Şebnem Gürler Oakman

KAN

İlk gençlikte yaşadıklarına benzer bir bunaltı ile yatakta doğruluyorsun. Bir an için daldın mı yoksa uyku ile uykusuzluk arasındaki sınırda mı dolaştın yine? Kan revan içinde kaldığın bir sahne var gözünün önünde şimdi, rüya mıydı sanrı mıydı bilemediğin.

Dilin damağına yapışmış. Odada su bulundurmazsın, mutfağa gidip su alsan uykun büsbütün kaçacak. Güç bela yutkunuyorsun, boğazın düğüm düğüm. Derin nefesler almaya çalışıyorsun ama hava bir türlü boğazından aşağı inmiyor. Nefessiz kalıp ölmemek için üstten gırtlağını ovalıyorsun. Faydasızlığını bile bile yaptığın onca hareketten biri. İşe yarayan hiçbir şey olmayınca yaramayanlara sarılarak kendini kandırıyorsun, biliyorsun değil mi?
Uyumak için kıvrandığın upuzun sürenin sadece 1 saat olduğunu fark ediyorsun. Belleğinde yer etmiş duygular başına üşüşüyor; korku ve adını koyamadığın diğerleri. Kanı çekilmiş ellerine, soğuktan büzüşmüş ayaklarına, odanın çıplak duvarlarına bakıyorsun. Kafanı yorar da uykun kaçar diye duvara tablo bile asmazsın, perdeleri sımsıkı kapatıp karanlığa gömülürsün, akşam yediden sonra su bile içmezsin. Yine de olmadı işte, geri geliyor; haksızlık bu.
On dördüne bastığın yıl başladı kâbusun. Kâbus muydu ondan da emin olamıyordun ya, bir yerinde uyanıp katıla katıla ağlamaya başlıyordun. Tir tir titreyen ellerini ağzına bastırarak kendini susturmaya çalıştıkça hıçkırıkların boğuklaşıyordu, az sonra öleceğini düşünüp panik içinde kendi etrafında dönüp duruyordun. Bu durum haftada iki üç kez tekrarlanmaya başlayınca teyzen seni önce doktorlara sonra koca karılara, hacılara, hocalara götürdü. Gece terörüdür, içine cin kaçmıştır, karabasan inmiştir, diyen diyene. Teşhis koyan çok oldu da hiçbiri derdine derman olamadı. Sonunda pes etti teyzen. “Bundan sonrası nasip” dedi. “Bir gün geçer elbet zamanla. Geçmeyen dert mi var?”
–  Ana baba gurbette, ne yapsın evlatçık?
– Çaresi yok muymuş bu krizlerin?
– Zaman her şeyin ilacı.
– Bizimki de can. Daha ne kadar çekeceğiz bunu, her gece tantana, sabah iş güç var.
Kapı arkalarından konuşulanları dinledikçe zaman dursun isterdin. Durmasa bile yavaşlasın, uyku saati gelmesin diye dualar ederdin. Gerçi seni sokak arasında sıkıştırıp öpen oğlana gerektiği gibi tepki vermediğin hatta neredeyse karşılık verdiğin için duaların kabul olmayacaktı. Bunu bilsen de silik bir ümidi koruyordun. Komşu kızının dediklerine göre senin gibi geceleri üstüne hafakanlar basanlar günahkâr insanlarmış; çocuk aldıran uzak bir akrabasının başına gelmiş, toprak kavgasından öz ağabeyini öldüren bir adamın, bir de ekmeği çöpe atanların. Bu sonuncusundan emin değilmiş yalnız, geçen annesi de küflü ekmeği atmış ama sonra bir güzel uyumuş. Ya söyleyenler yanılıyormuş ya annesi anlatmıyormuş başına gelenleri. Öyle ya da böyle on üçünde oğlanla öpüşen iflah olmazmış, gece başına gelenler azmış, daha neler neler olabilirmiş. O kıza derdini anlattın diye dövünsen de biliyordun ki içinde tutsan kalbine diken gibi batıp duracaktı. Kızın dediklerini unutmaya çabalayıp -korkuyu iliğinde kemiğinde hissederken nasıl olacaktı bu- fısır fısır dua ediyordun. Duanın sözlerini karıştırınca baştan başlıyordun, yeteri kadar tekrarlarsan kesin huzurla dalacaktın uykuya. Oysa ümidinin kaygıya dönüşmesi saatler değil dakikalar alıyordu.
“Ekmek parası için yavrum. Onlar da istemezdi seni bırakıp gitmeyi. Ama illaki gelecekler, para biriktiriyorlarmış, kesin dönüş yapınca ev alacaklar, sana da güzel bir oda döşerler artık.”
Teyzenin nadiren kurduğu teselli cümlelerini dikkatle dinlerdin. Demek atılması günah olan ekmeğin parası için başka memleketlere gitmiş annen, baban, ağabeyin. Üçü de sabahın köründe yollara düşüp deli gibi çalışıyorlarmış dönebilmek için. Bu kesin dönüş senin için anlamsızdı, ne zaman nasıl olacaktı o? Çocuk zihnin onun belirsizliği ile baş edemediği için yok sayıyordu, onlar artık dönüşsüzdü.
Teyzen durmaksızın iş yapardı; yıkar, siler, ovar, doğrar, pişirir. Çocuğu olmamıştı, ondan mı kolayca kabullenmişti küçük kız yeğeninin bakımını? Kısır sözcüğünün anlamını da komşu kızından öğrenmiştin, demek kadın günlerinde yenen kısırın bu anlamı da varmış. Kısır kadın, verimsiz, çorak… On üçünde aybaşı olduğunda, “Çocuğun olabilir artık” demişti teyzen. Kısır değildin demek, teyzene çekmemiştin. Çocuğun olunca ekmek parası için sen de dönüşsüz uzaklara gider miydin?
“Gece tetikte yat, külotuna kan geçmesin. Kan olursa sen yıkarsın, banyodaki leğene basarsın geceden, tezgâhın altına it, kimse görmesin, sabah çitilersin az deterjanla.”
Aybaşından çok külotuna geçecek kanı düşünmüştün, buna dikkat etmeliydin. Annen başında olsa yıkar mıydı acaba külotlarını? Cevapsız kalan sorularına bir tane daha eklenmişti.
Mahallenin bıçkın oğlanı seni öptüğünde aybaşına henüz alışıyordun. Artık boyun uzamış, bedenin kıvrımlarını almıştı. Külotların kan olmuyordu ama uyanıp uyanıp bakmaktan geceler geçmek bilmiyordu. Bir süre sonra kâbuslarla karışık sanrılar görmeye başladın, ne olduğunu tam olarak anlayamadığın üstüne üstüne gelen karaltılar. Günahlarının bedeli.
Annen baban ara ara mektup yazıyor, yaşadıkları yeri anlatıyorlardı. Şehir manzaralı kartpostallar çıkıyordu zarflardan, boş boş bakıp bir kenara atıyordun. Kuru kuruydu cevapların; aybaşından, gece nefessiz bırakan görüntülerden, öpüşmeden, günahtan söz açacak değildin ya. Okula gidiyorum, evde teyzeme yardım ediyorum, boyum bir karış daha uzadı teyzemi geçtim, kışlık kaban aldık.
Kanamanın başlamasından bir sonraki yıl peydahlanan ne idüğü belirsiz gece sıkıntılarının öpüşmeyle mi kanla mı gerçekleri gizlemekle mi ekmek atmakla mı ilgili olduğu üzerine düşündün taşındın, işin içinden çıkamadın. Kimdi, neydi seni nefes nefese bırakıp boğazına kocaman bir yumru oturtan, soğuk soğuk terleten, içine ölümün salkım saçak dehşetini salan? Her ne ise o üzerine çullandı mı telaş içinde oradan oraya savrulup sonunda kendini teyzenin odasında buluyordun. Oraya gidip ağlamasaydın, en azından onu yapmamayı becerebilseydin keşke. İçinden çıkamadığın ölüm korkusuyla ona koşmaktan alıkoyamıyordun kendini. Enişten seni görmemiş gibi yorganı başına çekip arkasını dönüyor, teyzense seni sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir hastalık yayıyormuşsun gibi iki adım ötende durup anlaşılmaz sözler söylüyordu ama sarılmıyordu. Tir tir titrerken onu dinleyemiyordun ki, ona sarılmak için ileri atılmak istiyordun ama seni görünmez bir el tutuyordu. Teyzenin sözleri değil ama beyaz örme şalı kalmış aklında, şala dokunsan, yünün yumuşak dokusuna ulaşsan, belki o bile iyi gelecekti. Oysa olduğun yerde mıhlanıp kalıyordun. Neden sonra biraz sakinleşip odana dönüyordun. Eniştenin sabah teyzene söyleneceğini düşünüyordun, dükkânı açması gerekiyordu adamın erkenden, kendi derdinden çok başkalarını düşünerek kalbini daha da sıkıştırıyor, sonraki geceler için yeni bunaltıların tohumlarını atıyordun.
“Annenlere yazmadım, üzülmesinler. Yapacakları ne var ki oralardan? Bir çare bulunacak elbet.”
Durumun annenlere anlatılması fikri aklına bile gelmemişti ki zaten. Gözden ve gönülden uzak annenler hangi derde derman olabilirdi ki?
Teyzen ve sen önce doktorları gezdiniz. Bazısı asık suratlıydı. “Annesinin yanına gönderin” diyorlardı baştan savarcasına. Kimisi daha aydınlık yüzlüydü, uzun uzun anlatıyorlardı. Söylediklerinin çoğunu anlamıyordun, için sıkılıyordu. Teyzen gözleri fal taşı gibi açık, kafasını sallayarak dinliyordu. Çıkışa saklıyordu cık cık’ları. Boş laflardı, nutuk çekmekti bunların işi. Bir ikisi ilaç vermişti ama teyzenin kafasına yatmamıştı el kadar çocuğu ilaca alıştırmak.  Enişten de asık suratlı doktorların tarafındaydı. “Bu işin altından kalkılmazdiyordu karısına. “Oralarda başka hal çareleri vardır belki.” Cık cık geliyordu yine teyzenden.
“Buluğ çağında gönderilmez çocuk, iyice şaşırır, iyi kötü burada bir hayatı var. Zaten yakında gelecekler.”
Acı acı gülüyordu enişten, pek tabii, kesin gelirler, kesin dönüş.
Teyzen doktor faslını kapatınca kurşun dökme, cin çıkartma seanslarına taşıdı seni. Türlü türlü işlemler gördün; kafanın üstündeki tepside kurşunları parçalayanlar, suratına tükürükle karışık nefeslerini üfleyenler, kollarından tutup sarsanlar, gözlerini bağlayıp etrafında dönenler… Çaresizce peşi sıra gittin teyzenin, onun ümidine tutunup kapı kapı gezdin. Yolundukça dibinden irin fışkıran bir çıban gibi kötüledi gecelerin. Gözyaşların, titremelerine, çığlıklarına karıştı, duaların gökyüzünde bilinmezliğe yol alırken derdin sırtına bindi, ezdi, yamulttu seni. O yaşına dek hokka gibi denen burnunun kemerlenmesi bundan mıydı ne?
Bir gün okul çıkışı iç sıkıntısı ile avare avare dolanırken ayakların seni mahallenin oğlanlarının takıldığı sokağa götürdü. İçinden gelen keskin dürtünün neden seni ona yönelttiğini sonradan çok düşünecek, günahın karşı konulmaz çekiciliğine yoracaktın.
Oğlanlar kâh top oynar, kâh boş boş dikilir, kâh kavga ederlerdi. Yine sokağın kuytusunda kümelenmişlerdi. Seni sıkıştırıp öpmüş oğlanı seçtin kalabalığın arasında. Bir köşede, kaldırıma oturmuş, burnuna pis bir bez bastırmıştı. Yaklaşınca eski bir mendil olduğunu düşündüğün bezin, suratının ve ellerinin kan içinde olduğunu fark ettin. Karşı koyamadığın bir merakla ona doğru yürürken oğlanın etrafındakiler çil yavrusu gibi dağıldılar. Onların seni oğlanla baş başa bırakma telaşından utandın ama yine de yürüdün, kıpkırmızı bir yüzle durdun onun önünde.
Seni zorla öptüğü günden sonra ilk kez görüyordun onu. Günahın simgesi, şeytani varlık şimdi acıklı bir yüz ifadesiyle, kan revan içinde bitkin oturuyordu. Bir eli kanlı mendili, diğer eliyle sıska bacağını tutuyordu, sıyrılmış pantolondan görünen darbe izi kızıla çalıyordu.
O günden çok daha çelimsiz, güçsüz, sönük göründü gözüne. Kadınca bir merhametle ona dokunma arzusu duydun, o güne dek ona karşı duyduğun öfkenin altında yatan merak ve heves şimdi açığa çıkmış, alev alev yanan yüzüne yansımıştı. Bir yanın kulağına günah işlemek üzere olduğunu, yapacak olduklarının gece seni kıskıvrak yakalayacağını fısıldıyor, diğer yanın ilerlemeni istiyordu. Yürü diyordu, an o an.
Onun yanına oturdun. Gelişmiş, yuvarlanmış bedenin, okul sonrası saldığın gür saçların oğlanın giysiler içinde kaybolmuş bedenine, yeni terlemiş bıyıklarına, üç numara traşlı kafasına adeta meydan okuyordu. İstemsizce yana kaydı oğlan, seni sıkıştıran bıçkın halinden eser yoktu. Gözlerini kaldırımın kırık dökük kenarlarına dikmiş, az sonra kaçıp gidecek gibi duruyordu.
“İyi misin?”
Konuşmak zorunda hissettin kendini, oysa açık seçikti nasıl olduğu. Oğlan kendisine soru sorulmasından aldığı hafif cesaretle, önüne bakmayı sürdürerek konuştu.
“Diğer mahalleden geldiler. Olay çıkardı şerefsizler. Sen bir de onları görsen. Kafa göz kalmadı adilerde.”
Yandan gördüğün sapsarı yüzüne yakışıksız bir gülümseme yerleşmişti.
Sen gülümsemedin. Önünü alamadığın bir sarılma arzusu ile dolmuştun. Sanki ona sarılsan derin bir rahatlama duyacak, içindeki kırık parçalar yerli yerine oturacak, huzurlu uykuların dahi geri gelecekti. Merhametin tutkuna karışmış, ona yakın olmaktan başka bir şey düşünemez olmuştun. Nedenini hiç anlayamadığın bu tuhaf itki ile ona yaklaştın. Az önce yana kayan oğlan bu kez yerinden kımıldamadı, kanlı mendili burnundan çekti, ellerini beceriksizce silmeye çalıştıysa da çabaları kanı daha da bulaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Ellerini çaresizce kaldırıma koydu. Senin de kaldırıma koyduğun eline yaklaştı kanlı sol eli. Sonra elleriniz birleşti, yüksek tempoda atan kalplerinizi boyun damarlarınızda hissederek konuşmadan oturdunuz. Belki de ilk kez bitmesini istemediğin bir anın içindeydin, başka bir şey düşünmediğin ve yaptığına dair hiçbir açıklamanın olmadığı büyülü anlardan biri.
Ne kadar olduğunu anlayamadığın bir süre sonra elini çektin. Sokaktan gelip geçenler olduğunu fark etmiştin. Teyzen, ev, ödev, gece; hepsi başına üşüştü. Acele ile kalkıp gittin. Oğlan arkandan bakakalmıştı. O anı tekrar yaşamak arzusu ile dolup taşıyordun koşar adım eve yollanırken.
Sonraki aylarda defalarca görüştünüz. Sokakta, ıssız köşelerde, terk edilmiş viranelerde.  Onu gördükçe bastıramadığın bir sevinçle doluyordun, ayrılınca da devam eden coşkun halin geceye yayılıyor, hayal kura kura geçirdiğin saatler seni yumuşacık bir uykuya taşıyordu. Geçip gitmişti sıkıntıların, günahların kurtarıyordu seni. Anlam veremediğin bu durumu büyük bir hazla kabul ediyor, ileride bir gün açıklanmak üzere gizemli kalmasına seviniyordun.
Bir süre sonra bitti. Neden bittiğini hatırlayamıyorsun. Bitişe dair anıların onunla yaşanan saatler kadar berrak değil zihninde ama bunu önemsemiyorsun. Seni kurtaran büyülü saatleri hatırlamayı seviyorsun, kavruk oğlanın kanlı eline dokunmanla başlayan arzu ve tutkunun renkli dünyasını. Elinin eline değmesi annesizliğinin, yalnızlığının, yaşamla ölüm arasında çırpındığın sıkıntılı gecelerin ağırlığını sırtından almış, kalbini korkuyla değil zevkle çarptırmıştı.
Zevkler ve acılar geldi geçti hayatından yıllar boyunca. Hızlı giden bir trenin bir anda gözden kaybolması gibi akıp gitti zaman elinden. Kırklarının sonunda, yalnız yattığın yatağında ilk gençliğinin gecelerine dönmüş buldun kendini.
Şimdi yatağında doğrulmuş haldesin, sabahın üçü, belli ki gece bitmek bilmeyecek. Aybaşın sekiyor, dört aydır olmuyorsun. Sürece girmişsin doktorun dediğine göre, çocuk sahibi olamazsın artık. On üçünden beri devam eden aybaşın sona erecek, başlarken başına dert olan sıkıntıların biterken de sarıyor her yanını. Yine adını koyamıyorsun, tek bildiğin kanlı bir kâbusla başlayıp seni uykuyla uyanıklık, yaşamla ölüm arasına sıkıştırdığı.
Bu kez nasıl çıkacaksın işin içinden?  Sen de biliyorsun ne kadar uğraşırsan uğraş yalnız başına olmayacak. Birisine dokunacaksın, sarılacaksın.
Acele ile yataktan fırlayıp telefonuna sarılıyorsun. Beğenmediklerin, umursamadıkların, bir kenara ittiklerin, kayda değer görmediklerin arasında bir ses, bir nefes olmalı. Neden olmasın, diyorsun, neden?

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir