Kahverengi koltuğuma hafifçe uzandım, bilgisayarım dizlerimde. Yanımda filtre kahvem, başucumda sigaram… Ne zamandır zihnimde dolaşıp duran şu öyküyü yazmalıyım artık. Nasıldı hikâye?
Eskidendi, çok eskiden…
Çok uzaklarda genç bir kadın vardı, tam yedi yıl bebek bekleyen. Düğününden birkaç ay sonra feri sönmüş gözlerini karnına dikerek kulağına fısıldamış yaşlı teyzeler, “Tekne boş mu gelin, dolu mu? Çok bekletmeye gelmez.” Gelinin mahcup bakışlarından sonra eklemişler, “Dur, acele etme! Olur da, bıkarsın yan yana sıralanıverince bebeler. Tez vakitte muradına eresin.” Haftalar, aylar geçmiş, gelmemiş beklenen. Yaşlı teyzelerin şefkatli dilleri çok geçmeden çatallanmış, kapkara ağularını damla damla akıtmışlar; kusur oğlanda mıymış, gelin mi kısırmış? Ya da gelini istememiş mi oğlan, gönlü başkasında mıymış?
Yakın köylerdeki hocalara, uzak kasabalardaki hekimlere götürülmüş gelin. Adaklar adanmış, yakılar yakılmış, tepedeki kuru ağacın çıplak dallarına çaputlar bağlanmış. İçine tavuk pisliği atılmış sıcak su dolu leğenlere oturtulduğu kara gecelerin ve ebegümeciyle ısırgan otunun bala katılarak yedirildiği uzun günlerin sonunda gebe olduğunu öğrenmiş kadın. Sevinçten günlerce ağlayıp köy meydanında avuç avuç şeker dağıtmış. El kadar zıbınlar, rengârenk tulumlar almış hemen. Bembeyaz yelekler, sapsarı patikler örmüş. Tülbentlik kumaştan kestiği minicik mendillerin kenarlarını iğne oyalarıyla bezemiş. Sobanın arkasına mavi boncuklu bir beşik, beşiğin başucuna ahşap bir komodin yerleştirmiş.
Ana karnında tam yedi ayını doldurmuş bebek. Tekmeler atıyor, dönüp duruyormuş. Kadının karnı günden güne büyümüş. “Karnın sivri, oğlan bu” demiş komşu kadınlar. “Kalçaların geniş, mutlaka bir kız.” diye eklemiş diğerleri. Sonra kıpırdamaz olmuş bebek. Önce kimselere söyleyememiş kadın. Sabah tekmelemediyse öğlen tekmelermiş, açken değilse tokken, bugün değilse yarın… Kıpırdamamış. “Ölmüş!” demiş, doktorlar. “Öleli birkaç gün olmuş, iyi ki sizi zehirlememiş.” Oysa bir bebek zehirler miymiş anneyi? Hem zehirleseymiş! Giderken onu da götürseymiş… Kim bilir kaç gün yaşamış karnında cansız bebeğiyle. Kaç meyveyi, kaç cevizi, kaç balığı boş yere yemiş bebesine kan olsun, can olsun diye. Keşke almasalarmış karnından, bıraksalarmış, orada kalsaymış, uyusaymış öylece.
Cansız bebeği karnından aldıkları gece, kanlı dudaklarıyla babası girmiş düşlerine. O yine beş yaşında bir çocuk. Soba yanıyor küçük evlerinde. Babası oyuncak bebeklerini sobaya doldurmuş yakıyor. Sobanın alt kapağı açık, küçücük mazgallardan alevleri izliyor. Eriyor bebekler yavaş yavaş. Önce plastik olanların kokuları sarıyor ortalığı, alevlerin yaladığı yüzleri yamuluyor. Sonra yatırınca kapanan, kaldırınca açılan mavi gözleri akıyor yavaş yavaş. Alevler yükselirken kanlı dişleriyle tüküre tüküre “Sureti ancak Allah yaratır.” diyor babası. “Bunlar hep şeytan işi; put yapmak, şirk koşmak, başkaldırmak… Başkaldıranın başını ezerim!” Sicim gibi dökülen gözyaşlarıyla ıslanıyor beş yaş yanakları, konuşamıyor. Bir daha da konuşmuyor mecbur kalmadıkça. İsyan etmiyor, bağırmıyor, tepinmiyor ama ne kadar uslu dursa da, yıllar sonra yine de ölüyor bebeği karnında. Bu sefer babasının yerine alevleri tanrı körüklüyor. Alevler, büyüdükçe büyüyor, büyüdükçe büyüyor.
Çok sıcak, ter içindeyim. Ağırlaşan gözkapaklarımı zorlanarak araladım. Gri tavanın tam ortasında, beyaz benekli siyah bir kablonun ucunda sallanan tozlu ampul… Neredeyim? Bir öykü yazmak için oturmamış mıydım buraya? Tavanda incecik çatlaklar; dev bir örümceğin sağa sola yayılan, kimi kısacık, kimi bir yılan gibi kıvrılan ve uzayan siyah kolları. Anımsamadım. Yattığım yerde hafifçe doğrulurken boynuma keskin bir bıçak gibi saplanıyor sancı. Yalnızca birkaç saniyede aklı baştan alanlardan… Elimi, ağrıyan boynuma götürürken üzerindeki kara lekeyi görüyorum; haritadan anımsadığım uzak bir ülke. Belki bir doğum lekesi. İncecik kollarıma bakıyorum, kısacık, bakımsız tırnaklarıma. Avuçlarımı açıp, kapatıyorum. Boynuma uzanan o kuru el benim olmalı. Kollarımı öne doğru uzatıyorum. Bir aşağı, bir yukarı. Bu cılız kollar da benim.
Peki ya ben kimim?
Demir karyoladan kalkarken bastığım tahta zeminin ağlamaklı gıcırtısıyla irkildim. O zaman fark ettim, nasıl da ıssız ortalık. Eski bir saatin tıkırtısı, sokakta oynayan çocukların kahkahaları, öfkeli bir şoförün ısrarcı kornası ya da ürkmüş bir köpeğin tehditkâr havlayışı. Hiç kimseler yok mu? Sanki, sanki çok uzaklardan gelen bir bebek çığlığı.
Yerdeki kırık tahtaların kıymıkları geziniyor ayaklarımda, incecik. Kıymıkları çıkarmak zordur. Almaya çalıştıkça derine gider, dikkat et! Bir cımbız bul gel sen bana ya da ince bir iğne… Bir ayağımı diğerinin üzerine koyuyorum. Anneannemin eski evinde vardı bu kırık yer tahtaları. Ayaklarımız kırık tahtaların arasındaki tozlu çukurlara girmesin diye nereye basacağımızı ezbere bilirdik. Sonra türbe yeşili ve siyah dalgalı, kalın muşambalarla kaplanmıştı zemin. Artık ayaklarımız tozlu çukurlara girmese de, her gece tahtakurularının odayı kemirişini dinlerdik. Tahtakuruları odayı kemirirdi; kırt, kırt, kırt… Bizi de kemirirler, yer bitirirler diye ürkerdim. Her sabah uyandığımda ellerimi kollarımda, bacaklarımda, yüzümde gezdirir, hiçbir yerim eksilmemiş diye sevinirdim. Anneannemin evi yalnızca kalın muşambalar ve tahtakuruları şimdi. Düşündüm, eve dair başka hiçbir şey hatırlayamadım. Boşlukta tahta bir zemin ve zemini kemiren tahtakuruları…
Ağır adımlarla daracık pencereye doğru yanaştım, kahverengi perdeleri araladım. Neredeydim ben? Ben, her kimsem… Günün ilk ışıklarıyla hafifçe aydınlanan loş bir patikaydı gördüğüm, kıvrılarak uzayan. Kenardaki karartılarsa uzun ağaçlar olmalı, geniş dalları… Pencereyi neredeyse tamamen kapatmış dallar. Dışarı çıkıp oradan bakmalıyım.
Kapıya yöneliyorum ürkek adımlarla. Bacalardan yükselen dumanın isli kokusunu alıyorum. Çırayla tutuşturulmuş teneke sobalar, sobalardan taşan kızıl alevler… Kapıya doğru yürürken, boynumun ağrısı sırtıma yayılıyor. Bacaklarım titriyor yavaş yavaş, kıymık batan ayaklarımdan kan sızıyor. Sobalardan taşan alevler odadaki tahtaları tutuşturmuş, tahtakurularının ciyak ciyak yanışlarını duyuyorum. Sonunda ulaşıyorum kapıya. Tam eşiği geçecekken bir uçurum, sonsuz… İşte o çocukluk rüyalarımın hep kaygan zemini. Yüreğim ağzımda, hızla düşüyorum. Sonsuz düşüş, sonlu düş. Bir anda açılıyor gözkapaklarım, kalbim sıkışık.
Başucumda duran sürahiden su içtim biraz, daha sakinim. Yeniden uzandım koltuğa. Üst kattaki komşu yine kocasına kızmış olmalı, sabahın bu saatinde yerleri tüm gücüyle süpürüyor. Kavgaları daha da şiddetlenip sesler alt kata kadar indiyse, halılar balkona atılır, perdeler sökülür, temizlik akşama kadar bitmez. Biraz daha uyumak istiyorum. Karşı apartmandan tiz bir kadın sesi yükseliyor.
“Samet, oğlum, beş tane de yumurta alıver gelirken. Dikkat et, sakın kırma!”
Sokak boyu yankılanan bir korna sesi giderek uzarken, duvardaki ahşap saatin tik takları yankılanıyor yarı uykulu zihnimde. Uzaklarda bir bebek çığlığı… Uyudum mu, bilmiyorum. Belki birkaç saniye, belki de birkaç saat. Sokak kapısının gıcırtısıyla irkiliyorum. Kim bu eve giren? Olduğum yerden güçlükle kalkıyorum. Boynum, belim, bacaklarım tutulmuş. Odanın kapısını aralayıp sesleniyorum.
“Kim o? Kim var orda?”
Ses gelmiyor. Başımı biraz daha uzatıyorum, daha yüksek sesle soruyorum. Yanıt yok. Daha yüksek sesle… Kendi çığlıklarımla uyanıyorum.
“Kim o? Kim oradaki?”
Evimdeyim, odamda. Kahverengi koltukta. Her yerim tutulmuş, ağrıyor. Dizlerimin üzerinde ekranı kapanmış bilgisayar, yarım kalan öykü. Hep yarım öyküler. Olmuyor, yazamıyorum! Çok sıcak, eriyorum. Pencereyi aralayıp bir sigara içiyorum, iyi geliyor.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.