YAZAR EZGİ TANERGEÇ’LE SÖYLEŞİ
“Modernleşme insanı köklerinden uzaklaştırsa da, o köklerden tamamen kopulmaz.”
İlk romanı Devridaim ile iki ödül birden kazanan Ezgi Tanergeç, yeni romanı Tuzlu Yüz‘de okurunu Anadolu’nun bir düş diyarına, geçimini tuz çıkararak sağlayan yoksul bir köyüne götürüyor.
Edebiyatımızdaki Anadolu damarı malum. Tuzlu Yüz‘ün hikâyesi de bu coğrafyada geçiyor. Onu Anadolu romanları geleneğine dâhil edebilir miyiz?
Tuzlu Yüz’ü belli bir gelenekle bağlantılı olarak konumlandırmaktan yana değilim. Amacım Anadolu’yu kategorize etmek değil, onu anlamak. Romanın içinde pek çok bakış açısı ve gözlem var. Bunları evrensel kavramlara ve sorunlara yer veren bir düzleme oturtabilmek güzel bence. Türk edebiyatı Anadolu geleneğiyle bağlantısı var mı yok mu, okur o açıdan bakmak isterse değerlendirmesini elbette yapar, ben o şekilde ele almıyorum.
Romana başlarken kafanızda beliren ilk düşünce neydi?
Tuzlu Yüz’de tuzun içine doğmuş, tuzu meslek edinmiş, tuzdan başka hayat bilmeyen insanların küresel ısınmanın yarattığı koşullarla, insan sömürü sisteminin ortaklaşa baskısı sonucu nasıl sıkışıp ezildiğini anlatmaya çalıştım. Gerçekte var olmayan, ama aynı zamanda “gerçekçi” bir köy çizdim aklımda.
Oradaki gözlem kendini hissettiriyor zaten.
Umarım tam dediğiniz gibidir. Köylüler zaten “zamane” köylüleri, internetleri, hatta sosyal medya hesapları var. Köyde mikroorganizmalar üzerine çalışan bilim insanı aklı ve bilimi temsil ediyor, aynı zamanda olay örgüsünde kendine yer ediniyor. Kahramanlarımızdan birinin kafasında konuşup duran ve sürekli “öldür” diyen seslerle başlıyor roman ve bu cinayet fikriyle beraber şekillenen, emeğin, sömürünün, aklın, bilimin, hurafenin, vicdanın iç içe geçtiği bir kurguya dönüşüyor.

TUZUN SİMGESEL AĞIRLIĞI
Köyde bilimi ve aklı hidrobiyolog Okan temsil ediyor. Oysa teknolojiyle iç içe olmalarına rağmen bilimin söylediğine pek kulak asmıyor köylüler.
Romanda cehalete özel bir vurgu yapmadım aslında. Köylüyü cahil olarak değil daha çok sıkışmış ve çaresiz olarak gördüm. Düştükleri durumun da sebepleri var romanda zaten.
Ama ya taşranın modern hayata dâhil olması?
Modernleşme konusuna gelince evet köyler artık eskisi gibi değil. Bunu gözlemleme şansım oldu. Köy ve şehrin sınırları artık eskisi kadar keskin değil. Ne şehirli eskisi kadar şehirli, ne de köylü şehirliden çok farklı. Teknolojiyle iç içe olmaları elbette bir şeyleri değiştirmeye yetmiyor ama dikkat ettiyseniz bir fark yaratıyor, romanın küçük de olsa bir umut kırpıntısıyla bitmesinin sebebi belki de o. Ama nasıl ki romandaki bilim insanının bile gücü küresel ısınmayı durdurmaya yetmiyorsa köylü de o cendereden nasıl kurtulacağını çözmekte doğal olarak bocalıyor.
Gelenek ve hurafeler de bir hayli etkili.
Hurafeyi de aslında aynı zamanda bir metafor olarak ele almak mümkün. Yaşlıların “tuz kirlendi” dediği lanet belki batıl inanç olmanın ötesinde aynı zamanda tuza -sahip oldukları değere- verilmesi gereken önemin altını çizen bir simge.
Evet bir yerde “İnsanoğlu tuz tüketmezse ölür” ifadesi de var. Buradaki ‘tuz’… Devridaim‘deki ‘su’…
Fikir tuzla beraber gelişti. Öyle bir madde ki hem emeği temsil ediyor, hem yaşamı… Aynı zamanda da tuz, romanın atmosferi. Göldeki tuz faaliyetleri, göz alıcı parlaklık, dışarıdan bakınca pembe renkli bir masal diyarı, içine girince yakıcı bir beyaz. Devridaim’deki su gibi hayati değeri olan bir kaynağı anlatıyorum ama su orada nesilleri birbirine bağlarken, tuz burada başlı başına bir karakter gibi yaşıyor.
MESLEK, GELENEK VE YENİ DÜZEN
Tuzlu Yüz, bir Anadolu dekorunda iyilik ile kötülüğün savaşını anlatıyor dersek eksik ya da amacını aşan bir ifade kullanmış olur muyuz?
İlk olarak aklımdan geçen aslında kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleği anlatma düşüncesiydi, hemen arkasından bunlardan birinin tuzculuk olduğunu fark ettim, yüzümü orta Anadolu’ya çevirdim. Bir yandan da bir öldürme eylemini anlatmak da vardı zihnimde. Biri cinayeti nasıl planlar, aklından ne geçer, nasıl karar verebilir diye. Zaten tuzun kendisi başlı başına bir hikaye, bir görsellik, bir kavram, bir metafor. Bir yandan doğal kaynaklar, bir yandan insan emeğinin yerini makinelerin almak üzere olduğu bir yer ve bunu kullanarak köylüyü sömüren bir düzen. Bunlar birleşince Tuzlu Yüz’ün de omurgası ortaya çıkmış oldu. Tuzlu Yüz’ü iyilikle kötülüğün savaşı olarak tanımlamak eksik kalabilir belki, çünkü bu romanda “iyilik” ya da “kötülük” mutlak değil; koşullara, çaresizliklere, vicdanın sınırlarına bağlı olarak değişiyor. Diğer romanlarımda da olduğu gibi karakterler sıkça vicdanlarıyla sınanıyor.
Okan bir yerde kendi kendine soruyor; yaşamın kaynağına sahip bu köy nasıl oluyor da kendi yaşamını sürdürmekte bu kadar zorlanıyor? Neden yavaş yavaş ölüyor? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Anadolu kelimesi hem coğrafi bir konum hem de bir kültür getirir aklımıza. Anadolu dediğimiz o zengin kaynak; toprağıyla, suyuyla, tuzuyla, madeniyle, kültürüyle bambaşka bir yer olabilirdi. Tuzun ilk nasıl bozulmaya başladığını bilmiyor ya Haydar romanda, aynı şekilde ben de bir şeylerin tam ne zaman bozulduğunu bilemiyorum ama şunu görüyorum: Anadolu her şeye yetermiş aslında. Romanda anlatılan kurmaca köy, sadece tuzu ve tuz işçisini ya da sadece Tuzlukarnı çaresizliğini ya da sadece Tuzlukarnı kadınlarını anlatmıyor elbette. Bu köyü bir örneklem olarak düşünebiliriz. Kendi kaynaklarını kendi eliyle kurutan insanın kısırdöngüsünü her yerde görebiliriz.
MERYEMLER’E ŞANS TANINMASI LAZIM
Meryem çok keskin çizilmiş ve şu soruları sorduruyor insana; bu ülkenin hayatında bir kadının onun hissiyatına, yaşama inadına – arzusuna – kendini gerçekleştirme çabasına sahip olması çok mu zor? Bu toplumda her şey kadının kaybedişi üzerine mi kurgulanmış?
Romanda üç karakterin bakış açısına yer verdim. Bunlar Haydar, Meryem ve Okan. Diğerlerinin düşüncelerine girmedim. Okan’ın konumu ve görüşleri, mesleği ve amacı itibariyle zaten belli. Haydar’ı da başta içindeki karanlık seslerle tanıdık. Meryem’i tanımaya başlamamız da aynı zamanda oldu. Meryem ana karakterlerden. Hep vardı. Zeki ama yeteneklerini kullanamayan bir kadın, dar bir çevreden, olanakları kısıtlı başka bir çevreye geçmiş evlenerek. Zaten güçlü ve köy koşullarına göre bilinçli bir kadın ama yapabilecekleri sınırlı. Şartlar onu kontrolü ele geçirmeye zorluyor, mecbur bırakıyor. O zaman da içindeki yaşam arzusu daha belirgin hale geliyor. Kadın sezgileri, kadın düşünce yapısı gerçekten farklıdır bana göre. Şans tanınması lazım. Kadın sezgilerinden yararlanmak, erkeğin de yararınadır. Çünkü kadının mutlak kaybedişi demek, herkesin topluca kaybetmesi demek, bütün toplumun çökmesi demek. Romandaki köy Tuzlukarnı bu konuda da bir örneklem. Meryem’e başta köstek olmaya çalışanlar -üstelik bunların içinde hemcinsleri de var- zaman içinde onun haklı olduğunu gördüler. Meryem kendi ailesini düşünerek çıktığı yolda diğerlerini de kurtarmaya gönüllü oldu.
HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ DEĞİL AMA…
Bu romanda hikâyeyi bir köye taşırken bu toplumun yeni kuşaklarının köye dair hissettiği yabancılığın romana olan ilgiyi azaltacağına dair bir kaygı hissettiniz mi?
Yeni kuşaklar için artık daha çok taşra çağrıştıran Anadolu ve köyler, gezip görmek, tatil yapmak için cazip olmayabilir. Ama eskiden de genç nesil için şehirler cazibe merkeziydi. Hiçbir şey eskisi gibi değil belki, ama yine de orada hâlâ canlı bir hafıza, bir üretim, bir sancı var. Modernleşme denilen şey insanı köklerinden uzaklaştırsa da, o kökler tamamen kopamaz. En basiti hepimiz tuz tüketiyoruz. Okurun ilgisi konusunda geldiğimizde, okurun beklentilerini tahmin edip ona göre roman yazmayı doğru bulmadığımdan bahsettiğiniz gibi bir kaygı taşımıyorum. Kaldı ki Tuzlu Yüz’ün yalnızca bir taşra romanı olmadığını, evrensel değerleri ve bakış açısını da yakalayabileceğini düşünüyorum. Okura da güveniyorum.
Tuzlu Yüz / Ezgi Tanergeç / İthaki Yayınları
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.


