AHMET BÜKE KİTAPLARI ÜZERİNE (2)
Merhaba yeniden,
Ekmek ve Zeytin’e bir tadımlık geri dönmeliyim. Dua isimli bölüm var. Öykünün başı Mehmet Kenan Akın (Hevsel’de bir çeşme yazısı) ile açılıyor.
“Şakaklarımda diz çökmüş bahar ve kablo kokusu- duvar soğuk. Tam altından geçen nehre uzandık, tüneldeyiz. Çok şükür gidiyoruz sonunda bu mahpustan…
Allah’ım isteklerimi sıralıyorum:
1)Benden aldığın aklı geri istemiyorum. Annem bana yumurta pişirirken yığıldı.
(Onu nasıl aldığını biliyorsun. Komutan tehditleriyle annemin avcuna bıraktı babamın kanı kurumuş parça parça tırnaklarını )
2)Hastaneye yeniden dönersem perdeleri yakarım.
3) Babamı o kadından kurtar lütfen.
…
Allah’ım, şimdi konuyu yeniden açıyorum, diyor sonunda aklı kıt Zahit:
1) O dağa giden babaları neden bir daha göremedik.
2)Annem seni neden kızdırdı da yumurtayı pişirmesine bile izin vermedin.
3) Babam nasıl bu kadar değişti?
4)Tırnakları yerine geldiği için mi başka bir kadını sevebiliyor.
Dünya çok kötü bir yer oldu. Ya bir umut ver ya da annemi babamı bu cehennem ülkeden kaçırayım.
Büyük ellerinden öperim.
Kulun ve hastan Zahit.”
Toplumsal olay ve olgulara bakan, açılmış, iri bir çift göz; sağlam bir yürek işte bu, çocuksu, mazlum dil ile birleşince inanılmaz etkili oluyor, seviyorum. Üstelik sadece insana da değil doğaya hayvana, börtü böceğe cümle mahlûkata kanat germek, sahip çıkmak hiç de kolay değil. Nasıl bir dünya istiyorsunuz?
Artık bizim için geç ama çocukların iyi eğitim aldığı, doyduğu, korunduğu ve umutla yaş aldıkları bir dünya olsun isterim.
Varıp, biraz da Varamayan’da soluklanalım: Deli İbram Divanı kadar olmasa da uzun bir hikâye Borlu’lu Ahmet. Yazma hikâyesini merak ettim?
Aslında Ahmet diye birisi var. Babamın aile büyüklerinden birisi. 1930’lu yıllarda askere gitmiş. Sonra bir türlü dönememiş. Hep ineceği durağı kaçırıyormuş trende. Artık yürüyerek dönmeye karar vermiş. Raylar boyunca yürümeye başlamış. Her durakta onu ikna etmeye çalışıyorlarmış acıdıkları için çünkü üstü başı parçalanmış yürümekten. Ama kabul etmiyormuş. Trene binersem anama varamam diyormuş. Sonunda bir demiryolcu Gördes’e telgraf çekmeyi akıl etmiş. “Burada bir hemşeriniz var adı Ahmet. Yollarda ölecek gelin alın,” diye. Bizimkiler gidip bulmuşlar. Öyle dönebilmiş anasına. Babam ne zaman dükkâna ya da eve geç gelsem “Saat kaç oğlum, sen de mi Varamayan Ahmet olacaksın başımıza,” diye gülerek bu hikâyeyi anlatırdı. Aşağı yukarı otuz yıl sonra oturup yazdım işte, birebir aynısı olmasa da özü böyleydi.
Öyküdeki gibi çok etkileyiciymiş. Peki, hayatın ritmi yazmanızı nasıl etkiler?
Etkilemiyor pek. Akacak kan varsa damarda durmuyor.
Ya yazma eylemi, sizde neye karşılık gelmekte?
Hikâye anlatma ihtiyacı. Hikâye anlatma ve dinlemenin bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani hem kültürel evrenimizde hem de daha mikro gündelik hayatımızda bir karşılığı var -ya da vardı… Galiba insan ölümlülüğünü fark ettiğinde bu duyguyla baş etmek için hikâyeler anlatmaya başladı. Mitler, efsaneler hatta dinler buradan doğmuş olmalı.
Gelelim kendisinden sıkça söz ettiren Deli İbram Divanı’na
Hikâye, üstünde mavi gök, altta boz deniz, arasında kızılca kıyamet olan İzmir Köstence’de geçmekte. Ve zaman olarak, Demokrat Parti dönemi ikliminin hâkim olduğu 1950’lilere gitmekteyiz. Dönemin ada yaşantısı, tarihi, siyaseti, İzmir’i, dalyancıları, yunus avcılığı, denizcilik, sömüren, sömürürken de önüne çıkan doğaya ve tüm canlılara zarar veren acımasız bir zihniyetle, bilen gören ama sesini çıkaramayan sömürülen insanlarına tanık oluyoruz. Gerek yakın tarih, gerek denizcilik, gerekse İnce Memed timsali başkaldıran yiğitleri tanıyoruz. Sizde nasıl başladı hikâye?
Bir adanın koyunda, tek başına yaşayan adamın hikâyesini anlatmıştı bir arkadaşım. Birkaç yıl aklımda dolaştı durdu. Sonra oturup yazmaya başladım. Romandaki ilk sayfaları yani askerde geçen kısmı yazdıktan sonra kafama dank etti yapmayı cüret ettiğim şey. Orada bırakıp deniz, denizcilik, denizcilik kültürü, tarihi ve hatta askeri denizcilik kuramı da olmak üzere okumaya başladım. Bu konu çok ilgimi çekti. Hiç bilmediğim bir derya duruyordu karşımda. Deniz sporlarıyla ilgilenmeye, özellikle açık deniz yelken yarışlarını izlemeye, denizcilerin neyi, nasıl ve neden yaptıklarını anlamaya çabaladım. Denizci ve balıkçı arkadaşlar edindim. Onlarla uzun mülakatlar yaptım, ses kayıtları yaptım. Teknelerine gittim. Seyirlerine katıldım. Hatta Denizcilik Müsteşarlığının her açtığı sınava girdim ve amatör denizci ehliyeti aldım. Bu arada deniz edebiyatını da olduğunca elden geçirmeye çalıştım. Tabii ben yaşamak için bir işte çalıştığım için bütün bunları daha çok kendime ayırdığım zamanlarda ve izin günlerinde yapmam gerekti. Bu nedenlerle hazırlık aşaması aşağı yukarı 1,5 yıl sürdü. Bunun yanında 1950’li yıllar İzmir’ini de çalıştım ve aynı şekilde iktisat tarihi üzerine okumalar yaptım. Destanlar ve halk hikâyeleri okudum. Bu işleri bir noktada kesip asıl işinize dönmezseniz sonsuza kadar sürebilir. Yani mükemmeliyetçilik bir yazar için çoğu zaman zararlıdır. Bütün eksik, gedik ve zaaflarımla oturup yazmaya başladım. Bir buçuk ay gibi bir zamanda romanı bitirdim.
Evet, 1,5 yıl çalışmış, bir ayda yazmışsınız. Bizde fazla akıllıya da deli denilir ya Deli İbram nasıl biri?
Sadece ona denmez; düzen dışı, verili sistemle kavgalı, uslanmayan insanlara da deli denir Ege’de. Biraz kül, biraz duman işte.
Böylesi bir ilgiyi bekliyor muydunuz?
Öykü kitaplarıma göre daha çok okunacağını tahmin ediyordum. Öngörüm doğrulandı.
Beni yerime adeta mıhlayan yunus avı sahnesi o kadar canlıydı ki sanki okumadım izledim. Sanki oradaydım, yaşadım. Nasıl bu kadar canlı yazabildiniz? Üstelik denizcilik üzerine pek fazla bir metin de yok sanırım edebiyatımızda. Bu kadar bilgi ve ilginiz nereden geliyor?
Çok çalışarak. Yazarlık, sanattan çok zanaatkârlığa yakındır. Çok çalışırız. Sadece okumak da yetmez; izleriz, dinleriz, gözlemleriz, anlamaya ve hissetmeye çalışırız. Birçok disiplinden yararlanırız. Denizci gibi hissetmek için aylarca deniz sporlarını yakından izledim örneğin. Daha ideali denizcilik yapmaktı ama onun için ne zamanım ne de imkânım vardı. Ancak bu kadar yapabildim.
“Dalyancılar zeytinle denizle yunusla ve toprakla dostturlar ve kıymet bilirler. Dalyandan gelirler bahçedeki zeytine koşarlar. Dalyanlar kuşaktan kuşağa aktarılır yeri değişmez. Dalyan işletmesi imece usulü yapılır, geliri öksüz ve yetimlerin düğününde, ölümünde kullanılır”.
Aslından bu daha çok maddi dünyanın ve koşulların böyle bir kültürü şekillendirmesiyle mümkün olmuş. İnsan su gibi cazibesi olan yerden akar yani en uygun ve kolay olanı yapmaya çalışır. Dalyan balıkçılığına uygun iklim, deniz ve topoğrafik koşullar var. Eğer tersi olsaydı deniz yoluyla açılıp, başka işlere yönelirlerdi.
Eh, bu topraklardan Börklüceler, Bedrettinler geçti dedim içimden. İmece en güzel adetlerimizden biridir dedim ve düşündüm üstüne. “Yarin yanağından gayrısı ortaktır” diyenler imeceyi en eski geleneklerden biri yapan atalarımız sosyal adalete hiç de uzak değillerdi değil mi?
Coğrafyamızın mücadele ve aydınlanma geleneği çok derin ve köklü. Bugüne özgü yöntemlerle, akıl ve çok çalışmayla başarılı olunur.
Adil balık avı nedir?
Av ve avcının koşulları görece eşittir. Balık ancak o bölgeden geçerse onun için de dişli balık onu tam o bölgeye yakın açıkta basarsa ve de taşçı onları fark ederse, taşı doğru yere atarsa, ağcılar tam doğru zamanda halatlara asılırlarsa ve kapandaki balık ağın dışına sıçramazsa av oluyor. Yani bir sürü koşulu var. O nedenle dalyancılar “Biz balık avlamayız, beni artık al diyen balığı alırız” derler.
Yunus ve balinalarla ilgili ciddi katliam yapılmış, biraz bu dönemi dinlesek sizden.
Balina, ticari olarak birkaç yüzyıl avlanmış. Balina yağı kıymetli bir ham madde. Aydınlatmada, kimya ve ilaç sanayiinde kullanılıyor; hatta kemikleri bile değerli, tekstil sanayiine gidiyor. Dolayısıyla okyanuslardaki av havzaları uğruna donanmaların savaşa gireceği kadar kârlı bölgeler. Akdeniz gibi daha iç deniz havzalarında ise balina popülasyonu endüstriyel av yapacak kadar yok ama onun muadili memeli olan yunus var bol miktarda. Dolayısıyla bütün Akdeniz ve Karadeniz’de ekolojik dengeyi sarsacak kadar yunus avı yapılmış. Elbette bizim sularımızda da yasaklanan 1980’lerin başına kadar yunus avı var.
“Ulan ırzı kırık Köstence, eğer maçan sıkarsa, siyaset olma sırası sende.” Kitabın muhteşem final cümlesinin ilk önce çağrıştırdığı, İnce Memed idi. Ancak Deli İbram Divanı’nı Yaşar Kemal’in İnce Memed’inden ayıran felsefesiydi. Mesele “Dirilip dirilip gelmek” de değildi, tek başına İnce Memed olmak da… Mesele; akılla siyasetle boşa savaşmadan, ölmeden, öldürmeden ama hesapları doğru yaparak, örgütleşerek haklarına sahip çıkmaktı.
Öyle ya Osman ya da Deli İbram tek başına ne yapabilirdi ki bu başıbozuk düzene. Adalı kendi kaderine sahip çıkmalı tek tek bireylere dayamamalıydı sırtını. Bir kurtarıcı beklemek yerine herkesin elini taşın altına sokması, siyasileşmesiydi doğru ve kalıcı olan.
Deli İbram’ın Osman’ a verdiği öğütlerdi mesele “Boşa kan dökme çok anlamsız bir şey. Ama hesaplaşmadan harp yapmadan da bir hayat mümkün değil. Ölmeyi marifet sanma birinci vazifen yaşamak. Eğer azsan, zayıfsan tutunacağın ilk dal hayat öyle boşa kahramanlık kendine zarar akıl lazım zafer için azsan çok olmaya bakacak zayıfsan hile düşüneceksin. Hile zayıfın dostudur. Marifet hep hür olabilmekte.”
Doğrusu bu ayrım en can alıcı yerdi… Çünkü çok öldük biz, yeterinden fazla öldük değil mi?
Romanın en çok tartışılan ve kimi okuru da mutsuz kılan yeri finaliydi. Bu anlatı hesaplaşma ve zafer için bir intikamla değil bir imkânla bitiyor ya da bitmiyor ve devam ediyor aslında. O da siyaset olma imkânı. Bu imkân var ve akılla, inatla, cüretle, birikerek denenirse, imkândan ihtimale dönebilir. Esasen bütün romanı finali için yazdım diyebilirim.
Müthiş!
Senarist olarak da bazı filmlerde imzanız var. Özcan Alper ile Rüzgarın Hatıraları, Emre Yeksan ile Körfez’de birlikte çalıştınız. Senaristlik nasıldı, sevdiniz mi?
Şu dünyada daha sıkıcı bir iş görmedim diyebilirim. Hiç bana göre gibi gelmedi.
Metinleriniz özellikle -Deli İbram Divanı- sinemaya yakışmaz mı sizce? İster misiniz?
Bu yapım maliyetleriyle imkânsız gibi bir şey galiba.
Çocuk kitaplarınız da var. Sorumluluğu yüksek ve riskli bir alan aslında değil mi?
Öyle ama yazarlık her metinde yeniden kazanılan bir meydan okumadır. Deneyip başardığınız geçmiş üzerine yatıp uyuyamazsınız. Bazen alan dışına çıkarak da bunu denemek istersiniz.
Çocuk ve genç okurlarınızdan da çokça ilgi görüyorsunuz. Ciddi okuyorlar, okuduklarının karikatürlerini çiziyorlar, okullara davet ediyorlar.
Evet, yetişkin kitaplarımdan daha çok okunmuştur. Ama epey zor bir alan ve yaşım ilerliyor. Yeni kuşaklar benim yazdıklarıma ilgi gösterecek mi emin değilim.
Size hazırlanırken Kemal Varol’ un derlediği Memleket Garları’nda sizi görünce hem şaşırdım hem heyecanlandım. Var mı böyle bilmediğim başka ortak işler?
Birkaç iş daha olması gerek benzer şekilde.
Okumaya ne kadar vakit ayırırsınız?
Kendimi bildim bileli yaşamak için çalışıyorum. Aslında okumak ve yazmak için günde ortalama iki saatten fazla zamanım olmuyor. Bunu değiştiremeyeceğimi anladıktan sonra bu koşullara uyum sağladım. Ne kadarsa onunla yürümeyi öğrendim. Bir şikâyetim yok.
İlk okuduğunuz kitap ve yaşamınızda açtığı yer?
Yedi yaşında, Dede Korkut öyküleriydi sanırım. Ama hafızam beni yanıltıyor da olabilir.
Etkilendiğiniz yazarlar?
Çok fazla var. Saymakla bitmez. Edebiyat uçsuz bucaksız bir deniz ve aslında yazmamızı anlamsız kılacak kadar da iyi örnek var.
Ve belimizi büken kitap fiyatları? Ben elime kitabı almadan okuyamam daha doğrusu anlayamam.
Kitaplar çok pahalı değil de biz çok fakiriz artık. Ama okumak isteyince bir şekilde ulaşıyor insan. Hâlâ kitap paylaşmak yaygın bir dayanışma şekli bizde.
“Hayatta en kolay yaptığım iş öykü yazmak”, “Düş görür gibi yazıyorum” demişsiniz yine. Hikâye nasıl içinize siner, nerde yazarsınız?
Kendime ait bir yazı odam, mekânım yok. Her yerde okumaya ve yazmaya alıştım. Çok gürültü patırtı olursa kulaklıkla müzik dinleyerek de okuyup, yazabiliyorum. İyi bir hikâyenin tanımını bilmiyorum ama hissederim olup olmadığını. Olmayan olandan daha çok olur hep zaten.
Biz sizi daha çok öykücü olarak tanımaktayız. Türe nasıl karar verirsiniz?
Aslında hikâye yazarıyım ben. Kimi zaman daha kısa, kimi zaman da daha uzun anlatıyorum hikâyeleri.
Yeni bir hikâye kokusu alıyorum. Sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla bu ara kurtuluş savaşı, unuttuğumuz kahramanları, muharebe, savaş alanları okuyorsunuz. Merakla bekliyorum çalıştığınızı görüyorum, yanılmıyorum umarım.
Merak ettiğim bir iki konu var. Okuyorum bol bol. Zaman zaman belli konulara sararım böyle. En sevdiğim şey bilmediğim bir meseleyi anlamaya çalışmak.
Son sorumda bizi sıkan, kederlere sokan, kaygı kuyusuna iten gerçeklere dönersek, ülke ve dünya olarak çok ağır zamanlardan geçiyoruz. Pandemi, deprem bir yandan, yoksulluk ve yönetim şekilleri öte yandan. BUnun sizlere, bizlere topluma yansımaları nasıl oldu, oluyor, olacak? Buradan çıkış yolu var mı? İnsana, dünyaya ülkeye dair umudunuz var mı?
Çocukluğumdan beri beklentilerim hep en düşükte yaşamayı öğrendim. İnsan malzemesini aşağı yukarı biliyorum. O kadar çok insan tanıdım, onları dinledim ve gözlemledim ki, ayrıca on yaşından beri de iyi okurum. Yani okuyarak da insanın macerasını anlamaya çalıştım. Bu malzemeyle şu anda insanın yaşadığı ortalama hayat kalitesi bile mucize. Kendi türümüzü yeryüzünden birkaç kez silmemiş olmamız bile inanılmaz. Daha iyi bir dünya ve yaşam ihtimali var. Bunun peşine düşmeye değer. Ama kolay ve çabuk olmayacağını biliyorum. Anlamlı ufak bir değişim bile kuşaklar alır.
Teşekkürler ederim sevgili Büke sizi ve kitaplarınızı tanımak keyifliydi.
Ben de çok teşekkür ederim.
Söyleşinin birinci bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.