını ve vurgusunu tamamen farklılaştırmış olursunuz; geriye sadece kaba ve aşınmış bir anlam kalır. Bu şekilde ele alındıklarında büyük Rus yazarları, bir deprem ya da tren kazası sonucu sadece tüm giysilerinden değil, aynı zamanda daha incelikli ve elzem bir şeyden, karakter özelliklerinden ve tavırlarından yoksun kalmış gibidirler. İngilizlerin fanatik bir hayranlıkla ortaya koydukları gibi elimizde kalan çok güçlü ve etkileyici olabilir. Ancak bu çeviri kaynaklı bozulmalar karşısında, ona yanlış bir vurgu yüklememek veya anlamı çarpıtmamak için kendimize ne kadar güvenebileceğimizden emin olamayız.

Dedik ki, korkunç bir felakette giysilerini kaybetmiş gibidirler. Bu görüntü; insanın içgüdülerini gizlemek ve maskelemek için harcadığı tüm çabalardan sıyrılmış yalın ve insan olan yanını betimler ki Rus edebiyatı, ister çeviriden kaynaklansın ister daha büyük bir amaç uğruna olsun, bizde bu etkiyi yaratır.

Bu niteliklerin büyük yazarlarda olduğu kadar küçük yazarlarda da belirgin olduğunu görüyoruz.
“İnsanlara yakın olmayı öğrenin. Hatta şunu eklemek isterim: Onlar için vazgeçilmez olun. Ama bu yakınlık akılla değil –çünkü akılla kolaydır– kalple, onlara karşı sevgiyle olsun.”
“Rusça’dan!”
Bu alıntı nerede görülse hemen böyle denecektir. Basitlik, acı çekenlerin başlıca çağrısının birbirlerini çaba sarf etmeden anlamak olduğu varsayımı –“ve akılla değil, çünkü akılla kolaydır, ama kalple”– işte bu! Rus edebiyatının üzerinde dolaşan bulut; bizi solmuş ışıltımızdan ve alazlanmış yollarımızdan alıp gölgesinde uzanmaya çekiyor ve elbette felaket sonuçlar doğuruyor. Tuhaf ve ayrıksı hale geliyoruz; kendi niteliklerimizi yok sayarak, son derece mide bulandırıcı bir iyilik ve basitlik kisvesiyle yazıyoruz. “Kardeş” kelimesini sade bir inançla söyleyemiyoruz. Bay Galsworthy’nin (İngiliz bir yazar,1867-1933) bir hikâyesinde, karakterlerden biri diğerine öyle hitap ediyor (ikisi de derin bir sefalet içinde). Hemen her şey zorlamalı ve yapmacık bir hale geliyor. “Kardeş” kelimesinin İngilizce karşılığı “Mate”dir. Çok farklı bir kelime, içinde alaycı bir şey barındırıyor ve belirsiz bir mizah taşıyor. Derin bir sefalet içinde buluşsalar da bu iki İngiliz birbirlerine böyle hitap ettiklerinde, eminim ki bir iş bulacak, zenginleşecek, hayatlarının son yıllarını lüks içinde geçirecek ve sonrasında yoksul insanların birbirlerine “Kardeş” demelerini engellemek için bir miktar para bırakacaklardır. Ama kardeşlik duygusunu yaratan ortak acıdır yoksa ortak mutluluk, çaba veya arzu değil. Rus edebiyatını, Dr. Hagberg Wright’ın Rus halkına özgü bulduğu “derin hüzün” yaratır.
“Hayat, Tolstoy’a hükmediyorsa, ruh da Dostoyevski’ye hükmeder.”

Bu tür bir genelleme, edebiyatın bütününe uygulandığında bir dereceye kadar doğruluk payı taşısa bile, dahi bir yazar onun üzerinde çalışmaya başladığında derinden değişecektir. Bir anda başka sorular ortaya çıkar. Görülüyor ki “tavır” basit bir şey değildir, oldukça karmaşıktır.
Bir demiryolu kazası yüzünden sersemlemiş, paltolarını ve tavırlarını yitirmiş insanlar sert, katı, nahoş, zor şeyler söylerler, bunları felaketin içlerinde yarattığı terk edilmişlik ve basitlikle söyleseler bile.

Çehov hakkındaki ilk izlenimlerimiz basitlik değil, şaşkınlıktır. Bunun amacı nedir ve neden bundan bir hikâye çıkarır? Hikâye üstüne hikâye okurken bunu sorarız. Bir adam evli bir kadına âşık olur, ayrılırlar, buluşurlar ve sonunda kendilerini, durumlarını ve “bu dayanılmaz esaretten” nasıl kurtulabileceklerini konuşurken bulurlar.
“Nasıl? Nasıl?” diye sordu, başını tutarak… Ve sanki kısa bir süre içinde bir çözüm bulunacak ve ardından yeni ve muhteşem bir yaşam başlayacak gibiydi. İşte hikâyenin sonu bu. Postacı bir öğrenciyi istasyona götürür ve yol boyunca öğrenci postacıyı konuşmaya ikna etmeye çalışır ama postacı sessiz kalır. Aniden postacı beklenmedik bir şekilde “Posta ile bir insanı taşımak kurallara aykırıdır” der ve yüzünde öfkeli bir ifade ile platformda yürümeye başlar. “Kime öfkelidir? İnsanlara mı, yoksulluğa mı, sonbahar gecelerine mi?”  Yine bir hikâye sona erer. Ama o bu mudur, diye sorarız? Öyle bir hisse kapılırız ki, bütün uyarıları aşıp geçmişiz ya da bir melodi beklenen akorlar olmadan aniden durmuş gibi.

Bu hikâyeler kesin bir son içermiyor deriz ve hikâyelerin bildik bir şekilde sonuçlanması gerektiği varsayımı üzerinden bir eleştiri yapmaya çalışırız. Böyle yaparken, okuyucu olarak kendi yeterliliğimizi sorgularız.

Melodi tanıdık ve son vurucu olduğunda –âşıkların birleşmesi, kötülerin cezalandırılması, entrikaların açığa çıkması gibi– çoğunlukla yanılma olasılığımız yoktur; ama Çehov’da olduğu gibi melodi tanıdık değilse ve son bir soru işareti ya da sadece “konuşmaya devam ettiler” şeklinde bir bilgi ile bitiyorsa, bu melodiyi duymak için çok cesur ve atak bir edebiyat duygusuna ihtiyacımız vardır. Özellikle de uyumu tamamlayan o son notalar için. Muhtemelen, bu hikâyeleri hissetmek için birçok hikâye okumamız gerekir ve aslında tatminimiz için o his gereklidir. Böylece parçaları bir arada tuttuğumuzu ve Çehov’un sadece dağınık bir şekilde konuşmadığını, zaman zaman bu notayı, zaman zaman da diğerini, anlamı tamamlamak için kasıtlı olarak çaldığını hissederiz.

Bu garip hikâyelerde vurgunun nerede olduğunu keşfetmek için araştırmalıyız. Çehov’un kendi sözleri bizi yönlendirir. “Bu tür bir konuşma, bizim ebeveynlerimiz için düşünülemezdi” der. “Geceleyin konuşmadan derin bir uykuya dalarlardı; bizim kuşağımız kötü uyur, huzursuzdur. Biz çok konuşuruz, doğru olup olmadığımızı çözmeye çalışırız.”

Toplumsal hiciv ve psikolojik incelikten oluşan edebiyatımız; bu huzursuz uykudan, bu sürekli konuşmadan doğmuştur; ama sonuçta, Çehov ile Henry James arasında, Çehov ile Bernard Shaw arasında muazzam bir fark vardır. Kesinlikle vardır bu fark ama nereden geliyor? Çehov da sosyal hayatın kötülüklerini ve adaletsizliklerin farkındadır; köylülerin durumu onu dehşete düşürür ama onunki reformcu bir heves değildir. Yine de bu, durmamız gerektiğine işaret etmez. Zihin onu büyük ölçüde ilgilendirir; insan ilişkilerini son derece ince ve hassas şekilde analiz eder. Ama yine hayır; son orada da değil. Öncelikle ruhun diğer ruhlarla olan ilişkisine değil, ruhun sağlıkla olan ilişkisine, ruhun iyilikle olan ilişkisine ilgi duyuyor olabilir mi? Bu hikâyeler her zaman bir yapmacıklığı, poz vermeyi, samimiyetsizliği gösterir. Bir kadın yanlış bir ilişkiye girmiş; bir adam, koşullarının insafsızlığından dolayı yolundan sapmış. Ruh hasta; ruh iyileşir, ruh iyileşmez. Bunlar, onun hikâyelerinde vurgulanan noktalar.

Bir kez bu tonlamalara alıştığımızda, kurmacanın “sonuçlarından” yarısı havaya karışır; arkasında bir ışıkla görünür hale gelirler, gösterişli, parlayan, yüzeysel. Son bölümdeki genel düzenleme, evlilik, ölüm, değerlerin sesli bir şekilde duyurulması, o kadar ilkel bir hale gelir ki. Hiçbir şey çözülmemiş, hiçbir şey doğru bir şekilde bir arada tutulmamış gibi hissederiz. Öte yandan, başlangıçta böylesine sıradan, muğlak ve detaycı gibi görünen yöntem; cesurca seçen, hatasız bir şekilde düzenleyen ve yalnızca Ruslar arasında bulabileceğimiz bir dürüstlükle yönlendirilen, son derece özgün ve titiz bir zevkin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu soruların bir yanıtı olmayabilir, ama aynı zamanda delilleri çarpıtarak bizim için uygun, gösterişli, gururumuzu okşayan bir şeyler uydurmamaya dikkat etmeliyiz. Kamuoyunun dikkatini çekmenin yolu bu olmayabilir; sonuçta, daha yüksek müziğe, daha sert ölçülere alışkındır onlar ama melodi nasıl duyuluyorsa, o şekilde yazılmıştır. Sonuç olarak, bu hemen hiçbir şey anlatmayan hikâyeleri okurken, ufuk genişler; ruh, şaşırtıcı bir özgürlük hissi kazanır.

Çehov’u okurken sıkça “ruh” kelimesini tekrar ederiz. Bu kelime, sayfalarını süsler. Eski sarhoşlar onu serbestçe kullanırlar. “… sen yüksek bir hizmet kademesindesin, erişilmez bir yerdesin ama gerçek bir ruhun yok, sevgili oğlum… içinde o kuvvet yok.”
Gerçekten de ruh, Rus kurmacasının başkarakteridir. Çehov’da narin ve ince, sonsuz sayıda ruh hali ve hastalığa maruz kalırken, Dostoyevski’de daha derinlikli ve hacimli bir yapıya sahiptir; şiddetli hastalıklara ve kavurucu ateşlere maruz kalabilir ama yine de baskın bir meseledir. Belki bu yüzden bir İngiliz okuyucunun Karamazov Kardeşler veya Ecinniler’i ikinci kez okumak için bu kadar büyük bir çaba göstermesi gerekir. “Ruh” ona yabancı hatta antipatik gelir. Biraz mizahi ama hiçbir şekilde komik değildir. Biçimsizdir. Zihinle az bir bağlantısı vardır. Karışık, dağınık, gürültülü, mantığın kontrolüne veya şiirin disiplinine tabi olamayacak gibi görünür.

Dostoyevski’nin romanları; kaynayan girdaplar, dönen kum fırtınaları, hışırtılı ve kaynayan su hortumları gibidir; tamamen ruhun maddesinden oluşur. İstemeden, içine çekilir, döner, kör olur, boğulur ve aynı zamanda baş döndürücü bir coşku ile dolup taşarız. Shakespeare’den sonra daha heyecan verici bir okuma yoktur. Kapıyı açarız ve kendimizi Rus generalleri, Rus generallerinin eğitmenleri, üvey kızları, kuzenleri ve en özel meseleleri hakkında, en yüksek sesle konuşan çeşitli insanlarla dolu bir odada buluruz.

Ama neredeyiz? Romancının bize bir otelde, bir dairede ya da kiralık bir yerde olup olmadığımızı bildirmesi gerekmez mi? Hiç kimse bunun açıklamasını yapmayı düşünmez. Bizler sadece konuşmak, açığa çıkarmak, itiraf etmek ve içimizdeki kumun dibinde sürünen o karman çorman günahları açığa çıkarmakla meşgul olan, işkence gören, mutsuz ruhlarız. Ama dinlerken karışıklığımız yavaş yavaş dağılır. Bir ip atılır; bir monoloğa tutunuruz; dişimizle tırnağımızla tutunarak, suyun içinde sürükleniriz, ateşli bir şekilde, deli gibi devam ederiz. Suya batmışken anlık bir kavrayışla daha önce hiç anlamadığımız kadar çok şey anlar ve hayatın en yoğun halinde olacak türden uyanışlar yaşarız. Uçarken her şeyi toplarız –insanların isimlerini, aralarındaki ilişkileri, Roulettenburg’da bir otelde kaldıklarını, Polina’nın Marquis de Grieux ile bir entrikaya karıştığını– ama bunlar ruhla karşılaştırıldığında ne kadar önemsiz meselelerdir. Önemli olan ruhtur; tutkusu, kargaşası, güzellik ve çirkinliğin şaşırtıcı karışımı. Ve eğer seslerimiz bir anda kahkahalarla yükselirse ya da şiddetli bir hıçkırıkla sarsılırsak, bundan daha doğal bir şey olamaz. Yaşadığımız hız o kadar muazzam ki, uçarken tekerleklerimizden kıvılcımlar çıkar. Ayrıca, hız arttıkça ruhun unsurları, yavaş İngiliz zihinlerimizin tasavvur ettiği gibi, mizah veya tutku sahnelerinde ayrı ayrı değil, karmaşık, iç içe geçmiş ve karışmış bir şekilde görüldüğünde, insan zihninin yeni bir görünümü açığa çıkar. Eski ayrımlar birbirine karışır. İnsanlar aynı anda hem kötü hem de iyi; eylemleri aynı anda güzel ve aşağılıktır. Hem sever hem nefret ederiz. İyi ile kötü arasındaki o kesin ayrım, alıştığımız gibi değildir. Genellikle en çok sevgi hissettiğimiz kişiler, en büyük suçlular olurken en aşağılık günahkârlar en güçlü hayranlık ve sevgimizi uyandıranlardır.

“Kim olursan ol, sen bu karışık sıvının, bu bulanık, mayalı, değerli şeyin, ruhun kabısın. Ruh engellerle sınırlanmaz. Taşar, sel olur, başkalarının ruhuna karışır.”

Dalgaların tepesine savrulup alttaki taşlara çarpan ve hırpalanan bir İngiliz okurun kendini rahat hissetmesi zordur. Kendi edebiyatında alıştığı süreç tersine dönmüştür. Bir generalin aşkını anlatmak isteseydik (ki her şeyden önce bir generale gülmemek çok zor olurdu) onun evinden başlamalıyız; çevresini sağlamlaştırmalıyız ve ancak her şey hazır olduğunda generalin kendisiyle ilgilenmeye çalışmalıyız. Üstelik İngiltere’de hüküm süren semaver değil çaydanlıktır; zaman sınırlıdır, ortam kalabalıktır; başka bakış açılarının, başka kitapların, hatta başka çağların etkisi kendini hissettirir. Toplum alt, orta ve üst sınıflara ayrılmıştır; her biri kendi geleneklerine, kendi görgü kurallarına ve bir dereceye kadar kendi dillerine sahiptir. İstese de istemese de bir İngiliz romancının üzerinde bu kısıtları tanıması konusunda sürekli bir baskı vardır ve bunun sonucunda ona bir düzen ve bir tür biçem dayatılır; şefkat yerine hiciv yapmaya, bireylerin kendilerini anlaması yerine toplumu incelemeye eğilimlidir.
Dostoyevski’ye böyle kısıtlamalar getirilmemiştir. Sizin soylu veya sıradan, bir serseri ya da büyük bir hanımefendi olmanız onun için fark etmez. Kim olursanız olun, bu karmaşık sıvının, bulanık, mayalı, değerli maddenin, ruhun kabısınız.
Ruh, engellerle kısıtlanmaz. Taşar, sel olur akar, diğer ruhlarla karışır. Bir banka memurunun şarap alacak parası olmayışının basit hikâyesi; biz ne olduğunu anlamadan, kayınpederinin ve kötü muamele ettiği beş metresinin hayatına, postacının yaşamına ve aynı apartmanda kalan hizmetçiye, prenseslere yayılır; çünkü hiçbir şey Dostoyevski’nin alanının dışında değildir; yorgun düştüğünde de durmaz, devam eder.

Kendini dizginleyemez. Üzerimize boca eder; sıcak, kavurucu, karışık, muhteşem, korkunç, bunaltıcı insan ruhunu.
En büyük romancıya sıra geldi. Savaş ve Barış’ın yazarına başka ne diyebiliriz? Tolstoy’u da yabancı, zor bir dışavurumcu olarak mı tarif edeceğiz? Bakış açısında,  müritleri haline gelip yoluna girene kadar bizleri her koşulda şüphe içinde ve hayretle uzakta tutan bir tuhaflık mı var? İlk sözlerinden, her hâlükârda bir şey konusunda emin olabiliriz.
Burada, bizim gördüğümüzü gören bir adam var; aynı zamanda, alışık olduğumuz gibi dışarıdan içeriye doğru ilerleyen, içeriden dışarıya değil. Burada, postacının sekizde kapıyı çaldığı, insanların on ile on bir arasında uyuduğu bir dünya var.
Burada, aynı zamanda vahşi ya da doğanın çocuğu olmayan; eğitimli, her türlü deneyimi yaşamış bir adam var. Ayrıcalıklarını sonuna kadar kullanmış, doğuştan bir aristokrat. O, şehirli bir insan, taşralı değil. Duyuları ve zekâsı keskin, güçlü ve donanımlı. Böyle bir zihin ve bedenin hayata kafa tutuşunda bir gurur ve bir muhteşemlik var. Hiçbir şey ondan kaçmaz. Hiçbir şey kayıtlara geçmeden kalmaz. Bu nedenle kimse; sporun heyecanını, atların güzelliğini ve dünyanın güçlü bir genç adamın duyularına hitap eden tüm yoğun arzusunu aktarmada onun kadar etkili olamaz. Her dal, her tüy onun mıknatısına yapışır.
Bir çocuğun elbisesinin mavi ya da kırmızı olduğunu, bir atın kuyruğunu nasıl salladığını, bir öksürüğün sesini, cepleri dikilmiş bir adamın ellerini ceplerine sokmaya çalışırken yaptığı hareketi fark eder. Öksürük ya da ellerin hareketiyle ilgili onun hatasız gözü tarafından kaydedilen her şey, onun hatasız beyni tarafından karakterde gizli bir şeye yönlendirilir; böylece insanları sadece nasıl sevdikleri ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine görüşleriyle değil, aynı zamanda nasıl hapşırdıkları ve tıkandıklarıyla tanırız.
Çeviride bile, kendimizi bir dağın zirvesine yerleştirilmiş ve elimize bir teleskop verilmiş gibi hissederiz. Her şey şaşırtıcı bir şekilde net ve tamamen belirgindir. Sonra birden, sevinirken, derin nefes alırken, hem güçlenmiş hem de arınmış hissederken, bir detay –belki bir adamın başı – sanki hayatın yoğunluğu tarafından dışarı itiliyormuş gibi resmin içinden korkutucu bir şekilde bize doğru fırlar.
“Korku, haz duygumuza karışır ve üç büyük Rus yazarından, bizi en çok büyüleyen ve en çok da iten Tolstoy olur.”
“Birden tuhaf bir şey oldu: önce etrafımdakileri görmeyi bıraktım; sonra yüzü kayboldu, sadece gözleri kaldı, benimkilerin karşısında parlayan, sonra gözler kendi kafamda gibi görünmeye başladı ve her şey karıştı – hiçbir şey göremedim, zevk ve korku hissinden kurtulmak için gözlerimi kapatmak zorunda kaldım…”
Aile Mutluluğu’nda Masha’nın duygularını tekrar tekrar paylaşırız. Gözlerimizi kapatırız, zevk ve korku hissinden kaçmak için ki çoğu zaman zevk ön plandadır. Bu hikâyede, gece bahçede sevgilisiyle yürüyen bir kızın ve yeni evli bir çiftin oturma odasında neşeyle dans ettiği iki tasvir vardır; mutluluğu o kadar yoğun aktarırlar ki, daha iyi hissetmek için kitabı kapatırız.
Ama her zaman, Tolstoy’un üzerimizdeki bakışından kaçma arzusu yaratan bir korku hissi vardır. Bu; gerçek hayatta bizi rahatsız edebilecek, uzun süremeyecek ve bizi bir felaketin eşiğinde hissettirecek kadar yoğun bir his midir?
Yoksa zevkimizin yoğunluğu bir şekilde sorgulanabilir ve bizi Kreutzer Sonatı’ndaki Pozdnyshev gibi “Ama neden yaşamalıyız?” diye sormaya mı zorlar?
Hayat, Tolstoy’a nasıl hükmediyorsa, ruh da Dostoyevski’ye öyle hükmeder.
O muhteşem ve parlayan çiçeğin yapraklarının tam ortasında her zaman, “Neden yaşamalıyız” diye soran bir akrep vardır. Kitapta her zaman bir Olenin, Pierre veya Levin olur; tüm deneyimleri kendinde toplayan, dünyayı parmaklarında çeviren ve keyif alırken bile hayatın ne anlama geldiğini ve hedeflerimizin ne olması gerektiğini sormaktan vazgeçmeyen biri. Arzularımızı en etkili şekilde paramparça eden rahip değildir; onları tanımış ve bizzat sevmiş olan kişidir ki o arzularımızı diline doladığında dünya gerçekten de ayaklarımızın altında toza ve küllere dönüşür.
Böylece korku, haz duygumuza karışır ve üç büyük Rus yazarından, bizi en çok büyüleyen ve en çok da iten Tolstoy olur.

Ama zihin, doğduğu yerden koşullanır ve kuşkusuz, Rus edebiyatı kadar yabancı bir edebiyatla karşılaştığında, gerçeğin menzilinden çok uzağa sapar.

*Bu makale Read & Co Magazine adlı internet sitesinde yayımlanmıştır.
https://www.readandcobooks.co.uk/blog/virginia-woolf-essay-dostoevsky-checkov-tolstoy/?srsltid=AfmBOopoJj-tdD9lSAyx2IDHgHXfZ-1lY9_iAS0Uw6PrRys2uICOBNo6

Daha fazla Panzehir çeviri yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir