Hülya
Hülya Duman

Ahmet Büke ile Kitapları Üzerine

Behçet Necatigil, “kendisini belki göremediğimiz ama kokusunu duyduğumuz için ilerlemeyi göze aldığımız şifalı bitkilerdir,” diye tanımlar okuyucuyu ve devam eder: “Keçiyi yardan uçuran da bir tutam ottur”*

Necatigil’in bu eşsiz tanımı az bekleyedursun Ege’nin; Gördes ve İzmir’in gururu, kendine has, bol ödüllü, velut yazarı Ahmet Büke’yle söyleşeceğiz.
Merhaba sevgili Büke,
1970, Manisa Gördes doğumlusunuz. İlk ve ortaöğrenim Gördes. Sonra İzmir Atatürk Lisesi’nin ardından, bir süre ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’ne devam ettiyseniz de karşılıklı yakıştığınızı düşündüğüm İzmir’e dönerek, Dokuz Eylül İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde, İktisat Bölümünü bitirdiniz. 2002’de yazmaya başladınız, 2008’de Alnı Mavide ile Oğuz Atay Öykü, 2011’de Kumrunun Gördüğü ile Sait Faik Hikâye ve Deli İbram Divanı’yla da  Vedat Türkali Roman ödülünü aldınız.
İsminizi bilsem de metinlerinize yolculuğum son ve ünü diyarlar aşan Deli İbram Divanı ile başladı. Size gecikme sebebim daha çok roman okuyucusu olmamdan kaynaklı. Roman okurken o geniş hikâyenin içinde hapsolmayı, kahramanları ile hemhal olmayı, dinlemeyi, garabet gelse de kulağa; kendi dünyamdan bambaşka dünyalara gitmeyi, mekanlarda bir süre dolaşmayı seviyorum. Romanın bana sunduğu bu konforlu hizmet, öyküye sınırlı mesafemin gerekçesidir.
Hal böyle iken de geciktiğim kıymetli yazarlar olabiliyor, sizin gibi.
Deli İbram Divanı’nı okuduğumda tek kelimeyle vuruldum. Evren var oldukça bir yerlerde İnce Memedlerin olma ihtimali ferahlatıcıydı. Dünyanın bütün Yunuslarının sesi doldu içime, ürperdim. Sonra gidip, tüm öykü kitaplarınızı aldım ve tabi ki de her seferinde soluğum kesilerek okudum. Deli İbram Divanı bu sıralar çok konuşuldu ona da geleceğiz ama tüm kitaplarınızın üzerinden geçelim istiyorum. Yolumuz uzun, sizi yoracağım.
Devam ettiğiniz okullara bakıyorum da edebiyatla pek ilintili değiller, mühendisliği pek sevmediniz sanırım. İktisat okumak nasıl etkiledi edebiyatınızı?
Evet, mühendisliği sevemedim. Evreni sayılarla öğrenebiliriz ama anlamamız için daha başka şeylere ihtiyacımız var. İktisat tam anlamıyla bunu karşılıyor gibi geldi bana. Mikro ve matematiksel iktisat, bol istatistik dersleri ile sayısal tarafı öğreniyorsunuz ama hukuktan sosyolojiye ve hatta iktisat tarihine kadar büyük ve derinlikli bir deryaya da açılıyorsunuz. Aklım, yeteneğim yetseydi ve çalışarak hayatımı kazanmak için hızlı davranmak zorunda kalmasaydım iktisat tarihçisi olmak isterdim kesinlikle. Dünyanın en zevkli alanlarından biri ve benim edebiyatımı da derinden etkilemiştir. Çünkü aslında anlattığımız sınıf çatışmasının başka başka yüzleri ve kökleri hep iktisat tarihinde yatıyor.
Anne, baba, dede, nine komşu, mahalle, her öyküde var. Aile sizin için çok önemli bir yerde. Nasıl bir yerde büyüdü Ahmet Büke? Mekanın, büyüdüğünüz yerin, edebiyatınıza katkıları nasıl oldu? Edebiyatın kokusu nasıl bulaştı üstünüze?
Ege taşrasında ve 1970’li yıllarda büyüdüm. 1950’lerde başlayan kırdan kente akışın devam ettiği ama henüz taşranın tam anlamıyla çözülmediği dolayısıyla kendi renkleri, insan çeşitliliği ve kültürü ile yaşadığı; ayrıca yine kendine özgü kapalı kutu özelliğinin devam ettiği zamanlardı. Henüz dijital devrim de koşturarak bize çarpmadığı için insanlar yüz yüze bakarak yaşıyorlardı. Dolayısıyla insan hikâyesiyle vardı ve insan hikâyeleri hâlâ etkileyiciydi. Bütün bunlara ek olarak, hikâye ve masal anlatıcılığının aile mesleği olduğu bir evde büyüdüm. Anlatıcılığın ilk kuralı da çok iyi dinlemektir. Bana evde ilk bunu öğretmişlerdi. Sadece insanları değil yükünü taşıyan karıncanın çıkardığı sesi, Hıdırellez sabahı nanelerin büyüme sesini, ağacı, kuşu, taşı dinle…
Bizim insanımız okumaya üşenir ama hikâye dinlemeye hiç üşenmez. Hatta bitimsiz meraka sahiptir. Hikâyeler, anlatana da dinleyene de iyi gelir. Yaralar sarılır, geçmiş hesaplar temize çekilir, gelecek kurulur, akıl alınır, akıl verilir. Hikâyelerle dertleşir, birbirimize tutunuruz. İzmir, Kemeraltı’nın arka sokaklarında haftanın belirli günleri, insanları toplayıp hikâyeler anlatan biri varmış hala. Meraklandım.
Buraya geliş sebebim: Bir söyleşinizde yazarlığınız ile ilgili tespitleri “ben hikâye anlatıcısıyım” diyerek karşılıyorsunuz. Biraz açabilir miyiz?
Edebiyatın hikâye anlatma ihtiyacından doğduğunu düşünüyorum. İnsan anlatmaya ve dinlemeye ihtiyaç duydu. Muhtemelen ölümlü olduğumuzu keşfettiğimiz anda bu zorluk ve gereksiz ayrıntılarla dolu, sıkıcı ve sonlu hayatımıza katlanmak ve ne olursa olsun devam etmek için hikâyelere sarıldık. Mitolojiler ve dinler gibi büyük anlatılar yanında sıradan insanların hikâyelerini de anlatmaya, dinlemeye, okumaya başladık… Dolayısıyla bugün bile edebiyattan hikâyeyi çıkarırsak geriye anlamsız bir boşluk kalır gibi geliyor bana.
 Ayrıca hikâye ve masal anlatılan bir evde büyüdüm. Çocukluğumda masal ve hikâyeler sadece çocuklara anlatılmazdı. Hayatın bir parçası olarak gündelik yaşantımızı da şekillendirirdi. Benim aile büyüklerim de böyle iyi anlatıcılardı. Onlardan sözlü bir kurmaca nasıl ustaca yapılırı öğrendim.
İyi dinleyen iyi de anlatıyor galiba. Özelinizde de az konuşan, daha çok dinleyensiniz sanırım.
Evet dinlemeyi konuşmaktan ve kendimi anlatmaktan daha çok severim.
Neden az kitap okuyan milletiz? Edebiyat neden hayatımızın içine giremiyor, nerede takılı kalıyor?
Toplumsal olguların kolay ve kesin yanıtları yok. Muhtemelen birçok etkenin bir sonucu ve içinde tarihselliği de barındırıyor. Ama en kestirmesini söyleyeyim: İnsanlar artık kitap okumanın onlara bir fayda sağlayacağını düşünmüyor. Yani bilgiye erişim, iyi bir eğitim, saygınlık, toplumsal statü ve başarı için okurluğa ihtiyaç duyulmuyor. Ayrıca okurluk bütün bunların dışında bir hazdır da. Yani sadece sizi mutlu ettiği için de okursunuz. İşte arzu nesneleri değişiyor artık insanların. Sesli kitap gibi uygulamaların sağladığı kolaylık ve esneklikle giderek de azalacaktır bildiğimiz okurluk. Ayrıca tüm dünyada hammadde fiyatları artıyor ve bu geriye dönmeyecek. Yani kitaplar giderek daha pahalı olacak. Yani “baş ağrısı” bahane işte…
Sayenizde öykü okumayı sevdim. İlk okuduğum öykü kitabınız; İzmir Postasının Adamları idi. İlk öykünüz; Kara Erik Yazı da abartısız yumruk yemiş gibi oldum. Hani Cortazar “Roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir” der ya. Evet, yere serildim; ensest vakası ancak bu kadar çarpıcı anlatılırdı. Sonra diğer öyküler ve diğer kitaplarınız geldi. Çoğunda boğazıma tıkanan yumru ile kitabın kapağını kapatıp, nefes alıp, yeniden döndüm. Sanki bildiğimiz, yaşadığımız duyduğumuz toplumsal kederleri, olayları unutturmamak hafızalarımıza kazımak için oturmuşsunuz yazının başına?
Sadece sağlam, anlatılmamış, anlatılmaya değer bir hikâye bulmaya ve onu iyi anlatmaya çalışıyorum.
Her öyküde müthiş gözlem yeteneğinizin yanında, dupduru anlatımınız, duyarlı oluşunuz, sağlam duruşunuzla, karşıladınız beni. Ve şükran duydum aynı göğün altında nefes alışımıza.
Sosyal medyada da görüyorum anneye gidişler, anne yemekleri, siniler, anneyle kışlık hazırlamalar, biber dizmeler, zeytin toplamalar, tanınan bir yazar olsanız da siz hep aynı naiflikte, doğal, bizden bir kişisiniz. Nasıl böyle kalabildiniz?
Yaşamım boyunca fikren ve fiilen çok değişmişimdir. Yani yaş aldıkça hiçbirimiz aynı kalmayız kalamayız aslında. Ama nasıl yaşarsak öyle düşünürüz ve nasıl düşünürsek de öyle yazarız. Bu değişmez bir kuraldır.
Ötekiler, mazlûmlar, ezilenler, hırpalanan, istismar edilen çocuk işçiler, çocuk mahkumlar, açlık grevleri, tecavüze uğrayan kadınlar, askerlik travmaları, işkenceler, yürüyüşlerde ölenler, hırpalananlar derken derdiniz çok.
“Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar” deseniz de kabukları kaldırmaya gücü olan bir yazarsınız.
Ölüm yaşayana zor, bunun için var unutmak! Sizse geliştirdiğimiz savunma mekanizmamızı, hafızamıza çelme takarak kırıyor, tarihe de not düşmüş oluyorsunuz!
Olabilir, evet. Çok fazla bu konuları düşünerek yazmıyorum. Anlatmak istediğim hikâyeler var sadece.
Fena sürprizleriniz var misal. Başını anlayamadığım dönüp dönüp yeniden okuduğum, “bugün dikkatim mi dağınık” dediğim anda öykünün sonunda gözüme ilişen “Wernicke-korsakoff” (uzun açlık grevlerinde beliren tablo) ile mıhlandığım “Sarı rüya Defteri” (2)
Korsakoff ile ilgili bu kadar tıbbi bilgi şaşırttı beni! Yardım aldınız mı?
Bu konuda makaleler okudum, bir de gözlem yaptım elimden geldiğince.
Yine Pazartesi ile başlayan öykünüz; Mahur Beste. Pazartesi “ah annem!” diye başlayan öykünün cumartesi biteceğini kestirebiliyorum. Okudukça tanıyorum sizi Mazlumun, ezilenin, ötekinin yanında olduğunuzu. Öykülerinizin kara olduğunu biliyorum.
Üstelik bu kara düzeni, acı öyküleri hırçınlaşmadan, çirkinleşmeden, ırkçı sloganlar atmadan ama içimizi kanırtarak yapıyorsunuz. Ha bu arada kullandığınız dil çocuksu olan hani; bizi bazı yerlerde onulmaz acıdan çekip, alıyor, acıda da bırakmıyor. Hem kanatıp, hem de aynı yeri sarmayı biliyorsunuz. Acıyı katlanır kılan dokunuşlarınız var. Yüklük’de nefes alamazken Her Şeyin Teorisi öykünüzü çok yaratıcı buldum ve pek güldüm örneğin.
Sorarım size okurken bizi yakan bu öyküleri siz nasıl yazdınız, kalbiniz nasıl dayandı?
Diz kırıp oturdum ve yazdım. Yazarlık, yazma süreci ve yazarlar fazla romantize ediliyor. Hâlbuki bizler de sıkı çalışan zanaatkârlar gibi ter ve emekle, çok çalışarak üretiriz. Çok fiyakalı bir süreç değildir. Çoğu zaman sıkıcı ve zorludur.
Dikkatimi çeken başka bir ayrıntı da her kitaba bir şiir ile başlamanız oldu. Şiir kitabınız yok. Ama şiir tadında çok sevdiğim cümleleriniz var ben de bunlara minik şiirler adını verdim. Bakınız:
“Akşam topal ayağıyla iniyor üstümüze” (4)
“Babalar ölünce oğullar yeniden doğarmış”. (2)
“İnsanın babası varsa ölümü de var (1)
 “Ay dinler mi çocuk lafını, dinlemez” (2)
“Bulutlar kadar üzgünüm annem gitti çünkü”(4)
“Hayat kenarlarından eskir” (4)
“Ayağı Çap Bir Attı Zaman” (10)
“Papaz eriğinin dalları yere doğru dalgınlaşmıştı”(5)
“Küstü. Gözbebekleri Karşıyaka iskelesine kadar uzaklaştı” (5)
“Kar başladı sesleri ve ışığı havaya çivilemişler sanki. Bu ne yalnız zaman böyle”(5)
“Kış olunca gecenin dişleri çıkıyor” (2)
“Yağmur ondan bundan konuştu. Fısır fısır hurma ağaçlarına dertlendi . olgun tohumlarını ıslayıp düşürdü. Kumruların gagalarını doldurdu, üzüm gözlerinden öptü” (2)
Bunca güzelim cümle bir şiir kitabı da hak ediyor aslında. Ne dersiniz?
Her Türk genci gibi ben de şiir yazdım. Ama bunların çok kötü olduğunu anlayacak kadar şiir görgüm vardı demek ki. Hemen vazgeçtim sonra.
Duyarlı olmanızın yanında bir de ahde vefanız var ki neredeyse tüm kitaplarınızın ilk sayfası özel birilerine ithaf edilmiş. İkinci sayfadaysa ona uygun uladığınız, özenle seçilmiş dizeler yer alıyor.
Sözgelimi: İlk sayfa “Dicle Koğacıoğlu’nun anısına” (“çok acı var dayanamıyorum” diye kendisini köprüden atan, akademisyen) ikinci sayfaya Nilgün Marmara’nın
Ey, iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!”(2)
“Neşe Ozan’ın güzel hatırasına” ve ardından gelen Faruk Nafız Çamlıbel’in içli dizeleri
Saksıda incilendi yapraklar senin için
Söylendi gelmez diye uzaklar senin için”(7)
“Bize ekmeği ve zeytini öğreten anneme”(4)
İş Cinayetlerinde Kaybettiklerimize”(6)
“Adanalı Çocuk İşçi Ahmet’e”(3) bunlardan bazıları.
Öyküye ilişkilendirdiğiniz atıflara duyarlı bir  okurum.  Hassasiyetinizi merak ettim?
Çok hızlı akıyor hayat, elimizden bir şey gelmiyor, kaybettiklerimizi hatırlamıyoruz, anıları yaşasın istedim. Ölmek değil hatırlanmamak!
Alnı Mavide’de babanızın kaybı ve kederinize çarpıyoruz. ” Babama” atfınızın ardından kederimize galebe çalan cümle: “Aşılamaz acı yoktur”(Cioran) Babanız…!
 Babam ortaokul mezunu bir manifaturacıydı çarşıda. Ama Cumhuriyet’in ilk kuşaklarının temel özelliklerini taşırdı. İnatçı, inanmış, çalışkan ve kültürlü… Evde ve dükkânda güzel bir kitaplığı vardı. Ben Türk ve dünya klasiklerinin bir kısmını babamın kitaplığında bulup, okudum küçük yaşlarda.
Yüklük’ün Bakiye isimli bölümü hiç bitmesin istedim. Gidenleri karşılayıp, (Vüs’at Bener, Sait Faik, Andrey Platonov, Dan Fante, Sevgi Soysal) onlarla öykü, yazın üzerine sohbet etmiş, saygı duruşunda bulunmuşsunuz.
Biliyor musunuz bazen özellikle okurken, yazarken çok etkilendiysem yazarlarla konuştuğum oluyor. Okurken gülümsedim acaba dedim konuştuğunuz yukardaki isimlerle ilgili bölüm böyle mi oluştu?
Evet, bunlar sevdiğim insanlardı. Ama hiç göremeyeceğim de insanlar. Onlarla karşılıklı sohbet etmek nasıl olurdu diye hayal ettim.
Modern edebiyatta nicedir köyler, mahalleler, sokak araları yok. Sanki edebiyatta da kırsaldan göç oldu metropollere. Bireyin varoluşsal kaygıları, yalnızlığı kentli yaşamın sıkıntıları, gürültüsü, şatafatı, şehirde sıyıran, kaybolan insanlar yarattı. Kargalar bile martılara bıraktı sesini…
O büyük, eski toplumsal hikâyelerimiz nerede kaldı? Bize ne oldu? Deli İbram Divanı’yla hissettik ki biz toplumcu romanları/ hikâyeleri çok özlemişiz.
Sizce bireysel hikayeden toplumsal hikâyeye geriye dönüş mü var?
Hayatımıza yeniden büyük anlatıların, edebiyata da gerçek hikayelerin döneceğine inanıyorum. Bunun sessiz sedasız işaretleri de var bana kalırsa.
Siz bizi öyle lüks konaklar, arabalar da değil, ara sokaklarda, arka sokaklarda dolaştırıyorsunuz. Evlere giriyoruz ayakkabı ile değil, terlik isteyerek! Kahramanlarınız ezik, hırpalanmış, özürlü, aklı kıt, topal, kör, hayatın tekme tokat çarptığı, bir köşeye fırlattığı şiveli konuşan insanlar. Aslında buradan bakılınca risk aldığınız düşünülebilir. Risk mi aldınız bile isteye, yoksa içinizden gelen bu muydu?
Yazmak belki de başlı başına risk almak demek. Başladığınız bir metni bitiremeyebilirsiniz veya bitirdiğinizde içinize sinmeyebilir veya tam istediğiniz gibi olmuştur ama hiç beğenilmez ve belki de gerçekten kötü olmuştur. Ya da nefis metinler üretirsiniz ama bir türlü okura ulaşmayabilir. Bütünü; bunların zaman ve duygusal maliyetleri vardır. Bu nedenle hiç yazmayan (ya da yazdığını okutmayan) insanlara bile rastladım.
Bu bireysel vicdan ve ahde vefa sadece insana değil doğaya, hayvana cümle mahlukata karşı da hep var. Ne güzel bir insansınız siz ve ne güzel bir evde büyümüşsünüz. Gidenlere hürmetle…
Merak etme evlat, ateş ona yakın olana dokunmaz”(3)
“Bir adamın duruşuna değil, bakışlarına inanın ( 4)
 “Akıllı serçe boş kırlangıç yuvasını kaparmış”(11)
“Bin tane cevabın olacağına bir tane sırrın olsun” (5)
“İki şey bizi hayatta tutar: Tokluk ve kararında hararet”(8)
“Her evin bacasında başka duman tüter kumrunun gördüğü”(2)
“Evladım sakın siyasete girme, sen siyaset ol”(11)
“Nenem derdi ki: kötülerin karasıdır bizim değil” (2) Bu cümleye sarılır rahatlar insan.
Yukardaki Necatigil tanımı için ne dersiniz? Okuyucunuzla ilişkiniz nasıl? Okuyucularınızı merak eder misiniz mesela?
Çok fazla yazan çizen arkadaşım olmadı ama daha çok okur arkadaşlarım oldu.
Onların önemli bir kısmı da edebiyatı ve kitapları benden daha iyi bilen, kavrayan insanlardı. Onlardan çok şey öğrendim ve öğreniyorum.
Ege’nin tütüncülüğü, balığı zeytini boyozu, gevreği, lokması, balığı, ot kavurması, bamyası, çocukluğumuzun görüntüleri; Tarişi, inciri, Mithatpaşası, Hisar Camisi, Körfezi, Eşrefpaşa Hamamı, Asansörü, Karataşı, Havra Sokağı, Susuzdedesi, İkiçeşmeliği…. Hele hele bizim kuşaktan herkesin bildiği, hepimizin çocukluğunun sevgilisi, illa görmeye gittiği; fuardaki Bahadırımızı (fil) hatırlatmanıza çocuk gibi sevindim.
 İzmir’i kucaklayışınız ve resmedişinizden (gavur İzmirliliğim tuttu) ayrıca gönendim.
Gerçekte siz nasıl buluyorsunuz İzmir yazınını, yazarını?
Ege ve İzmir büyük bir hazinedir aslında. Ama çoğu zaman deniz içinde denizden habersiz balığa benzer. Kendinin farkında değildir. Onu anlatanları da çok bilmez, ilgilenmez. Biraz karşılıksız aşk gibidir bizim ilişkimiz. İzmir dışında daha çok okurum var örneğin. Yani siz İzmir’i çok seviyorsunuz diye İzmir’in de sizi sevmesi gerekmez. Böyle olduğu için de güzeldir buralar.
İnsan Kendine De İyi Gelir ile Gizli Sevenler Cemiyetinde’ki Vita Cumhuriyeti, Kızıllardan Arap Hatçam Teyze, Bakkal Nihat, Berber Kazım, dede, nine müthişti. Masum, çocuksu, yarı gerçek, yarı masalsı anlatımla yani büyülü gerçekçilik esintileriyle keyifle okuduğum iki kitap.
Büyülü gerçekçilik sevdiğim bir edebiyat türü ama onun üzerine temellendirmek istemem arada kalemim gitse de sonuçta toplumcu gerçekçiyim…
 “İnsanı böyle borçlu bırakacak kadar sevmek iyilik değil”( 6)
 İnsanı böyle borçlu bırakacak hikayeler yazmak iyilik değil sevgili Büke, diyerek birinci bölümü bitirelim.

 

*Gökhan REYHANOĞULLARI/BEHÇET NECATİGİL’İN POETİKASI ÜZERİNE/ Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic

Volume 8/1 Winter 2013, p.2189-2203, ANKARA-TURKEY

Yüklük(1)

Kumrunun Gördüğü(2)

İzmir Postasının Adamları(3)

Ekmek ve Zeytin(4)

Çiğdem Külahı(5)

Cazibe İstasyonu(6)

İnsan Kendine de İyi Gelir(7)

Gizli Sevenler Cemiyeti(8)

Alnı Mavide (9)

Varamayan(10)

Deli İbram Divanı(11)

 

 

 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir