Şebnem Gürler Oakman

DERYA SÖNMEZ’LE ‘ÖTEKİ HAYVANLAR’ ÜZERİNE

“Hayatı boyunca kendisini ‘öteki’ gibi hissetmemiş insan yoktur herhalde. Diğer yandan, bir başkasını ötekileştirmemiş kimse de yoktur. Demek ki bu ‘suç’un hem mağduru hem de failiyiz. ‘Öteki’ üzerine anlatılan her hikâye, bütün yönleriyle aslında bizi anlatıyor.”

Geçen yıl, artık sayıları çok azalmış kitapçıların birinde gezerken gözüme çarptı, yeni çıkan öykü kitaplarından biriydi. Kapağındaki, uçurum kıyısında duran kırmızı fularlı, siyah keçi mi yoksa kitabın ismi mi daha çok etkiledi beni? Hatırlayamıyorum, sanırım ikisi de. Ezelden beri “öteki”lere karşı derin hisler beslediğimden, insanlığın en büyük sorunlarının ‘ötekiler’ etrafında dolandığına inandığımdan, bu kitap görür görmez içimde bir yerlere dokunmayı başardı. Hemen alıp bir çırpıda okudum Derya Sönmez’in Öteki Hayvanlar öykü kitabını. Okuyunca daha da derin yerlere dokundu öyküler, ışığa ve gölgeye adanmış bu kitabı çok sevdim, öykülerin aydınlıklarında ve karanlıklarında gezdim, hatta kayboldum. Sonra yazarın ilk kitabı olan Sırça Kanatlar’ı okudum, onu da çok sevdim. Artık bana yakın yazarlar arasına girmişti sevgili Derya Sönmez. Ödüllerini bilmiyordum, duydum ki diğer ödüllerine ek olarak 2025 71.Sait Faik Hikâye yarışmasında da ödül almış, şaşırmadım ve çok sevindim ama ben onu ödüllerinden önce keşfetmiştim, iyi ki.
Dergimiz için söyleşi yapmak istediğimde samimiyetle kabul etti, sorularıma aşağıdaki güzel yanıtları verdi. Teşekkürler Derya Sönmez, öyküleriniz hayatlarımızdan eksik olmasın.
Sizinle Öteki Hayvanlar kitabınız ile tanıştım. ‘Öteki’ çoğunlukla, insanların birbirlerine ve diğer canlılara karşı en karanlık taraflarını gösterebildikleri bir kavram haline geliyor. Bu bağlamda kitabınızın ismi okuyucuyu ilk andan itibaren etkisi altına alıveriyor, düşündürüyor. Buradan başlayalım mı, neden bu öykünüzün ismini verdiniz kitabınıza, sizin için bu isim ne ifade ediyor?
Öncelikle güzel sözleriniz ve dilekleriniz için teşekkür ederim. Sırça Kanatlar yayımlandıktan sonra yazdığım ilk öykülerden biri Öteki Hayvanlar’dı. Bu öykü, ikinci kitabın kalbinde yer alıyor, diğer anlatılar da onun açtığı yatakta akıyor. Öyküde, aynı zamanda anlatıcı olan kahraman şehirden köye taşınmış ve köy hayatına uyum sağlamaya çalışmaktadır. Bir süre sonra civcivlerini ölü bulmaya başlar. Civcivleri kimin öldürdüğünü düşünürken aklına şu ihtimaller gelir: “Belki Hidayet, belki de öteki hayvanlar.” Bu cümleyle Hidayet’i de kurtların, çakalların yanına, biyolojik olarak ait olduğu yere yerleştirmiş olur bir bakıma. Bu cümleyi yazdıktan sonra, aslında anlattığım birçok hikâyeyi kapsayan bir yanı olduğunu fark ettim ve kitabın adını böylece koydum. Öteki Hayvanlar’ın çok fazla çağrışımı var. Öncelikle, insanın diğer türler üzerinde kurduğu iktidar ilişkisine işaret ediyor. İnsanla hayvanın etkileşiminde de diğer pek çok durumda olduğu gibi, egemen olanın anlatısı hâkim; yani bizim. Elbette bütün anlatılar gibi bizimki de yanlı, eksik ve hatalarla dolu.
Bu isim bir yandan da insan ilişkilerindeki sorunlara işaret ediyor. Hayatı boyunca kendisini “öteki” gibi hissetmemiş insan yoktur herhalde. Diğer yandan, bir başkasını ötekileştirmemiş kimse de yoktur. Demek ki bu “suç”un hem mağduru hem de failiyiz. “Öteki” üzerine anlatılan her hikâye, bütün yönleriyle aslında bizi anlatıyor. Öteki Hayvanlar öyküsünde de bu çift yönlülüğü yansıtmaya çalıştım; en azından anlam katmanlarından birinin bu olduğunu söyleyebilirim.
Öteki Hayvanlar kitabınızı ışığa ve gölgeye adamışsınız. Öykülerinizde; insanın karanlığı, belki kendine bile itiraf edemediği gizli köşeleri açığa çıkıyor. Bir psikanalist eli değmişçesine didik didik ettiğiniz insan ruhunu sunuyorsunuz bize. Tıp eğitimi aldınız, insanın derinlerine inmenizde bunun nasıl bir payı oldu? Fiziksel insan varlığı ile his, düşünce, sezgi karmaşalarının birliği-zıtlığı sizde nasıl şekillenip yolunuzu edebiyata çıkardı?
Kitabı ışığa ve gölgeye ithaf etmemin iki nedeni vardı. İlki, sizin de söylediğiniz gibi, insanın içinde saklı duran iyilik–kötülük dualitesine gönderme yapmak. İkincisi ise, öykünün doğasına işaret etmek istememdi. Bütün kurmacalarda, ama özellikle öyküde, hikâyenin neresine ışık düşeceği, neresinin gölgede kalacağı çok önemli. Işıkla gölge arasındaki denge, yazarın sezgisel olarak bildiği bir şey. İnsanı heyecanlandıran bir tarafı var, öyküye cazibesini veren de bu bence.
Tıp eğitimi almamın insanı bütüncül olarak kavramamda etkisi oldu elbette. Ama bunun dışında insana karşı büyük bir merakım var. Bu merak, olaylara yargısız bir şekilde yaklaşmamı sağlıyor. Bu, yazarken çok işime yarıyor. Hikâyelerini anlattığım kişileri ne suçlarım ne de koruyup kollarım; onları oldukları gibi anlamaya ve anlatmaya çalışırım.
Öykü okuyucusu roman okuyuşundan ayrılıyor, öykünün kesitsel anlatısını seven, o kesitteki derinleşmeyi tercih eden bir okuyucu. Bu derinlik, yazar-okuyucu ilişkisi açısından özel bir bağ yaratıyor.  Siz bu anlamda kendinizi nereye koyuyorsunuz? Öykü dışındaki edebi türlerle aranız nasıl, ona da değinir misiniz?
Her türün yeri ayrı tabii ama iş yazmaya gelince benim için öykü öne çıkıyor. Öykünün kendine has bir cazibesi var. Kısa bir metin olduğu için kolay okunur gibi görünse de aslında belli bir birikim ve disiplin gerektiriyor. Böyle söyleyerek öyküye yeni başlayacakları korkutmak istemem. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, öykü okundukça daha çok sevilen bir tür. Elbette biraz emek gerekiyor. Çabucak okunup bitse de üzerine düşünmek, o atmosferde biraz vakit geçirmek önemli. Bana kalırsa öykü okumak insanı yavaşlamaya davet ediyor. Ayrıntıları fark etmeye başlıyorsunuz ve bu disiplin bir süre sonra hayatınıza da yansıyor. İnsanı sürekli aceleciliğe, kolaycılığa, tembelliğe iten bu kaba çağda, yavaşlamak ve ayrıntılara dikkatle bakmak gerçekten kıymetli.
Yerlilik, yabancılık, göç, kimliksizlik öykülerinizde sıkça karşımıza çıkıyor.  Öteki ile de bağlı kavramlar bunlar elbette, insanın bulunduğu yere göre değişen kimliği aidiyetlerini, ötekine bakışını belirliyor. Toplumsal ve politik meseleleri ele alıyorsunuz, bunları bireyin yaşadıklarına, hissettiklerine odaklanarak ancak onu çağ yangılarından koparmadan anlattığınızı düşünüyorum. Bir okur olarak bana yansıyan bu. Sizin açınızı dinlemek isterim, nasıl yazıyorsunuz bu meseleleri, dengeleri nasıl kuruyorsunuz ya da böyle bir denge gözetiyor musunuz?
Toplumsal ve politik olanın, bireysel olana sıkı sıkıya bağlı olduğunu düşünüyorum. Öykülerimde bunu yansıtabiliyorsam ne mutlu bana. Çünkü bence bilinçdışımıza sızan bütün anlatıların, hatta depresyonun bile politik bir tarafı var. Ama mesele bunun edebiyat yoluyla nasıl anlatılacağı. Sonuçta edebiyat metni bir fikir yazısı değildir. Romanlar ve öyküler bize tarih ya da sosyoloji kitaplarının sunduğundan farklı, daha derin bir şey veriyor. Kurmaca eserler doğrudan bilgi aktarmıyor, daha çok bir tür sezgi kazandırdıkları söylenebilir. Bu sezgi önemli, çünkü düşüncenin tek başına ulaşamayacağı yerlere dokunuyor, oraları görünür kılıyor. Bazen bir soru soruyor, bazen bir çelişkiyi açığa çıkarıyor. Bugün öyle bir çağda yaşıyoruz ki doğrular ve bilgiler üzerimize boca ediliyor. Edebiyatın farkı tam da burada ortaya çıkıyor. Kurmaca metinler bize çok az şey öğretir ama bildiğimizi sandığımız ne varsa sarsar. İnançlarımızdan şüphe etmemizi sağlar. Bastığımız zeminin aslında ne kadar kaygan olduğunu gösterir bize. Ben edebiyatın bu tarafını önemsiyorum ve kendi metinlerimde de bunu yapmaya gayret ediyorum.
Kitabınıza başladığımda Yaz Biter öykünüz çıktı karşıma. Usul usul ilerleyen, iri laflar etmek yerine insanı incelikle içine çeken, anlatısını katman katman ören bir öykü. Kadınlık, annelik, çocukluk, ev kavramları iç içe geçiyor. Öldürme Biçimleri’nde de kontrolcü anne temasını alışılmadık bir şekilde işliyorsunuz. Süt Uykusu’nu okurken Derya Sönmez lohusalıklarımda bizim evde miydi derken buldum kendimi. Bir kadınsınız ve bir annesiniz, bunlar öykülerinizi nasıl etkiliyor?
Bize kadınlık ve annelik üzerine o kadar çok şey söylendi ki, bu gürültüde ne hissettiğimizi anlamakta zorlanıyoruz. Özellikle lohusalık dönemi için, bize anlatılanlarla gerçekte yaşadıklarımız arasında dağlar kadar fark var. İnsan ister istemez kendi yaşadıklarını başkalarından dinledikleriyle kıyaslıyor ve sorunun kendisinde olduğunu düşünüp suçluluk duyuyor. Anne olduktan sonra, kutsal annelik mitinin önümde aşılması zor bir dağ gibi yükseldiğini fark ettim. Ben bu miti beslemek yerine çevremdekilere gerçekte ne hissettiğimi ne yaşadığımı anlatıyorum. Böyle olunca bu konular ister istemez öykülerime de girmeye başladı. İtiraf edelim ki annelik kolay değil. Bence bu işin zorluğu üzerine daha çok konuşmalıyız. Süt Uykusu adlı öykümde biraz bunu anlatmak istedim. Zaman değişse de kadınlık ve annelik anlatısı sürekli tekrarlanıyor. Büyükannemizden annemize, annemizden bize geçen bir şey var sanki. Sonsuz bir döngünün içine hapsolmuş gibiyiz. Bu kısır döngüden ancak onunla yüzleşerek çıkabiliriz. Bana kalırsa, sanat bunu yapmanın yollarından biri.
Hayvanlar anlatınızın çok önemli öğeleri olarak karşımıza çıkıyorlar, civcivler, sansarlar, kediler vs. kendilerini gösterip bize türlü türlü sorular sorduruyor. Aslında doğanın tamamı demeliyim; dağlar, ağaçlar, çiçekler… Bu bilinçli bir seçim miydi yoksa öykülerin akışında kendiliklerinden mi yerlerini aldılar?
Bütün öykülerde hayvan olsun gibi bir düşüncem yoktu aslında. Hayvanlar, kitabın adından bağımsız olarak, kendiliğinden öykülere girdiler. Ama doğayı anlatmak elbette bilinçli bir tercihti. Öncelikle ağaçları, kuşları, denizi anlatmayı, onlarla bir atmosfer kurmayı seviyorum. Öte yandan, öykü kahramanlarımı doğayla kurdukları hiyerarşik düzen içinde göstermek istiyorum. Çünkü bu, onların kim olduklarına dair bir şeyler söylüyor.
Sizce iyi bir öykü okurda nasıl bir iz bırakmalı? Elbette her metin okuyan ile yeni şekiller alıyor ve okuyanın da bir parçası oluyor ancak ben yazar olarak sizin beklentinizi merak ediyorum.
İyi bir öykü okuduğumda, bu zihnimi bir süre meşgul eder, kafamı karıştırır, bana sorular sordurur. Metnin tamamını değilse bile bazı kısımlarını unutamam. Atmosferi, içindeki bir cümle ya da okurken hissettiğim o duygu, sonrasında benimle kalır. Artık yazarın niyetinden bağımsız olarak içime kök salacak, benimle değişip dönüşecek, bir parçam haline gelecektir. Böyle öyküler yazabilmeyi isterim.
Öykülerinizde sinematografik bir anlatım var ve alıntılarınızdan sinemayı sevdiğinizi anlıyorum. Tarkovski, Abbas Kiyarüstemi belli ki etkilendiğiniz yönetmenler. Farklı sanat dalları arasındaki geçişkenlik sizi besliyor olmalı, bu konuda neler söylemek istersiniz?
Sinema çok ilgimi çekiyor. O da hikâye anlatmanın bir başka yolu. Farklı bir dil kullansa da yapmaya çalıştığı şey aynı. Tarkovski, Kiyarüstemi öykülerimi yazarken etkilendiğim yönetmenlerdi. Bu yüzden adlarını anmak istedim. Bir de Ingmar Berman’ı çok severim. Öykülerimi genellikle sahneler halinde kurarım, okurun gözünde canlansın isterim. Bunu yapabiliyorsam ne mutlu. Yaz Biter öyküsü Tarkovski’nin Nostalji adlı filminden bir replikle açılıyor: “Anne, başının etrafında dolaşan ve sen güldükçe berraklaşan o hafif şey havaymış.” Bu, çocukluktaki masumiyetin kaybını çok iyi anlatan bir cümle. Çocukken insan dünyanın güvenilir bir yer olduğunu zanneder. Dünyanın aslında güvenilmez bir yer olduğunu fark etmek çocukluğu geride bırakmaktır bir bakıma. Yaz Biter öyküsünde böyle bir kırılma ânını anlatmak istedim. Tarkovski’nin İvan’ın Çocukluğu filmindeki ışık ve gölge kullanımı beni etkilemişti. Çocukluğun neşe dolu halini ışık kullanımıyla yansıtması dikkat çekiciydi. Ben de Yaz Biter’de bunu yapmaya çalıştım.
Şu sıralar neler okuyorsunuz, Panzehir Dergi okuyucularına önermek istediğiniz eserler var mı?
Semiramis Yağcıoğlu’nun Hep Eksik adlı kitabını okuyorum. Edebiyat ve sinemada kayıp yas ve melankoli üzerine çok güzel bir kitap. İlgilisi mutlaka okumalı.
Derya Sönmez’den önümüzdeki dönemde neler gelecek? Her şey planlanamaz ama en azından bizimle hayallerinizi paylaşmak ister misiniz?
Şu sıralar yeni öyküler üzerinde çalışıyorum. Büyük ihtimalle üçüncü kitabım da yine bir öykü kitabı olacak. Bu kez, bugüne ait meselelere daha çok yer vermek istiyorum. Ancak her şey o kadar çiğ ve kaba ki, bu meseleleri edebiyatın diline nasıl çevirebilirim, onun yollarını arıyorum.
Çok teşekkürler, sizi merakla takip edeceğiz.
 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir