SON EŞİK
Pencerenin önünde oturmuş, bir kaktüs gibi dışarıya, gelip geçenlere, bir yerlere yetişme telaşında olan yığınlara bakıyorum şimdi. Havanın griliği herkesin üzerine çökmüş; garip garip yüzler, arabaların klakson sesleri, hepsi birbirine karışıyor.
Bu kalabalığın içinde kaybolmuş bir gölge olmaktan mı kaçıyorum, yoksa çoktan kaybolmuş biri olduğumu mu kabullenemiyorum? Bilmiyorum. Herkesin bir amacı var gibi duruyor. Ben amaçsız mı kaldım? Herkesi kaybettim. Herkesi uzaklaştırdım yanımdan. Ama ben böyle olsun istemedim. Anlatamadım kendimi. Kan bağımın son halkası kalan, kardeşimi de uzaklaştırdım böylece. Benimle artık uğraşmak istemiyormuş. Böyle söyledi en son. Ne zaman söylediğini hatırlamıyorum. Ne kadar gün geçti bilmiyorum. Bütün günler birbirine benzeyip geçip gidiyor. Ben uğraşılacak biri miyim peki? Öylece yaşayıp gidiyorum işte, nefes alıp veriyorum herkes gibi.
Öfkeyle ağzıma ne geliyorsa sıraladım. Paradan başka bir şeye değer vermediğini, hem korkak, hem de bencil biri olduğunu, aptal olduğu için mutlu olduğunu. Bunun gibi şeyleri kustum yüzüne. Kötü mü yaptım? Şimdi nerede, ne yapıyor acaba? Bilmiyorum. Tek bildiğim burada, şu an hiçbir yere ait olmadığım. Hiçbir yere ait hissedemedim zaten kendimi. Her yere sığıntı gibiydim. Şu odanın haline bak, perişan vaziyette. Kitaplar, yatak ve şu an üzerinde oturduğum tek kişilik bir koltuk; bütün dünyam bu. Üstelik bu dünyada yaşayabilmek, soğuktan korunup uyuyabilmek için kira veriyorum. Galiba bana ait olan sadece bu kitaplar. Belki de kardeşimin dediği gibi, bu kitaplar beni mahvetti. Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. O kadar çok şey okudum ve biriktirdim ki beynimin içinde, bazen çok fazla bilginin cahilliğini yaşıyorum gibi geliyor bana. Her şeyin, ama her şeyin cevabını onların içinde arardım. Onların içindeki dünyayı yaşamak isterdim. Oradaki gibi tutkulu aşklar içinde ölmeyi dilerdim.
Şimdi harfler yalnızca kâğıdın üzerinde dağılmış izlerden ibaret. Ne kadar bakarsam bakayım, hiçbir cümle bana yakın hissettirmiyor. Kelimeler, anlamlarını yitirmiş boş kabuklar yığını gibi. Bir zamanlar sığındığım o cümleler artık soğuk, ürpertiyor beni. Ama terk etmiyorlar, yok olmuyorlar, orada öylece duruyorlar. Belki de onlar da bana çok kızgın. Benden başkasının gözlerinin içine bakmak istiyorlar. Kim bilir ?
İşte yüzyılın buluşu telefon çalıyor. Galiba biri beni hatırladı bu şehirde. Hayret, demek aynı şeyleri hissetmiş olmalıyız ki telefonun ekranında kardeşimin ismi var.
“Efendim Kemâl.”
Sessizlik.
“Alo!”
“Ne yapıyorsun?”
“Hiç. Seni düşünüyordum. Bak geçen söylediklerim için özür dilerim. Biliyorsun beni işte. Nerede ne söyleyeceğimi bilemiyorum pek. Seni kaç kez kırıp, kaç kez özür diledim bilmiyorum. Affet. Ama öfkem bana ait biliyorsun, yakın hissetmediğim birine nasıl gösterebilirim ki? Neyse tekrar özür dilerim. Sen nasılsın?”
“Ihhh, yok, sorun değil. İyiyim. Müsaitsen çıkalım, oturalım bir yerlerde diyecektim.”
“Tabii ki. Ne güzel olur… Salih Amca’nın yerine gidelim mi? İki tek bir şeyler atarız.”
“Olur, ben oraya geçiyorum o zaman bir saate.”
“Tamam, ben de çıkarım. Görüşürüz.”
Niye bu kadar soğuk geldi bana bu çocuk? Bir şey mi oldu acaba? Genelde kırgınlıklardan sonra konuşmamız böyle donuk geçmezdi. Belki de telefonda bana öyle geldi. Neyse gidince öğreniriz artık. Açıkçası sevindim beni aradığına. Demek o da beni düşünüyormuş. Aptallık ediyorum bazen. Sonuçta bu dünyada kalan tek kan bağın o. Seni düşünmeyecek de kimi düşünecek? Bir saat boyunca ne yapacağım ki şimdi ben? Hazırım zaten her yere. Kıyafet değiştirmekle ilgili bir derdim yok. Kaç gündür şurada çuval gibi duran paltoyu üzerime geçirdikten sonra tamamım işte. Zaten kaç tane kıyafet var. Nereye çağırırlarsa hemen gittim ben. Nasıl hazırlanılır hiç bilemedim. Her yere halihazırdım yani. En son ölüme de böyle hazır olacağım işte. Hemen geçebilirim bütün prosedürlerden, hazırım ben diyeceğim. İnsan niye saat söyler ki? Telefon denen bir şey icat edilmiş. Hemen aradığında çıkarsın. Eskiden olsa haber vermek için not ya da mektup gibi bir şey yazmak zorunda kalırdın. Onun ulaşması gerekirdi önce. Sonra ondan haber gelip, söylenilen yerde, verilen saatte orada olmak zorundaydın. Telefonda insana saat mi verilir? Bu zamanda işin bitti mi, ara, hemen çık. Zaten bu icat, bu yüzden olmadı mı? İnsanlar hızlansın diye olmadı mı? Yavaşlayacağımız yerde yavaşlamayıp hızlanacağımız yerde hızlanmıyoruz. Her şeyi birbirine karıştırıyoruz şu yüzyılda. Neyse ben çıkıp gideyim. O gelene kadar biraz içip kendimi iyi hissederim.
Akşamın karanlığı yavaş yavaş kendini belli ediyor. Işıklar yanmaya başlamış. Her şey bir devinim halinde. Gerçekten yaşadığını hisseden kaç kişi var acaba? Şu bankta oturmuş yaşlı adam, elinde buruşturulmuş bir gazete ile titreyerek bekliyor. Sanki bu şehrin hızına yetişmeye çalışmaktan vazgeçmiş. Beni bırakın gidin der gibi bakıyor herkesin suratına. Benden bu kadar diyor. Ölmek istiyorum ama ölemiyorum diyor. İnsanoğlu evrimsel olarak iki ayak üzerinde durabilmeyi artık aştı, maalesef ekonomik olarak iki ayak üzerinde durmayı henüz aşamadı. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmak istiyorum. Ama kirli ve kapalı bir hava, sis bulutları oluşturmuş. Niye aradı ki şimdi bu oğlan beni? Çıkarttı mağaramdan… Bu sıkıntılı insanları gördükçe kaçıp gitmek istiyorum. Korkumdan değil. Kendimi onların yerine koymamdan. Şuraya bak; bütün dükkanların, evlerin hepsinde güvenlik sistemleri var. İnsanların birbirine güvenmedikleri, kurdukları bu alarm sistemlerinden belli. Oysa hep en yakınları, o alarm denen illeti kırıyor. Herkes kendine de alarm sistemi takmalı bence. Hayallerini, aşklarını, gönüllerini çalıyorlar… Üstelik yakın hissettikleri, inandıkları insanlar yapıyor bunu. Kimse kimseye güvenmeyecekse niye yaşıyoruz ki o zaman?
İşte Salih Amca’nın yerinde güvenlik sistemi yok mesela. Zamanın gerisinde kalmış çoğuna göre. Demek ki hâlâ güveniyor Salih Amca. Ben de bu yüzden seviyorum galiba burayı. Bana sıcak hissettiriyor.
“Merhaba Salih Amca, nasılsın?”
“İyiyim evladım, hoş geldin. Buyur.”
“Her zamankinden amca. Haydari, şakşuka, peynir, kızarmış ekmek, leblebi; yalnız rakıyı büyütelim iki kişi olacağız.”
“Tamam oğlum, hazırlıyorum hemen.”
Her zaman oturduğum yere oturuyorum yine. Hiç aklıma gelmiyor başka bir masaya oturmak. Burası boşken -genelde hep boş olur- başka bir masaya oturursam, ihanet edermişim gibi hissediyorum. Alışkanlıklar bazen çok acayip. Bir zamanlar insanlarla paylaştığım o masalar geliyor aklıma. Şakaların, gülünçlüklerin havada uçuştuğu. Şimdi sanki uzak bir şehrin köhne yerlerinde hapsolmuş gibi hepsi. Sahi bu kadar yalnız mı kaldım ben? Çünkü samimi gelmiyor hiç kimse bana. Herkes sahte. Sahte dünyanın sahte figüranları. Hiçbir şey gerçek değil. Ben de bu sahteliğin içinde, bir anda kaldırılıp atılabilecek karton bir dekor gibi hissediyorum kendimi. Zamanın ne kadar geçtiğini ve zamanın nasıl silindiğini düşünürken, her yudumda biraz daha siliniyorum sanki. Sahi bayadır buradayım, nerede kaldı bu çocuk? Ah, işte göründü, sigarasını soluya soluya geliyor. Tipolojik olarak da benzemiyoruz, zaten hiçbir konuda benzemiyoruz birbirimize.
Salih Amca’yla konuşuyor şimdi. Birazdan yanıma gelmek üzere. İşte geliyor, ayağa kalkmalıyım.
“Merhaba nasılsın?”
Donuk bir ifadeyle söylüyor bunu. Ah Kemâl…
“İyiyim Kemâl, sen nasılsın?”
Niye boş boş bakıyor şimdi benim suratıma böyle. Bir şey mi yaptım yine bilmeden. Zaten şu son zamanlarda bilmeden yaptığım şeyleri bir bilebilsem, çok iyi olacak.
“İyi misin gerçekten?”
Hayda. İyiyim yahu niye zorluyorsun?
“İyiyim. Yani iyi olmaya çabalıyorum. Her zamanki meseleler dışında iyiyim. Biliyorsun işte ben bu düzene ayak uydurabilen biri olamadım. Buyur rakı koy kendine.”
“Peki, sen öyle diyorsan…”
Öyle diyorum Kemâl. Ben hep ‘öyle’ dedim zaten. ‘Böyle’ dedim kimse anlamadı. Ben de o yüzden hep ‘öyle’ dedim.
“Geçen söylediklerim için gerçekten özür dilerim Kemâl. Biliyorsun beni, çabuk parlayıp sonra bir an sönerim. Duyduğum acılar, huzursuzluk ve ruhumun acısı hiçbir zaman dinmiyor. Bu da beni öfkeli birine dönüştürüyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Sana karşı mahcubum.”
Aslında çok şey söylerim de… Yine tartışmanın ne anlamı var? Ah be Kemâl, benimle tartışabilsen keşke.
“Yok sorun değil. Geçti gitti. Sen iyi ol yeter ki.”
İyi olmaktan kusacağım şimdi Kemâl. Yeter artık iyiyiz dedik ya.
“Ne diye ikide bir iyilikten söz edip duruyoruz ki? Sanki herkes ‘iyiyim’ deyince, iyi oluyor. Şu samimiyetsizlikten artık bunaldım. Hayır kimseye bir kızgınlığım yok, bu onların hatası değil belki.”
Onlar kim yahu? Neyse. Ne diyordum ben?
“Bütün her şeyi kabullenmeye başladım. Sessizce bir bitki gibi yaşayıp gidiyorum. Nefes alıp veriyorum. Yavaş yavaş hislerimi de kaybetmeye başladım gibi. Hiçbir şeyden mutlu olamıyorum. Ama bunun böyle sürmesini istemiyorum. Sıkılıyorum, sadece sıkılıyorum. Başka bir şikâyetim yok.”
“Hayatına birini almayı ne dersin? İyi gelecektir. Bir amacın olur.”
Domates mi alıyoruz Kemâl? Ne diyorsun sen?
“Ben kendim bile bir değilim ki, nasıl biriyle bir bütün olabileyim? Bir şeylere yeniden başlamak mümkün değil gibi duruyor. Üstelik nerede kaldığımı da unuttum. Bazı şeylere tekrar başlayabilmesi için insanın şanslı doğması gerekir. Bana bu hayatta bankalar dışında şanslı olduğumu kimse söylemedi. Onlar da insanı kandırmak için söylüyorlar zaten. O bankayı kullandığım için çok şanslıymışım, öyle diyor geçen telefondaki kadın.”
Ne yapayım Kemâl, o kadını mı alayım? Ne dersin? Bak, bana şanslı olduğumu da söylüyor.
“Hayat senin için gerçekten böyle mi? Her şey kayboldu mu yani senin için?”
Bak şimdi ‘böyle’ ye geçtik. Ha gayret be Kemâl, olacak seninle.
“Ben kayboldum Kemâl. İçimde daralan bir şeyler var, sanki beynimi bir mengenenin içerisine sokmuşlar ve oradan çıkmamam için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kusacak gibiyim ama kusamıyorum. Sona yaklaşmak istiyorum, her şey bitsin istiyorum fakat ona da izin vermiyorlar. Kaçıp gidesim var, bir yerden değil, kendimden.”
Ne diyorum ben yahu? Bu çocuk bunları anlasaydı böyle olmazdık zaten. Nasıl olabilirdik onu da bilmiyorum. Hayatımı, izlediğim ve her repliğini ezbere bildiğim bir filmi anlatır gibi anlatıyor şimdi. Benim için o film sona erdi Kemâl. Söylediğin kelimeler bana hiçbir şekilde anlam ifade etmiyor. Yanımdan süzülüp geçiyorlar, eski bir yara, kanamadan varlığını sürdüren biz iz gibi artık onlar. Yalnızca içimdeki boşluk daha da büyüyor şimdi, her şeyin üzerine yayılan bir gölge gibi. Ne olurdu beni biraz anlasaydın Kemâl.
“Bazen” diyorum. “Bazen insanlar sadece görünür olmak zorunda hissederler Kemâl. O kadar. Ama asıl görünmeyen şey içlerindeki o korkudur. Ben işte o korkuyu görüyorum. Korku yönetiyor herkesi, beni de yönettiği gibi. Ama benim korkularım başka. Umarım bir gün benim korkularımı ve öfkemi anlarsın. Yaşadığım bu topluma ne kadar öfkelendiğimi. Kimsenin okuduğunu anlamadığını. Doğru dürüst hissetmesini bile beceremediklerini. Bu yüzden duyduğu şeyleri söyleyen ve onlara inanan bir gürûh hâline geldiklerini, onların kültürüne güvenmediğimi anlarsın.”
Yavaşça kalkıyorum, iyi geceler dediğimi bile hatırlamadan, hızlıca ayrılıyorum oradan. Arkamdan sadece garip garip baktığını görüyorum. Olsun be Kemâl, ben de ‘böyle’ garip bir insan olayım ne var?
Babamı hatırlıyorum. Ne kadar oldu öleli bilmiyorum. Takvimlere bakmayı çoktan bıraktım. Bugün hangi gün olduğunu pek umursamıyorum. Ah be baba. Ben o çiviyi tahtaya çakamadım. Benden başka herkes, çok başarılı çaktı o çiviyi. Kimi tek seferde vurdu çekiçle, kimisi iki, üç sefer… Benim çivim yamuldu baba. Düzelteyim diye uğraşıyorum, çekiçle sağına soluna vuruyorum. Herkes tahtaya doğru çakmaya çalışırken ben, henüz çiviye vurmak yerine ellerime vuruyorum. Yapamıyorum baba olmuyor. Burada olsaydın, yaşasaydın da olmayacaktı zaten. Herkes gibi seninle de anlaşamazdım ben.
Her gün alçalan bu insanların arasında, durgun sularda yüzer gibi geçip gitmek, hiçbir şey yapamamak ve avaz avaz susmak, neyi ifade edebilir ki? Bağıra bağıra konuşup suratlarına tükürmek istiyorum. “Hepiniz alçaksınız, hepiniz sahtekârsınız, hiçbiriniz ama hiçbiriniz samimi değilsiniz” demek istiyorum. Ne yazık, miskinliğimin git gide üzerime yapışmasıyla, yanlarından yalpalaya yalpalaya, suratlarına alık alık bakıp gidiyorum. Bu kızgınlığıma bir türlü anlam veremiyorum. Sanki bir şeyleri başarmışım da, söyleyeceklerim varmış gibi. Peki başarmak ve başaramamak ne? “Başarısızlık” demek onlar gibi olmak istemeyişim mi? “Ben beceremedim sizin gibi olmayı” demek istiyorum. Meğer ne çok şey demek istiyorum da bir türlü diyemiyorum. İçimde siren sesleri çalıyor Kemâl. Beynimde devasa boyutlara ulaşan bir yangın çıktı. Diğer organlara sıçramak üzere. Bunu engellemeye çalışıyorlar ama nafile. Belki bir yolu bulunur diye sürekli intikal halindeler. Bilinmeyen bir nedenden ötürü olduğu için, onlarda şaşkın. İçim bu haldeyken; dışımda, beni başka yöne doğru çekmek istiyorlar Kemâl. Ben farkındayım her şeyin, farkında olduğum için yalnızım. Ben de böyle ölüp gideceğim işte. Bütün öfkelerimi toprağa götüreceğim. Yaşarken de anlatamadım zaten kimseye. Beni keşke bir tek sen anlasaydın be Kemâl.
Şuraya bak ne ara odama geldiğimi bile hatırlamıyorum. Ayaklarım artık benden bağımsız, ezbere yapıyorlar her şeyi. Nereye gideceklerini iyi biliyorlar demek ki. Ben de zaten karışmıyorum artık onlara. Kimseye karışmıyorum ki zaten, onlara mı karışacağım. Yatağa bırakmalıyım bu işkembeyi; uyusam sanki her şey düzelecekmiş gibi. Anılar kesik kesik, silik birer hayâl gibi önümde canlanıyor Kemâl. Baksana herkes hayatta, kimse bırakıp gitmemiş kimseyi. Yalnızlık nedir bilmediğim zamanlar. Sen yalnızlık nedir bilir misin Kemâl? Hiç yalnız kaldın mı? Ya da ilk ne zaman hissettin yalnız olduğunu? Ben, annemin ölümünden sonra, her şeyin sessizliğe büründüğü o anı hatırlıyorum. O an, ne kadar alışmış olsam da, aslında ne kadar yalnız olduğumu fark ettiğim andı. Zaten sonra hep yalnız hissettim. Sen de öyle hissettin mi Kemâl?
Yorgunum, ama bu yorgunluk bedensel değil, zihnim her dakika daha da bulanıklaşıyor. Alkolden mi acaba? Sanmıyorum, bu öyle bir şey değil. Yaşamın pek acımasız olduğunu görüyorum ve arzu edilse de hemen ölünemeyeceğini… İnsan kendi beynini elleriyle söküp atamıyor işte. Yavaş yavaş ağırlık çöküyor zihnime.
Kapı çalıyor. Baksam mı, bakmasam mı? Kim ki bu? Kemâl, bir şey mi unuttu acaba? Yoo, bu Fuat’ın sesi. Hayret, ne zamandır görmüyordum onu.
“Cemal. Oh! Şükür yaşıyorsun”
“Bunlar kim?”
“Bu arkadaşlar seni kliniğe götürecekler Cemâl.”
“Ne kliniği?”
“Oğlum sen iyi değilsin. Kemâl diye sayıklıyorsun günlerdir. Bugün aradım seni Kemâl diye açtın telefonu. Belki aceleyle karıştırmışsındır, telefonda olur öyle şeyler dedim ama Salih Amca’nın oraya gittik, baktım vaziyet korkunç. Beni Kemâl olarak görüyordun. Bir sürü şey zırvaladın, anlıyor gibi yapmaya çalıştım ben de. Kemâl gitti oğlum, haftalar önce Paris’e yerleşti, daha da haber yok ondan. Korkarım olmaz da zaten; terk etti gitti adam seni.”
“Ne diyorsun sen Fuat. Ben az önce onun yanından geldim. Onunla beraberdim yani.”
“Hayır işte o bendim oğlum… Neyse iyi olacaksın, güven bana.”
“Hayır, hayır bırakın gidin beni. Ben hiçbir yere gitmiyorum. Her şey gerçekti delirmedim ben. Henüz, henüz değil. Henüz delirmedim, hayır delirmiş olamam. Fuat anlat onlara, delirmedim ben. Dinlemiyorlar beni, lütfen anlat onlara. Hayır bana bir şey enjekte edemezsiniz.”
Gözlerim… Gözlerim kapanıyor, hayır uyumak istemiyorum.
Kemâl kurtar beni, Kemâl.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.